Bir kente bir kez olsun gitmiş olmak oraya ruhundan bir şeyler bulaştırmış ve onun ruhundan da bir şeyler almış olmak anlamına gelir bence. İnsan bir daha hiç dönmese de o kente, sırf bu yüzden, oraya hem biraz sahip, hem de biraz ait olmuş olur. Hem zaten, bir kente mutlaka sahip olmak; tüm gizlerini çözmek, ona hükmetmek, gerçek insanları arasında yer almak, kentin geleceğinde söz hakkına kavuşmak ve ait olmak; tüm maceralarını paylaşmak, eriyip yok olup kentin bir parçası haline gelmek, onun istediği kadar azap çekip onun izin verdiği kadar mutlu olmak isteğini, hiç değilse bir kere ve/veya bir kent için, karşı koyulmaz bir dürtü olarak hissetmeyen insan var mıdır acaba?
Ben bir kenti dağarcığıma katıp onunla artık özel bir ilişkim olduğunu kabullendikten sonra sık sık kendime sormuşumdur; “Bana ait olan kent deyip duruyorum; ya tam aksine, ben bu kente aitsem?” diye… Hem zaten o size ait olunca, kent de size sahip olmak istemez mi? Bir noktadan sonra, tüm sevgi ilişkilerinde olduğu gibi, bir kentle olan ilişkinizde de, bu konudaki netlik kaybolur ve bu iki kavramın benzerliği ve zıtlığı insanın kafasını karıştırabilir. Tıpkı insan ilişkilerinde olduğu gibi, ait misiniz sahip mi, belli olmamaya başlar… İnsanı sadakatsizlikten köleliğe, iktidarsızlıktan diktatörlüğe götüren bir yelpazede şaşkına çevirebilir. Sahip olma ve ait olma duygularını ayrı ayrı yaşamak çok aldatıcı bir tatmin verir insana ve bu yüzden de geçicidir. Öte yandan, bu ikisini bir arada yaşamak bazen mutlu eder, bazen de aklını karıştırır insanın çünkü önemli bir sorumluluk getirir… Ama sonunda şu sonuca varmışımdır bu konuda: Aslında galiba, yaşamın hiçbir boyutunda, sahip olmadan ait olmak ve ait olmadan sahip olmak pek mümkün değildir; bu yöndeki denemeler hiç de gerçekçi olmaz… Bu yüzden, hele kent yaşamı gibi çok katmanlı, derinlikli ve bol boyutlu bir konuda bu noktaya ayrım getirmeye çalışmak biraz gereksiz zaman kaybıdır diye inanırım ve “benim” olana kentlerden bahsedince, yani sahip olduğum kentleri anlatınca, aynı zamanda benim de ait olduğum kentlerden söz ettiğimi bilirim artık…
Önemli olan, bir kentin ne zaman tüm tanımlarıyla ve gerçek anlamda “sizin kentiniz” olabileceğini önce belirlemek, sonra bu gerçekleştiğinde algılayabilmek ve tam da doğru noktada “bu kent benim kentim…” diyebilmektir. Sonuçta, kaç kente “benim kentim” diyebilirsiniz ki? (Burada bir itirafım var; ben kendimi sıklıkla ve doymaz bir açlıkla “Benim kaç tane daha kentim olabilir?” diye düşünürken bulurum!)
Dolayısıyla, önce bu sahip/ait olma tanımını, bunun gereklerini netleştirmek gerekir. Arka sokaklarıyla, en güzel manzaralarıyla, anlı şanlı mekanlarıyla, en ölümcül suçlarıyla sizin olacak bir kent. İnsanlarıyla, maceralarıyla, sarhoşlukları, monotonlukları, aşkları ve sorunlarıyla… Onu tüm bunlarla birlikte ve daha doğrusu, tüm bunlar için sevecek, benimseyecek, özleyecek, yaşamınızda tutacaksınız. Yani sahiplenme tamamen sevgiden kaynaklanacak… Başka türlüsü mümkün mü zaten?
Ne kadar sahip olunabilir bir kente peki? Tabii ki, kentin farklı semtlerindeki farklı mülklere ve toprak parçalarına ait tapularla ölçülmez bu sahiplenme… Öyleyse, neyle ölçülmeli? O kente olan sevginiz, birinci ölçüt; bunu söyledik. Ya orada çektiğiniz acıların toplamı? Bildiğiniz kuytular, yaşadıklarınız? Belediye encümenindeki yararlı çalışmalarınız? Tanıdığınız insanlar? Gidebileceğiniz, kapısını çalıp teklifsizce içeri girebileceğiniz adresler? Ne bileyim, daha kim bilir neler… İnsana neredeyse tamamen sahip olmak imkansız diye düşündürtecek kadar çok bir sürü yaşam kesiti…
Bu kadar çok kente sahip olmaktan söz edince, aklıma başka bir şey daha takılıyor. Bu sahip olduğum kentlere, ne kadar kuvvetle “benim” olarak hissedersem edeyim, ben “kendi kentim” demiyorum. Doğrusu birçok insanın da doğduğu kent için, hatta yaşadığı kent için bile bunu söylediğini sanmıyorum. Peki, neresidir o zaman “kendi kentiniz”? Hem zaten herkesin bir “kendi kenti” var mıdır, yoksa bu kentlerle aklımı bozmuş olduğum için sadece benim kafamda mevcut bir detaylı üst sınıflandırma mıdır? Sanırım, biraz her ikisi de… İnsanın kendi kenti farklı bir şey… Doğduğu veya gizlerini çözdüğü kent olması şart değil bu kentin illaki. Ama sevdiği, iyi bildiği ve kendini iyi hissettiği bir yer olması şart… Bu durumda, kendi kentiniz keşke yaşadığınız kent olsa ama bu da her zaman olan bir şey değil maalesef.
Yaşadığınız kent, illaki “ait/sahip” olduğunuz kentlerden birisi bile olmayabiliyor, bırakın “kendi kentiniz” olmayı… Bir tür “bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!” durumu…
Kentlere ait neredeyse tüm konular gibi, karmaşık bir durum… Ama kentlere ait neredeyse tüm konular gibi, lezzetli ve ilgi harcamaya değer bir durum… Sahip veya ait olmuşsunuz ne fark eder; kent sizin kendi kentinizmiş veya değilmiş ne fark eder? Önemli olan o kenti gerektiği gibi ve gerektiği kadar yaşayabilmektir sonunda…
Güzin Yalın
Bu yazı, Güzin Yalın’ın yayına hazırlanmakta olan ‘Geri Çağıran Kentler’ adlı kitabından alıntıdır.