Bir kente her gidişinde farklı bir tutku daha mı geliştiriyor insan, yoksa hep aynı beğeniler ve seçimler mi pekişiyor, doğrusu bilmiyorum… Bunun cevabının kentten kente değişmesi normal olan tabii; bazen öyle, bazen böyle olması ama ben daha çok kendi beklenti ve tutumumdan bahsediyorum galiba çünkü sanki insan bir kentini ilk seferde nesini sevmiş ve kendisinin olarak seçmişse, o kente hep o seçtiği için dönmeye eğilimli oluyor gibi geliyor bana. En azından ben, nostalji pençesinde kıvranmaktan mazoşist bir zevk alan bir insan olarak, böyleyim… Sevdiğin adreslere ve yaşam kesitlerine dönüyorsun hep ve böylece yenilikler yaşama, yeni sevgiler oluşturma, farklı bir şeyler tatma olanağını, farkında olmadan öldürüyorsun sanki… “Önce özlediğim parka ve her geldiğimde uğradığım çarşıya ve bildiğim kafeye ve sevdiğim müzeye gideyim de, yeni açılan sergiye de zaman kalırsa artık” sendromu yaşanıyor sanki genellikle… Yani hem koşa koşa, heyecan ve hevesle geri gidiyorsun; hem de kentin sen geldin diye hazırladığı ikramları reddedip sana sunabileceği pek çok taze lezzete sırtını dönüyorsun; sırf bunların tadına daha önceki gelişlerinde şimdi özleyecek kadar bakmamıştın diye… Tabii ki sonuçta, nesini yaşamak istersen bir kentin, dönüp dolaşıp oraya yaklaşıp onu yaşıyorsun… Bunu yapmak için tekrar gidiyorsun zaten herhangi bir kente. İlk nesine aşık olduysa, sonraki gidişlerde de ilk önce onu arıyor insan; hatta sonraki gidişlerin asıl nedeni çoğu zaman sadece bu tutulduğu nesneyi/mekanı/kavramı yeniden bulabilmek, yeniden yaşayabilmek oluyor. Çocukluğunu arar gibi, ilk aşkını anımsar gibi, evindeki yatağının rahatını uzaktayken özler gibi… Uzaktan uzağa birbirine ait olduğun ve ancak belirli aralıklarla, fırsat düştükçe veya hasret dayanılmaz olunca gördüğün birisiyle aşk yaşamak kolay değil tabii; böyle gerekleri var. Değişim en az olmalı, her şey olabildiğince senin tanıyıp sevdiğin gibi kalmalı ki; kendini dışlanmış, sevdiğini de yabancılaşmış hissetmeyesin… Bunları anlayıp hak veriyorum da, yine de bazen kızıyorum kendime; sevdiğin sana sürpriz hazırlayamaz mı ya da senin için değişip gelişemez mi?
Hal böyleyken, sormadan edemem; nedir peki kentlerin ilk sevilenleri? Hepsininki farklı tabii de, neler? Her kentin özü, öyküsü, esprisi farklı olduğuna göre… Birinin manzarası, doğal güzellikleri; bir başkasının binaları, mimari özellikleri; bazısının tarihi, bazısının çarşı-pazarı… Asırlık çınarları, güvercinleri kiminin… İnsanları, kokusu, çeşmeleri, müziği, denizi, meyhaneleri, masalları, takıları, evleri, sokakları; ille de sokakları…
Benim genelde bir kentin ilk vurulduğum şeyi, kimlik sahibi ve hayat dolu olması… Bu yüzden de her şeyden ve her yenilikten önce tekrar tekrar gidip yaşadığım, kentin bu iki konudaki birikimini taşıyan yerler… Tarihi mahalleler, örneğin, opera salonları, sahaflar, liman meyhaneleri, antikacılar… Her kentte de bunlardan bir tanesi “en” sevilen; veya belki “en çok etkileyen”… Viyana’nın Opera Binası, Kahire’de Kahire Müzesi, Roma’da Condotti Sokağı, Paris’te Shakespeare Kitapçısı, Varanasi’de Ganj kıyısındaki gatlar, Mardin’den Suriye Ovası’nın görüntüsü, Londra’nın çaycıları, Edirne’de Selimiye, Gaziantep’te İmam Çağdaş’ın eski kebapçı dükkanı, Prag’ın kilise konserleri, Sinop’ta her şeye rağmen eski cezaevi, Havana’daki yıkılmak üzere olan eski evlerin zarafeti… Ben bunlar için geri gittiğimi, kente ulaşıp kendimi bir kez daha bu saydığım güzelliklerle meşgul bulunca anlıyorum… Ama yine de, bundan sonra başka lezzetler de kovalamalıyım diye düşünüyorum…
Güzin Yalın