Biz Olabilmek

8 Mart 2022

Yokluklar, yoksunluklar, ulusların içlerini acıtır, gelecekten yansıyan ışıklarını karartır, bezdirir, bazen canından bile vaz geçecek hale getirir.

Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısı biterken, Türkiye, bütün dünya ile birlikte, o büyük kırım olan İkinci Dünya Savaşı’nı yaşadı. Şükürler olsun ki, o yıllarda, ülkeyi yönetenler, heyecanlarına, gururlarına yenilmeyen, aklı başında insanlardı. Ulusu bu savaşın içine sokmadılar, kırdırmadılar.

Savaşa girilmedi de onu izleyen uzun yıllar boyunca, yokluklar yaşanmadı mı? Hem de nasıl yaşandı… Ulusça neyimiz var, neyimiz yoksa seferber etmiş, koca bir orduyu beslemek, ondan geri kalanıyla yetinmek zorunda olduğumuz bilinciyle, özverinin doruklarında yaşıyorduk. Çok küçüktüm, nedenleri bilecek yaşta değildim ama kaç yaşında olursanız olun, yaşanılanların farkında olmamak olanaksızdı.

İlk kimliğimde, bana bu ülkenin vatandaşı olarak, savaş ve onu izleyen yıllarda verilmiş bez ve ekmek kuponlarının yapışık kalmış koçanları hala dururdu. Bez diye söz edilen amerikan beziydi. Patiska olmadığı için, annem üçümüzün toplam hakkı olan amerikan bezini kireç kaymağına koyar, ağartır, sonra da ondan evin, çarşaf, yastık kılıfı, masa örtüsü gibi ihtiyaçlarını karşılardı.

Bütün memur babalar gibi benimki de, işe giderken, takım elbisesinin içine frenk gömleği giyerdi. O günün koşullarında frenk gömleklerini yıkamak, ütülemek, yaka ve manşetleri kolalamak az iş mi? 1940’lı yıllarda Türkiye henüz çamaşır makinesiyle tanışmamış, yanılmıyorsam, bizim eve Amerikan malı merdaneli bir çamaşır makinesinin ilk girişi, 1953 veya 54 yılına rastlar. Bugünkü çeşit çeşit deterjanlar, ağartıcılar ne gezer! O zaman evin kadınına ne yapmak kalıyor? Bol bol çitilemek… Çitilemek demek, yaka ve manşetlerin çok çabuk hırpalanması demek. Gömlekler, yedek yaka ve manşetleriyle satılırlardı. O zaman şöyle bir sıra izlenirdi. Önce üstlerinde takılı olan yaka ve manşetler epriyince, ters yüz edilir, sonra sıra yedeklere gelirdi. Pekiyi,  artık ters yüz edecek yedek kalmadı, o zaman gömlek atılır mı? Hiç olur mu öyle şey? Dünyanın en yaygın üniversitesi olan “Aile ve Özveri Üniversitesi” mezunu, hatta “Beceriklilik” dalında doktora yapmış pamuk annem hemen devreye girer, küçük kızına gömleğin sağlam kalmış beden ve kollarından, robadan büzgülü, karpuz kollu yazlık elbiseler dikerdi. O yüzden çocukluk yıllarımda, benim pek öyle çiçekli, böcekli, kırmızılı, pembeli, mavili giysilerim olmadı. Benim olmadı da üst katta oturan arkadaşım Sevim’in ya da karşı köşedeki Ayben’in oldu mu? Onların da olmadı…

Frenk gömleklerinin beyazının, grisinin, bejinin birbirine yakın cansız renklerindendi bizim çocukluk giysilerimiz… Olsun, çocuktuk, kıkır kıkır güldük mü, giysilerimiz, açan çiçeklerimizden, gül bahçesine dönerdi…

Paltolar, ceketler de eskidiklerinde ters yüz edilirlerdi. Harp biteli on, on beş yıl olmuştu ama eşimin evliliğimizin ilk yıllarında giydiği palto, üniversitede okuduğu zaman ters yüz edilmişti ve hala onu giymeyi sürdürüyordu. Ben de yeni evlenmiş bir üniversite öğrencisiydim. Gençtik, eşimle birlikte kendimize birer deri ceket almak istiyorduk ama deri ceketlerin yanına yaklaşmak pek mümkün değildi. Aldık mı, aylık bütçe alt üst olacaktı. Öte yandan, neredeyse gözümüzü açtığımızdan beri, içine doğduğumuz ortamda , “ancak gerekli olan için harcama yapılır” öğretisi ile o günlere gelmiştik. Kendi kendime öğrenmiştim, elim biraz iğne iplik tutuyordu ama ben kim deri ceket dikmek kim! Benimki, tam anlamıyla, cin olmadan adam çarpmak! Denemek arzusu, içimdeki acaba yapabilir miyim merakı, o kadar ağır basıyordu ki, sonunda karar verdik, dericilerden kendimize birer ceketlik süet parçalar aldık.

Eski kumaş ceketlerimizin üstünden birer kalıp çıkarttım. Kalıpları annemin komşusu, terzi Hilkat ablaya gösterdim, “olmuş” dedi. O sırada sabunluk örmekte olan teyzesi de, örgüsünü bırakmadan, yan gözle şöyle bir baktı, başını salladı. Yani benim kalıplar, onay aldı. Böylece yarım buçuk bilgimle, kendimize birer süet ceket diktim, astarlı mastarlı, yarma cepli filan…  Allah bilir, nasıl oldu! Eşim ceketini işe giderken giyiyordu, ben de okula giderken… Yalnız şöyle bir durum vardı; eşimin kendi için seçtiği deri, zaman içinde biraz balık kokmaya başlamıştı! Nedenini bir türlü anlayamamıştık! Ben olsam dert ederdim de, o pek fazla üzerinde durmuyordu… Hem o kadar kusur, kadı kızında da bulunurdu! İçinde bulunduğumuz dönemi unutmamak gerekirdi! Düşünüyorum da yaptığımın, yaşadığımız günlerle filan alakası yoktu, teneffüse çıkmış ve birazcık yaramazlık yapmıştık, hepsi o kadar…

Pantolonların aşınan yerleri örülürdü, yeni bir pantolona sahip olmak kolay değildi. Aynı şey, ayakkabılar için de söz konusuydu. Tabanlara tam veya yarım pençe yapılırdı. Bugün pek çok kişi “pençe” nedir, diyebilir. Şimdiki sağlıksız suni deri ve köseleler henüz olmadığı için gerçek kösele tabanlar, çabuk aşınırdı. E tabanı aşınan ayakkabıyı atabilecek kaç kişi var? Gelsin yarım veya tam pençe… Tabanın aşınma durumuna göre! Bir de buruna ve topuklara demir parçalar taktırdın mı, ayakkabının ömrünü epeyce uzatmış olurdun. O küçük demir parçalar nedeniyle, her adımda atlar gibi nal sesleri çıkarırdık, artık onu da duymazdan gelirdik!  Örücüler, ters yüz edenler, pençe yapanlar, tamir işleriyle uğraşan bayağı iş kolları oluşmuş o yıllarda!

İnce kadın çorapları ne kadar dikkat edersen et, kaçabilir. Köşe başlarında, mahalle aralarında, çorapların çekildiği küçük yerler vardı. Tamirci, çorabınız kaç sıra kaçmışsa, alacağı parayı saptamak için sayar, sonra elindeki aletle takılıp kaçan iplikleri çeker ve ardından kaçakların tutturulduğu noktayı mecburen küçük bir dikişle sağlamlaştırırdı. O dikilen yerler ne kadar küçük olursa olsun, uzaktan bakıldığında, hanımların bacaklarına tatarcık konmuş gibi gözükürdü.

Annelerin dikiş kutularında, mutlaka bir taş yumurta bulunurdu, onu kocasının, oğlunun çorabının yırtılan yerlerine geçirir ve yırtığı örerdi. Bir çorap ancak örülemeyecek hale gelince atılırdı.

Un satılmıyordu; pamuk annem, günlük ekmek hakkımızdan kalanlarla, şeker yerine de üzüm ve başka meyveleri kullanarak bize ne güzel sürpriz tatlılar yapardı.

Dediğim gibi, o günleri göğüslemek zordu ama hiç ağır değildi. Çünkü bunu ulusça yapıyorduk, tıpkı bir vatan savunması gibi… Yoklukları, yoksunlukları, birileri için değil de, birlikte çekmek var ya, işte o, halkın bütün yorgunluğunu üzerinden alırdı.

Pekiyi, tek tük de olsa, bu savaşın içinde olmayan, bunu kendilerinin savaşı değil de, fırsatı görenler yok muydu? Vardı elbette. Bana inanmanızı isterim, evde ya da aile toplantılarında, büyükler kendi aralarında konuşurlarken, öylelerinden imrenerek değil, iğrenerek söz ederlerdi. “Harp zengini” denirdi onlara, fırsatçı denirdi, fakirin fukaranın ekmeğini yiyenler denirdi.

Neyse ki, bizler kalabalıktık, onlar tek tüktü, bütün insanlar o kadar kötü olamazdı çünkü… Belki de o yüzden, acıyan yerlerimizi topluca ovuşturarak, kırılıp dökülmeden, sabırla ferahlayacağımız günlere çıkabilmiştik. Geçmişi anlatan, ders niteliğinde çok şeyler söylendi, çok şeyler yazıldı. Yinelemek baş ağrıtmaktan başka neye yarar ki? Derken bir baktık, “dur bakayım, neler oluyor” filan derken, bugünlere gelivermişiz; üstelik de kendimizi biz ve onlar olarak ayrılmanın düş kırıklığı içinde bularak… Keşke geçmişte olduğu gibi, bugün de sıkıntıların topluca çekildiği inancı içinde olabilseydik. O zaman çocukluğumda, ilk gençlik yıllarımda olduğu gibi yaşananlara katlanmak, çok daha kolay olurdu.

Ayla Özberk

 

Yukarı