İnsanın bir kenti layıkıyla hem kendine hem de kentin şanına yakışır kalitede yaşamayı başarabilmesi; gerektiği gibi değerlendirebilmesi kentin sunduğu yaşantıyı; özümseyip katkıda bulunabilmesi; bir şeyler üretebilmesi ve kentten tüm verebileceklerini istemeyi bilmesi, kısacası o kenti doğru yaşaması hep beni düşündüren, hep çok önem verdiğim temel bir konu oldu… “Bir kentte yaşamak” ile “bir kenti yaşamak” arasındaki gerçek fark nedir diye düşündüm en çok. Kaç kişi bunu yaşarken algılar ve zaten bu iki kavram arasındaki fark nerede başlayıp nerede biter?
Özellikle büyük bir kentte yaşıyorsanız, bunu gerektiği gibi yapabildiğinize dair kuşkularınız hep olur çünkü ve de yakalayıp yaşayamadığınız bir şeylerin, haberiniz bile olmadan ellerinizin arasından kayıp gittiğine dair korku dolu bir tedirginliğiniz… Ne denli doludizgin yaşıyor olursanız olun, büyük ve derin bir kentte insana sık sık koca kentin gürüldeyerek akıp giden karmaşası, taşıdığı bin bir çeşit yaşam olasılığıyla birlikte, sizi içine almadan ve hatta ona dokunmanıza izin vermeden, üzerinizden akıp gidiyormuş, o kentte geçirdiğiniz zaman ziyan oluyormuş gibi gelebilir. Söz konusu olan kentte ne süreyle kalacağınız da pek bir şey fark ettirmez. Sürekli yaşadığınız kentte de olabilir bu, sadece kısa bir süre için ziyaret ettiğiniz uzak bir kentte de…
Aslında doğal olarak, başlangıçta insana bu eksiklenme duygusunun zamanının kısıtlı olmasıyla çok ilgisi vardır ve zaman yetmediği için insanın istediği her şeye yetişememesinden kaynaklanır gibi gelir; yani insan bu hissi daha çok geçici olarak bulunduğu bir kentte yaşarım sanır. Bu aslında çok yanlış da değildir; birçok kez bir kentte daha fazla zamanı olsa hakkını vererek, layıkıyla tadını çıkararak yaşayacağı bir şeyden istemeden vazgeçmek, başladığı bir şeyi bitirmeden bırakmak zorunda kalabilir insan.
Ama asıl kalıcı olacak eksiklenme, söz konusu olan kentin yaşam zenginliğinden kaynaklandığı için içerisinde yaşadığınız kenti gerektiği gibi veya istediğiniz kadar yaşayamıyor olmak, çok daha fazla incitir insanı… Değerlendirecek ne kadar çok boyut, yaşanması gereken ne kadar çok detay, tecrübe edilmesi gereken ne kadar çok farklılık varsa, yani kent sunduklarının bolluğu açısından ne kadar zenginse, o kenti gerektiği gibi değerlendirip yaşayamamak o kadar ciddi ve üzücü biçimde gündeme gelir.
Konunun benim kafamı kurcalayan tarafı ise şu: Söz konusu olan “kenti layıkıyla yaşamak” illaki kentin belirli alanlarında tanımlanabilir bir varlık göstermeyi mi gerektirir? Sadece bir kentin mümkün olan her boyutundan kendince tat almak, memnun olmak yetmez mi?
Yani aslında bir kentte yaşamayı gerektiği gibi becermek ne anlama gelir tam olarak? O kentin zorlu koşullarında ayakta kalmak? Ama ya koşullar “zorlu” falan değilse? Sizi hemen bağrına basmış, pek çok olanak sunmuşsa o kent? Hem herkes için aynı anlamı taşımaz ki “zorlu koşullar” … Size zor gelen bana kolay, bana sıradan gelen size çok çetrefil gözükebilir… Bu durumda herhangi bir kentin zorluklarını yenmek üzerinden giderek, kent yaşantısını doğru yaşamayı becermenin ve bunu bir mutluluğa çevirmenin nesnel bir tanımı yapılamaz.
Bir kentte para kazanıp günlük iaşeni çıkarmayı başarmak biraz daha somut bir açıklama olabilir mi; aç kalmamayı, sefil olmamayı becermiş olmak yani? Bu durumda cevap, ekmeğini o kentin taşından çıkarmak illaki yani, öyle mi? Böyle bakınca da kent sanki bir savaş alanıymış da birileri (belki de kentin ta kendisi) tüm kuvvetleriyle size saldırıyormuş gibi bir anlam çıkıyor söylediklerimden…
Veya daha kapsamlı düşünüp/davranıp o kentin ileri gelenlerinden birisi haline gelebilmek midir yanıt acaba? Kentin yaşamında söz, insanlarının mutluluğunda pay sahibi olmak… Kent adına alınan kararlarda ve dolayısıyla da kentin yaşattıklarında hak iddia edebilecek duruma gelmek…
Ya da belki sadece bir kentin yaşantısının içerisine girmek; sistemine, gündelik hayatın akışına karışmaktır sadece ve onunla tanışmadan önceki kaygıları, kokuları, hatta merakı silebilmektir… Eğer kendi ülkenin dışında bir kentse söz konusu olan, bu, kentin ait olduğu ülkeyi temsil ettiği oranda, o ülkenin yaşantısına da girebilmek demektir aslında ve bu da kendi başına bir başarı sayılabilir bazıları için.
Kenti çok iyi bilmek; tehlikelerini ve olanaklarını ezberlemiş olmak da kendi başına bir tanım oluşturur bence. O kentin içerisine fark edilmeyecek denli uyumla karışmak; kentin kurallarına uymayı becermek; sorunsuz yaşamayı, aykırılık etmemeyi öğrenmiş olmak… Kaynamak, kaybolmak, göze batmamayı başarmak… Belki de “gerektiğince yaşamak”, kentte yaşanan bin bir pisliğe değmeden yaşamını sürdürebilmek midir mesela; yoksa gereken oyunları geçerli kurallarla oynamayı, yani o bin bir pisliğe tam da gereken yerlerden ve yetecek kadar değip kendine avantajlı bir yaşam kurmayı becermiş olmak mı? Veya belki sırf zevk için pisliğe dibine kadar batıp yine de yok olmamayı başarmak da olabilir mi?
Ya da hepsinin de ötesinde, hep sivri olmak, farklılığını hissettirmek, göze batmak… O kenti kendinize göre değiştirmek; birkaç boyutuna imzanızı atmak…
Belki bir kenti fethedip başarmış sayılmak için gerekli olan, yalnızca o kentte kendinden bir iz bırakabilmektir. Ne denli uçucu, nasıl geçici olursa olsun… İnsan yaşamının anlamı biraz da buradan gelmez mi zaten? Yaşamın çok kısa bir süreyle kısıtlanmış olduğunu bilmekten doğan bir “kendinizden sonrasına bir şeyler bırakarak yaşamayı sürdürme” çabası… Bence ne kadar grotesk bir çabaymış gibi görünürse görünsün, aslında çok olası ve çok da haklı bir yaklaşım. Ama galiba terslik şurada: İnsanlar bir şekilde, bırakılan izin çok önemli, nesnel, büyük olmasını ve tüm insanlığı ilgilendirmesini bekliyorlar nedense…
Oysa sözü edilen iz, çok masum, pek ufak ve çok da öznel olabilir; hatta bence zaten öyle olmalıdır da… Bir kentin herhangi bir köşesindeki bir kaldırım taşında topuğunuzdan bir iz kaldıysa örneğin ya da bir cami avlusundaki kuşlar sizi gizlice ağlarken gördüyse, o kent artık sizi unutmayacak demektir. Bir güzellik, bir hoşluk bırakmak, elbette takdir edilecek, heves edilecek bir şeydir ama illaki heykelinizin dikilmesini gerektirecek bir performansınız olmadıysa, üzülmenize gerek yok bence. İnsan ilişkileri de böyle değil mi? Yaşamına bir ucundan değdiğiniz her insan için dokunduğunuz yerde olumlu ufacık bir değişiklik yaratmış olmak mutluluk değil midir? Tüm insanlığı sarsmanız gerekmez yani.
Bence tüm bu tanımlardan bir adım daha ilerleyip “o kentte yaşadığınız için nasıl mutlu olacağınızı bilmek” diye vermek en doğrusu bu başarmak ile ilgili sorunun yanıtını… Kentin evreninde mevcut olan her olanağı değerlendirmek; dolu dolu yaşamak ve sunulanların tadını çıkarmak, keyfini sürmektir, bir kenti başarmak… Gizli saklı zevklerini bulmak, çok belirli olmayan detaylarda saklı olan derinliği yakalayabilmek, kaybolmuş hazinelerine ulaşmaktır… Sağladığı iş olanaklarını da yerinde kullanmaktır, önünüze koyduğu aşk olasılıklarını da doğru değerlendirmektir; var olan eğitim seçenekleriyle de mutlaka ilgilenmektir, eğlenmek için yaratılan imkanları da hiç kaçırmamaktır… Kısacası, sanırım tartışmasız sualsiz kabul edilmesi gereken boyut, asıl marifetin, bir kentin tüm sahip olduklarından nasibinizi almakta olduğudur… Tadına varmaktadır o kentin marifet; keyfini sürmektedir… Tabii ki, bunun ön koşulu öncelikle o kentte tüm yaşamsal ihtiyaçlarını sağlayacak kadar “tutunabilmiş” olmaktır. O kentte kalıcı bir işe sahip olmak, oturacağın bir evin olması, bir sosyal çevre oluşturmuş olmak, gerektiğinde gidebileceğin adreslerin hem sayı hem de nitelik açısından yeterli olması… Bunlar olmazsa, hiçbir şeyden fazla tat almak beklenemez çünkü ama bu temel gereklerden gerisi, galiba keyif ve mutluluk yaşayabilme kapasitesiyle ilgilidir insanın… Ve tabii ki, tüm kent yaşamı keyif almaktan ibaret olduğunu düşünmek sadece yüzeysellik olur. Ama işte zaten tam da burada anlamlara açıklık getirmek gerek… Ben sadece keyif veren şeyler yaşamaktan bahsetmiyorum; bir kenti zorluklarından, pisliklerinde de farklı bir keyif alacak kadar iyi yaşayabilmekten bahsediyorum…
Bir kentte gerektiği gibi yaşamayı becerebilmiş olmak, illaki büyük bir kenti başarmak anlamına da gelmemeli aslında. Beklenen başarının türü ve boyutu duruma göre değişebilmeli. Bazen ve bazı insanlar için küçük bir kentte yaşamayı, boğulmadan, daralmadan yaşamayı başarmak çok daha zordur. Bazı insanlar “büyük” mutsuzlukların ve “büyük” tatminlerin insanıdırlar ve ancak büyük kentlerde rahat ve mutlu olurlar. Böyle insanlar küçük kentlere mahkûm olduklarında, yaşamayı sürdürebilmeleri bile, bir biçimde o kenti başarmak anlamına gelmez mi? Bazı insanlar da gözleri hep üzerlerinde istemezler, büyük kentin anonim rahatlığını tercih ederler. O kentte illa “birisi” olma savaşı vermezler ve araya karışıp yaşarlar; ki bu küçük bir kentte çok daha zordur. Eğer buna rağmen küçük bir kentte yaşamayı sürdürüyorlarsa, onların başarısı da bu olamaz mı?
Söze, “hem kendinin hem de o kentin şanına yakışır biçimde” diye başladım ya; aslında şunu da eklemeliyim; o kentin “şanı” ne üzerineyse artık… Belki de zorluklar ve çeşitli başa çıkılması gereken engellerle dolu olmak ve bunları yenenlere sıkıntıyla eşit oranda güçlü mutluluk, tatmin ve keyifler yaşatmak ile yapmamıştır şanını… Bunun yerine, hareketsiz ve sakin, yaşam denemeyecek türden bir yaşama sahip olmaktır o kentin özelliği… Size de o zaman bu yaşama ayak uydurmak düşer! Ve de tabii, kentten sonra bir de sizin “kendi şanınıza” gerçekte yakışan neyse… Bir kenti yaşayabilme oranınız, şanınıza yakışanın ne olduğunu tam anlamak için de bir sınav, bir ölçüttür belki… Çünkü sonuç olarak insan, genel anlamda yaşamayı ne kadar beceriyorsa; herhangi bir kenti layıkıyla yaşamayı da o kadar becerebilir ancak.
Bir kenti gerektiği gibi yaşamayı becerememenin ardında yatanlar arasında, mutlaka kentin de sorumlulukları vardır diye düşünürüm bazen. Çünkü kentlerin kıyılarına atılanlar kimlerdir? Kendi tanımına göre başaramamış olanlardan çok, kentin yüzlerce yıldan süzerek oluşturduğu tanıma göre, becerememiş olanlar çoğunlukta sanki. Yani tutunabilmeyi, kantin özellikleri tanımlıyor çoğu kez. Bir kentte mutsuz, başarısız, aşksız, ışıksız kalanlar, o kentin sınırları dışına itilmiş olanlar genelde, yani kentlerin çiğneyip tükürdükleri… O zaman kaçınılmaz olarak, sormak gerekiyor; sınırları kim çiziyor peki? Bu sorunun cevabı bence, kentin aynı zamanda hem içerisindeki tüm insanların bir bileşkesi, hem de hepsinden bağımsız bir gerçek olarak varlığını sürdüren kimliği… Dolayısıyla da belirlenen sınırların içerisinde yaşanabilenlerin kalitesinden, insanlar kadar, kentin kendisi de sorumlu…
Güzin Yalın