Yeni kentler keşfetmek, tanıştığınız kentleri layıkıyla yaşayabilmek, bir tür bıçkın bir “kent korsanı” olmak (Tıpkı Barbaros’un evlatlarının Mare Nostrum’a hükmettiği gibi, durmadan yeni bir kente hükmetmek; yeni bir kentin bütün güçlerini avucunun içerisinde hissetmek) derken, unuttuğum, atladığım bir nokta, “kendi kentimi adam gibi yaşamak” olmuş…
Bununla, herhangi bir yabancı kentte yaşanabilecekleri kastetmiyorum elbet… Her hafta Aya Sofya’ya yeniden gidip, her gün yeniden bir müze gezecek değilim tabii… (Ya da aslında, bu da neden olmasın?) Ama fark ettim ki, aylardır Taksim’e gitmemişim; Boğaz’da yemek yememişim, Kapalıçarşı’da alışveriş yapmamışım; bir Nişantaşı galerisinde sergi izlememişim…
Bir de üstüne, geçen günlerde yolum, önce Şirin Evler, ardından Sefaköy ve en sonunda da Dudullu’ya düşünce, aslında dünyada en fazla “benim” dediğim kentin, İstanbul’un, ne kadar kısa sürede ne denli yabancısı haline gelmenin mümkün olduğumu fark ettim. Bu semtler İstanbul’un aldığı inanılmaz boyuttaki göçü yerleştirdiği, göreceli olarak çok yeni olan semtleri ve buralara “geri dönmek” şöyle dursun, zaten ömrümde, tesadüfen bazılarının içerisinden geçmek dışında, hemen hemen hiç gitmemişim… Mecburi gidişlerde, insan zaten gidiş sebebine odaklanıp çevreyle ilgilenmeyi en aza indirebiliyor… Toplantının yapılacağı binaya koşar adım girmek, yedek parçanın bulunduğu dükkandan çıkarken zaten elindeki telefona had safhada konsantre olmuş olmak, falcı ziyaretini bir an evvel bitirip işinin başına dönmek için acele etmek…
Gözlerimi bağlayıp beni bu semtlerden birisinin ortasına bıraksalar, gözümü açtığımda nerede olduğumu bilmeme olanak yok! O kadar hiçbir kimlik ve özellik taşımıyorlar bu semtler… O kadar birbirinin aynı biçimde renksiz (fazla renkli?), yorucu ve karmaşıklar… Aslında ilginç olan, karmaşık oldukları oranda da tek düze olmaları… Bırakın hangi caddede veya hangi semtte olduğumu çıkarabilmeyi, İstanbul sınırları içerisinde bulunduğumdan emin olmakta bile zorlanırdım doğrusu… Öyleyse, gerçekten hala “benim” mi Allahım bu kent? Yaşayanlarının çoğunun gelmiş olduğu taşra kentlerinin tüm kötü boyutlarını bir araya toplayarak, terk edilmiş (veya edilmek zorunda kalınmış) o eski kentin küçük (ve kim bilir, bazen de “büyük”), tabii sözüm ona, daha modern ve de renksiz ve kişiliksiz birer kopyası oluşturulmuş gibi sanki… Geride bırakılan o canım Anadolu kentlerinin yerini de böylece, hiç değilse hayalde, soluk ve sevimsiz “taşra” kentleri almış oluyor. Aslında hep özlemle ve dönme isteğiyle anılan bu kentlerin gerçek görüntüsü de böylece hayallerden yavaşça silinerek, yerini yeni yaratılmış bu ucubelere bırakıyor olmalı…
Elinde olmadan düşünüyor insan: İçerisinde yaşayanlar ve hatta bu tuhaflıkları yaratanlar kıyaslama yapabiliyorlar mı acaba? Hiç mi fark etmiyorlar bu durumu?
Yeni oluşturulan bu kent köşelerini ortak özelliği, zevksizlik ve renksizlik. Hakim görüntü beton binalar ve çimento rengi; mutlaka eksik olan, sanat ve kültüre yönelik herhangi bir olgu ve de en vahim boşluk, tarih kavramının, yıllar ve yüzyıllar ötesinden alıp getirdiği, türlü çeşit uygarlıktan damıtarak beraberinde taşımak için seçtiği, insan yaşamına derinlik ve anlam kazandıran ne varsa onun buralardaki yokluğunun boşluğu… Burada sözünü ettiğim kültür, sanata ve yaşama dair bir “üst” kültür elbet… Yoksa tabii, bu semtlerin kendi “kültürü”, istemesen de, bir biçimde oluşuyor aslında. Ama çevreye ilk baktığınızda gözünüze çarpan (daha sonra tekrar tekrar ve uzun uzun baktığınızda, yine ve yeniden çarpan) bir tutunma çabası, bir “köksüzlük” görüntüsü ve de bir şablon yaşam tablosu… Geride bıraktıkları kültürün pek çok boyutundan asla vazgeçmeden buraya taşımış olsalar da burada yaşayanlar, memleketlerinin en önemli boyutunu, sıcaklığını ve gerçekliğini yeni yaşam alanlarına taşıyamamış görünüyorlar… Çok mu zor acaba binaları gri yerine toprak veya çimen rengine boyamak veya gerçekten anlam taşıyacak kadar daha pahalı mı plastik yerine tahta kullanmak? Kim bilir, belki de, evet… Benimkisi yüksek sesle düşünmek zaten asında…
Bu deneyim sonucunda beni en çok etkileyen, kendi kentime bu denli yabancılaşmaktan doğan yalnızlık hissi oldu. Bir tür, “Ben bu dünyada, işte bu kente de ait değilsem, nereye aitim?” kaygısı… Kendini muazzam bir boşlukta hissetmek; yalnızlık, yalnızlık ve ölesiye yalnızlık olarak yaşamak bu olayı; iliklerine kadar ürpermek bu yalnızlıktan; hatta boğucu bir havada fena halde üşümek ve bir adım sonrası için feci şekilde korkmak…
Düşünsenize, bir de bu olanların hepsi, yaşadığım kentte… Ya bir de “benim” olan kentlerden, içerisinde yaşamadığım bir tanesinde başıma gelse bunlar? O zaman daha mı çok yabancılaşma yaşarım acaba, yoksa aslında yadırgayacak kadar özünü bilmediğim bir yerde olduğum için daha mı az sarsılırım? Bunun cevabı şu anda kafamda net değil ama mesela şöyle bir gerçeği çok iyi biliyorum: Ben bu İstanbul’un göbeğinde, Taksim’i 7-8 senedir henüz hala görmemiş insanların kötü yaşam kopyalarını yarattıkları Anadolu kentlerinin, yani
o insanların geldiği kentlerin hemen hepsini biliyorum ve onların hiçbirisinde böyle bir “ait olmama” duygusu yaşamadım, kendimi böyle yalnız, çaresiz, kimsesiz ve yersiz-yurtsuz hissetmedim; hem de aslında sözlük anlamında o kentlere aslında gerçekten “ait” olmadığım halde… O kentler sımsıcaktı, sarıveriyordu insanı; hemen hiç yadırgamadan karışıyordunuz içlerine… Daha evvel hiç yaşamadığınız tüm koşullara severek hemen alışıyordunuz, direnmek aklınıza bile gelmiyordu; İstanbul’daki kopyaları beni tam bir isyana itiyor oysa…
Bu yönde düşünerek çözüm üretilmeyeceğinin farkındayım; çözüm üretmek gibi bir niyetim de yok zaten… Hem sözünü ettiğim semtleri yaratıp orada yaşayanlar da bu kente en az benim kadar “benim kentim” diyor olabilirler. Hatta tutunup ait olma istekleri çok hayati boyutta olduğuna göre, mutlaka öyle yapıyorlardır diye düşünüyorum birden ve de bu en doğal haklarıdır…
Sadece acaba diyorum, pencerelerin içlerinde teneke kutulara ekilmiş sardunyalar olsaydı; köydeki gibi ve hatta çarpık kentleşme bu hale getirmeden önceki “benim kentimin” gecekondu mahallelerinde olduğu gibi… Yararı olmaz mıydı?
Peki ya benim, “benim” dediğin kentin, en azından metre kare olarak bayağı önemli bir bölümünü oluşturan bir dizi mekânı hiç yaşamamış olama ne buyrulur? Hem “gerçekten ‘benim’ mi Allahım bu kent?” diye dertlenip şikâyet ediyorum, hem de “böyle belirgin bir bölümünden haberin bile yokken nasıl senin olsun?” diye kendime kızıyorum… Sevdiğinizi, eğrisiyle-doğrusuyla, iyisiyle-kötüsüyle benimseyip sevmeniz gerekmez mi? Ya da, gerekir mi? Reddetmek bazen sevginin ne büyük boyutta olduğunun göstergesi değil midir?
Güzin Yalın