Bir Aşk Romanı Değil; ÂŞIK KADINLAR

18 Nisan 2021

Şubat ayında bir kitapla bakıştık. Yazarını tanıdığım bir romandı. Sert ve soğukkanlı, bir o kadar da trajik ve eleştirel bir metin olduğunu daha okumadan bildiğim. Neden bakıştık? Esaslı bir tokatlar, isyanlar, itirazlar silsilesine hazırlık icap ettiğinden. Zavallı bir yanılsama tabii bu hazırlık süreci. İçgüdüsel olarak hazır olda tutulmuyor muyuz bunlara zaten?

Memleketin durumu malum. Kadın cinayetleri, İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin gösterilen çabalar, giderek vahşileşen salgın ve etkileri, gitgide artan derin yoksulluk ve işsizlik hepimizi kafesledi, gökyüzünün yüzü karardı. Memleket meseleleri iç meselelerimizle koyun koyuna yaşıyor artık. Bizler yaşamın anlamını, anlamı yeniden yaratmak için hakikatlerin en çıplak hallerini görmek zorunluluğunu her birimizi yerin bilmem kaç kat dibine batmış utancımızla arıyoruz. Utanç, bu ülkeye ait değil sadece. Salgın, virüsün yol açtığı bir illet değil yalnızca. Ataerkin ve kapitalizmin yönettiği dünya, insanlığın intiharına var gücüyle yardım ve yataklık ederken katiller ve kurbanlar aynı evde, aynı duvarlar arasında yaşıyor. İşte bu kitap, Âşık Kadınlar, tüm bunları vurucu bir dille anlatıyor, haykırıyor.

TÜKENMEYEN NEFRET, HEMEN BİTEN AŞK

Elfriede Jelinek’in aslında 1975’te kaleme aldığı, bizde daha önce de yayımlanan, yeni baskısı ise bu yıl İthaki Yayınları tarafından yapılan Âşık Kadınlar’ı bir bakışma sonrası okumamın sebebi, sinirleri sağlam tutmaya hazırlanmaktı. Yazarı tanıdığımdan, bir Egon Schiele tablosunun kapağını süslediği kitabın adının bile bir eleştiri, hatta reddiye olduğunu tahmin ediyordum. Ancak Jelinek, henüz 29 yaşında genç bir kadınken kaleme aldığı bu güçlü, bir o kadar da acı metinle çok daha fazlasını yapmış; kadına ve çocuğa yapılan en şeytani kötülüklerin altını iyice oymuş ve kitabın daha başlangıcında şunu söyleyerek ne anlatacağını deşifre etmiş:

kaderi olan biri varsa o bir erkektir.

kendisine kader tayin edilen biri varsa o da bir kadındır.

Avusturyalı yazarın Alplerde yaşayan iki kadını odağa alarak kurguladığı romanın ilk cümleleri, aramızdaki mesafeyi, farklılıkları nasıl da yok ediyor değil mi? Bir fabrikada sutyen dikerek geçimini sağlayan Brigitte ile terzilik öğrenmek isteyen Paula’nın kaderlerinin kesişme ve ayrılma noktalarını çok iyi tanıyoruz, yaşıyoruz.

Yazarın Brigitte’yi “iyi örnek” ve Paula’yı “kötü örnek” olarak nitelemesi, şüphesiz sistem eleştirisidir. Kime göre iyi, kime göre kötü? Elbette Sistem Baba’ya (!) göre. Karakterlerin aile kültürlerini, bulundukları çevrelerin hasarlı sosyoekonomik ve sosyokültürel yapılarını, cehaletin vahşileştirdiği insanlık dışı ilişkiler yumağını, cinselliğin de ilkel ve hayvani düzeyde yaşanışını, tüm bunların etkisiyle karakterlerin kafa seslerindeki buruk ve çaresiz çırpınışları sert ve alaycı bir üslupla eleştirisinin göbeğine koyuyor. Başvurduğu yazım tekniklerinden biri de (üstteki alıntıda dikkatinizi çekmiş olmalı), hiçbir şekilde büyük harf kullanmamış olması. Bu yaptığıyla metnin gövdesi daha da heybetleniyor, vahşi nefesi yüzümüzü yalıyor. Aşk bunun neresinde mi? Aşk, burada figüran; hızlıca görünüp kayboluyor. Aşk, kadınlara nefreti öğretiyor.

FABRİKADAKİ ÜRETİM BANDI RİTMİ

Elfriede Jelinek’in romana özel kurguladığı özel dil ve üslup, ara başlıklarda, kısa ve kesik cümlelerde ve sıklıkla başvurduğu araç olan oksimoronla kendini gösteriyor. Bunu öyle ustalıkla ve incelikle yapıyor ki, anlatıcıya kızamıyoruz. Zira bize ne anlatıldığını en çıplak formuyla algılamamızı sağlayan bu özgün dil ve teknikler.

187 sayfalık romanın Türkçe çevirisinde Anıl Alacaoğlu imzasını görüyoruz. Alacaoğlu, kitaba özel bir önsöz de kaleme almış ve bu metinden romanı ne denli içselleştirerek analiz ettiğini anlıyoruz. Romanın dilini “fabrikadaki üretim bandı gibi tıkır tıkır işleyen bir ritim” olarak tanımlayan çevirmenin önsözünden bir bölümü de paylaşmakta yarar var ki, henüz kitabı okumamış olanlar için anlamlı olabilir.

“1975’te yayımlanan ve ‘bir memleket romanının Marksist feminist karikatürü’ olarak tanımlanan Âşık Kadınlar (Die Liebhaberinnen) yazara ilk büyük başarısını getirir. Âşık Kadınlar’da iki genç kadının, Brigitte ve Paula’nın birbirine paralel ilerleyen hikâyesini görürüz. Birincisi şehirde, ikincisi köyde yaşayan bu iki ana karakter kendilerine bir gelecek sunabilecek erkeklerle evlenmek ister. Sosyal ve ekonomik açıdan yükselmenin tek yolu evliliktir. Bu uğurda, mizaçlarının farklılığı ölçüsünde, farklı yollar seçen iki kadının hikâyesi yer yer aynılaşsa da temel de bambaşkadır.”

 BAŞARI, ZENGİNLİK VE MUTLULUK İLLÜZYONU

Kapitalist düzenin insanoğluna sunduğu belki de en cafcaflı paketin etiketinde şunlar yazar: Başarılı ol, zengin ol, böylelikle mutlu da olursun. Mutluluğun ötelendiği bir hayat planı yapmasını buyurulur her birimize. Kadınsanız paketin etiketine bazı eklemeler yapılır: Akıllı ol, kendine bir erkek bul, evlen, doğur, akıllı olmaya devam et, ne olursa olsun evli kal, sesini çıkarma, böylelikle başarılı olursun, böylelikle adamını elinde tutarsın, bakarsın mutlu bile olursun.

Âşık Kadınlar, darıdünyada kadının yürümesi için belirlenen yolları anlatıyor. O yollardan çıkmamız dileğiyle…

Ayça Güçlüten

Yukarı