Doğal olarak, her yeni kente ilk gidiş bir tür keşif gezisi… Sanki kentin güzelliklerini, cazibesini veya sırlarını bulmaya çalışıyor gibi, ama aslında o kentin ruhumu ebediyen esir alacak nitelikteki, “yaşayan ve doyasıya yaşatan” kentlerden birisi olup olmadığını anlamaya yönelik… Yeni bir kente doğru yolculuk etmek herkese farklı bir duygu verir şüphesiz…
Ben böyle her “ilk gidiş” öncesi kendimi hep çocuklar kadar keyifli ve daha önce hiçbir yere gitmemişim gibi heyecanlı bulurum… Gideceğim kentin uzaklığı, boyutu, iklimi veya şöhreti bu durumu hiç etkilemez… İçim kıpırdanır; dış görünüşümle belli etmesem de, aklım yerinde duramaz; iştahım kesilir; hafiften başım döner; heyecanım son haddindedir… Üzerime, beşik kertmesi nişanlısını ilk kez görecek olan bir genç kızın meraklı korkusuna benzer bir esrime bulaşır. Belirli bir noktadan sonra, o kentle ilgili herhangi bir hayal kurmayı da durdururum zaten; hayalleri, planları, merakları durdurup kendimi içim titreyerek gerçeği tanımak, bu yeni kenti sevmek için hazırlamaya başlarım. Hatta belki farkında bile olmadan çoktan sevmeye başladığım bir sevgiliyi nihayet yüz yüze tanımak için…
Bunların hepsi iyi hoş da, içlerinde çok net bir beklenti var, bu tanışmadan hayal kırklığına uğramama beklentisi… Sevip geri dönmeyi isteyebileceğim bir kentle daha tanışıyor olma beklentisi… Eğer beklentim gerçekleşirse, keyfime diyecek olmaz; mutluluğum yanımdakileri çok şaşırtıp bir şeyler söylemek zorunda bırakacak kadar yoğun ve belirgin olur her seferinde… Yaşamın tüm kaygılarından kaçıp sığınacağım yeni bir kucak bulmuş gibi olurum; sayesinde benzersiz pek çok yeni tadı tadacağım bir kaynak keşfetmiş gibi olurum; yepyeni yaşam olanaklarının bana sunulmak üzere hazır beklediği bir yeni diyara kavuşmuş gibi olurum; sanki geride elbet bir gün döneceğim bir sürü dert bırakmamış gibi olurum; mutlu, coşkulu olurum…
Peki ya öyle olmazsa gerçekleşen? İşte bir kente “ilk gidiş” ve ilk görüşte oluşan izlenim bu yüzden çok önemlidir. Size anlatılmış olanlar vardır ve okuduklarınız… Bunlara bağlı olarak gözünüzde canlandırdığınız, hayalini kurduğunuz bir kent resmi mutlaka vardır; mutlaka beklentileriniz veya en kötü olasılıkla, temelsiz hayalleriniz mevcuttur. Sizi karşılayan kent, hele bir de ilk anda bu resme uymuyorsa, o kenti benimseme çabanız iyiden iyiye zorlaşacaktır. Oysa benim niyetim hep benimseyebilmek yönündedir. Hem hiç belli olmaz; belki bu kentte de sizi ona bağlayacak bir şeyler bulursunuz… Evet, belki başka bazı kentler gibi değil; başka bazı anılar kadar değil ama mutlaka “bir şey”… Hele benim gibi hiçbir kentle kötü geçinmemeyi aklınıza koymuşsanız, ne yapıp edip kendinizi oyalayacak ve o kenti sayesinde sevecek bir şeyler yaratırsınız mutlaka… Kıyamazsınız o kente; onu sevmemeyi de kendinize yediremezsiniz… Söz konusu kentler olunca, hayal kırıklığını sevmezsiniz…
Bu durum aslında, sizi “geri çağıran” kentlere bir yenisini eklemek, geri çağırılmanın, dönüp kavuşmanın mutluluğunu ve heyecanını yaşayabildiğiniz kentlerin sayısını arttırmak için, farkında bile olmadan gerçekleştirilen, çokça bilinç dışı bir davranıştır. Çünkü sonuçta, ne denli kent tutkunu olursanız olun, tanıdığınız her kent de sizi geri çağıracak değildir elbette… Bunu kabullenip bir kenti, “benim” olanların arasına katmadan, klasman dışı kaldığını kabullenip bir kenara ayırmak, doğrusu bayağı zorlu bir iştir benim için… İyice emin olmam, sonuna kadar denemiş olmam, bu konuda üzerime tüm düşenleri (ki ne oldukları her kentte ayrı ayrı ve tamamen öznel ölçütlere göre şahsım tarafından belirlenir!) sonuna kadar yapmış olmam gerekir…
İşte bu yaman ikilem, en çok ve hatta belki de yalnızca ilk gidişte yaşanır… Sonradan benimseyip kanıksasanız da, belirli bir kentten olumlu elektrik almamış olmayı ve bir türlü gönlünüze göre bir ilişki kuramamayı başlangıçta inkar edip değiştirmeye çalışırsınız… Belki ilk kez olduğu için kendisini sakladı benden? Mahremine almadı; paylaşmadı umutlarını? Onun dilini konuşmuyorum belki? Öğrenmeye değmez mi? Ya da paylaşmaya benim dilimi? Belki mevsim yanlıştı veya ters bir zamanda geldim? Beni sınıyor kendince belki?
Ya ilk kez gittiğiniz bir kentte yaşanan deja vu duygusu? “Ben burayı biliyorum; daha önce gelmiştim” veya “Tanrım, ben bu sokağı rüyamda gördüm” yanılsaması…
“Sanki burada doğmuş gibiyim… Dükkanlar, ağaçlar, sokaklar, insanlar ne kadar tanıdık; çocukluk arkadaşlarımla saklambaç oynadığımız bahçe burasıydı ve sanki şu köşeden karşıma eski bir komşu çıkacak” sanrısı… Peki, ya bu doğruysa?!..
“Deja vu” duygusu, kent nostaljisi ile nasıl bağdaşır? Yabancı bir kentte, ilk kez geçtiğiniz yollarda, “Bu sokağı daha önce yürümüş gibiyim”; “Tuhaf, sanki bu köşeden daha önce de dönmüştüm”; “Hayret, biz senle daha önce bir kez daha burada buluşmamış mıydık gerçekten?” duygusu mu? İçiniz boşalır bir an; gerçeküstü bir şeylerin kokusunu alıp huysuzlaşırsınız… Ya da, yoksa yalnızca gerçek bir “hatırlayış” mıdır bu? Başka bir seferden? Başka bir bilincin derinliklerinden? Bir başka yaşamdan?
Evet, bir kente ilk gidiş, bir kentle ilk tanışma çok önemli çünkü kentten gelen ve artık sizin birer parçanız haline gelen tüm keyifler ve hatta eziyetler, söz konusu kente her gidişte yinelenmek üzere, katlanıp bir kenara kaldırılabilirler belki ama ilk gidişteki beklenti, heyecan, tatmin veya hayal kırıklığı da kolay kolay unutulmaz…
Güzin Yalın
Bu yazı, Güzin Yalın’ın yayına hazırlanmakta olan ‘Geri Çağıran Kentler’ adlı kitabından alıntıdır.