Bu Hafta Maçımız Var

15 Aralık 2021

Televizyonu açtığımda genç, güzel, çıtı pıtı şef, en tatlı gülüşüyle bir dahaki sefere yine birbirinden lezzetli yemeklerde buluşacağımıza söz vererek programını kapatıyordu. Derken, ekranda kocaman bir Beşiktaş amblemi belirdi, hemen arkasından Trabzonspor’unki… Ardından, tanımadığım bir sürü genç adam, ekranda boy gösterdiler. O iki takımın oyuncuları olmalıydılar. Ya maça gidip bu oyuncuları sahada top koştururken, hünerlerini sergilerken seyredecektin ya da önünde atıştırmalıkların, onları yerken, evinde, ayaklarını uzatmış, yarı yatar, yarı oturur vaziyette izleyecektin; tabii bu kez o yayını yapan kanala üye olup para ödeyerek…

Ekrandaki genç adamlardan hiç birini tanımadım desem; “tabii, bu yaşta, hem de bir kadın olarak” derler ama onu demek istemiyorum. Görünenlerin içinden ancak bir iki tanesi Türk tipli, gerisi hep yabancı da ondan öyle söylüyorum.

Çok uzun yıllar önce, galiba beş yaşındayken, babam elimden tuttu, “Gidiyoruz,” dedi. Nereye? Bilmiyorum. Sordumsa da söylememiştir, eminim. Tramvaylara bindik, indik, epey uzak bir yerlere geldik. Kapısından girdiğimiz yerin ortasında kocaman toprak bir boşluk vardı ve merdivene benzer oturmak için bir sürü yer… Bir süre sonra ortadaki toprak alana genç adamlar yayıldılar. Ayaklarındaki top, hiç durmadan ondan ona sekip duruyor; alkışlar, bağırmalar, kıyamet kopuyor… Kimse yerinde durmuyor, oturanlar ikide bir ayağa fırlıyor. Bu durumda rahat göreyim diye, babam beni omuzuna oturttu. Görürsem ne anlayacaksam! Sonunda koşuşturmaca bitti. Kalabalık boşalmaya başladı. Bağırmaktan yorgun ama mutlu yüzler… Nedenini sonradan, çok sonradan anlıyorum. Maç Beşiktaş takımı ile bir İzmir takımı arasındaymış ve Beşiktaş maçta beş gol atmış. İstanbul’dayız, bulunduğumuz yer Beşiktaş, etrafımız hep Beşiktaşlılar…

Çıktığımızda babam, böylece baba-kız ilk maçımıza gittiğimizi Beşiktaş’ın maçı kazandığını söyledi. Tamam, o halde, “Ben de bundan sonra Beşiktaşlıyım,” dedim.

Kendisine eşlik edecek bir oğlu olmadığı için sanırım, yıllar yılı hep maçlara gittik. Ardından o kadar sık olmasa bile bunu eşimle de sürdürdük. Sonunda göre göre, sora sora, futbolun kurallarını epey öğrenmiş olduğum için evde maç eleştirileri yapıldığında anlar hale gelmiştim. Her hafta biletimiz hazır, Beşiktaş, Akaretler’de oturduğumuzda, o zamanki adıyla İnönü Stadyumu’na yürüyerek gidiyoruz. Ortaokul üçüncü sınıfta olduğum yıl, babam çok sık hastalanıyordu; böbrek taşları onu fena halde rahatsız ediyor ama kendisi gidemediğinde benim maça gitmemi istiyordu. Gitmeli, çok dikkatle izlemeli ve dönüşe maçı babama anlatmalıydım. Görevliyim yani!

Annem yine “Ama Kadri…” diye başlıyor, ben, “En aslan yürekli Rişar” hallerimle, “Merak edilecek bir şey yok, rahat ol anne!” diyorum. Dönüşte bülbüller gibi şakımak için maçı bir çift değil, on çift gözle izliyorum sanki!

Geçen zamanla, ciddi bir Beşiktaşlı olarak, tüm oyuncuları tanıyorum.  Kaptan Baba Hakkı’dan, Hakkı Yeten’den tutun da Vedii’ye, Samed’e, Fiorentinalı Şükrü Gülesin’e, Metin-Feyyaz-Ali üçlüsüne, bir kaptan olarak kendini takımının her halinden, her bireyinden sorumlu tutan Atom Karınca Rıza’ya kadar kimler yok listemde… Tabii ilerdeki yılların efsanevi Başkanı Seba, apayrı birisi!

Yalnızca Beşiktaş oyuncularını değil, karşılaşmalar nedeniyle, ünlü kaleci Cihat Arman’ı, Berlin Kaplanı Turgay Şeren’i, Kral Metin’i, top geçer, adam geçmez Naci’yi, Ordinaryus Lefter’i, uzun bıraktığı kâkülünü savurduğunda kadınların yüreğini hoplatan Fikret’i, geçmişin ünlü oyuncularını zaman içinde izlemek fırsatım oluyordu. O günlerde bütün oyuncular Türk’tü. Yıllarla birlikte tek tük yabancılar gelse bile, bir süre sonra bizden olurlar, gitme vakti geldiğinde vedalaşmalar, pek acıklı olurdu. Tam anlamıyla kopup gidemezler, bir ayakları burada kalırdı. Pascal Nouma’nın Türkiye’de girmediği boya mı kalmıştı? Filmlere, Survivor’lara kadar… Kendisi biraderimiz, karısı yengemiz, çocukları yeğenlerimiz olan Alex’in Fenerbahçeli heykelini bile dikmemiş miydi? Rivayet tabii, elin ağzı torba değil büzesin, onun bu kadar sevilmesi Başkan’ı rahatsız etmiş de memleketine o yüzden yollanmış diye etrafta dedikodular dolaşmıştı.

Ya teknik direktörler? Onlar da tekrar tekrar Türkiye’de takımlar çalıştırdılar, gidip gidip geldiler. Hatırladığım kadarıyla Jupp Derwal, önce yerine geçecek teknik direktörü yetiştirmiş, sonra gitmişti. Fi tarihinde bir Molnar vardı, tekrar tekrar Türkiye’ye gelmek için o yarım Türkçesi ile haberler uçururdu; “Ben var gelmek Fenerbaaçe, şampiyonat yapmak,” diye…

Evlendikten sonra bazen babam ve eşimle birlikte gidiyoruz. Ben malum, Beşiktaşlı, eşim Fenerbahçeli ama babamı bilmiyoruz. Söylemezdi ki, tuttuğu takım yenilirse, sataşıp kızdırmayalım. Tepkilerinden bir sonuç çıkartmaya çalışırdık.

Yeni evlendiğimde, annemlerin oturduğu ev Üniversiteye yakın. Öğle yemeklerini orada yiyorum. Sevgi sosunun cömertçe kullanıldığı, usta işi yemekler… Yemeğe gittiğimde babam, milli maça biletim var, gider miyiz, dedi.  Bir düşündüm: Devamsızlığım yok, o gün öğleden sonra olan derslerin notlarını da arkadaşım Şermin’den alırım.

“Olur,” dedim.

Tribünde tam yerimize oturduk, futbol meraklısı Eczacıbaşı Ailesi’nin bütün erkekleri sıra sıra önümüzden geçtiler.  Eşim, Eczacıbaşı İlaç Fabrikası’nda çalışıyor ve en genç Eczacıbaşı ile bütün gün beraberler… Geçerken selamlaştık.

Sonucu hatırlamıyorum, babamla ikimiz evlerimize gittik. Akşam gelen eşim, bildiğim, tanıdığım adam değildi sanki! Tuhaf, gergin, sararmış…  Normal olmasına çalıştığı bir sesle sordu

“Ne yaptın bugün? Günün nasıl geçti?” Arsız arsız gülüyorum.

“Okulu kırdım, babamla maça gittim.”

Yarabbim! Bir insan ancak bu kadar değişebilirdi… Karşımda yüzü, kasları yerli yerine oturuyordu. Kulak versem, belki de kasılmış kaslarının gevşerken çıkardığı sesi duyabilirdim. Rengi de düzeliyordu. Şaşkınlıkla bakıyordum.

“Oh be! Söylemeyeceksin diye aklım başımdan gitti! Bugün, genç Eczacıbaşı’nın adını söylüyor, sırıta sırıta geldi, bana, karını bir adamla maçta gördüm, dedi, beni deli etti. Benzetmişindir, o okulda deyince, ne benzetmesi, selamlaştık bile, demez mi? Benimle dalga geçti!”

“Ya bana söylemezsen, diye ne kadar korktum, biliyor musun?”

“Benim için nasıl böyle düşünürsün?” deme sırası, kırıldığımı, hem de çok kırıldığımı söyleme, sitem etme sırası bendeydi.

Biz gençlikten orta yaşlılığa doğru yol alıyoruz, sahalar hiç boş kalmıyor, maçları izleyenler, birlikte seviniyor, üzülüyor, heyecanlanıyordu. Annemin bir arkadaşı vardı, Fikret Abi, bir üst düzey bürokrat, İstanbul efendisi, çelebi, zarif bir bey! Gel gör ki, maça gittiğinde yerine bir başkası geliyor, bağıran, çağıran, yerinde duramayan… Eğer birlikte gitmişsek, dönüşte, sesi öylesine kısılırdı ki, işaret diliyle anlaşırdı etrafındakilerle!

Bazen düşünürüm, zamanla bu kadar iç içe olduğumuz halde, aslında zaman bize hiç acımaz! Temposunu aksatmadan yürürken, tırpanını savurup hasadını yapmayı ihmal etmez. Bu zavallı kadın, onlar olmadan ne yapar demeden, önce annemi, ardından babamı, bir süre mola verip eşimi aldı.

Artık maçları televizyonda bile çok seyrek olarak seyretmeye başlamıştım, yalnız izlemek tat vermiyordu ama gazetelerin spor sayfalarına bakıyordum. Alışılmıştan çok yabancı futbolcu ismine rastlıyordum. Yedi-sekiz yıl önce Karamürsel’deki mahkemem nedeniyle, İstanbul’dan genç bir avukat ve bir stajyer gelmişlerdi. Duruşmadan sonra denize karşı bir yemek ve üstüne bir kahve içmek üzere eve davet ettim. Geldiler. Ben yemekle ilgilenirken, gençler aralarında konuşuyorlar. Konuşmanın gelişinden Beşiktaşlı olduklarını anlıyorum. Torunum lafa karışıyor:

“Anneannem de Beşiktaşlıdır.” İşte tam o anda, genç avukatın, “Bu mu, bu yaşlı kadın mı” bakışını görüyorum. Ne yazık ki, o kadarda kalmıyor, biraz da alaycı bir sesle, eğlenmek istercesine, “Bu yakınlarda Beşiktaş’a kim geliyor, biliyor musunuz?” diye soruyor. Ne amaçla sorulduğunu anlamamış gibi, en saf halimle yanıtlıyorum:

“Beşiktaş’ın yeni karizmasını mı, Quaresma’yı mı soruyorsunuz?” Bekletmeden, Beşiktaş’a, onun geçmişine ait öyle şeyler soruyorum ki…  Karşımdakiler genç çocuklar, sorduklarımın yanıtlarını nereden bilsinler! Yaptığım acımasızlıktı ama kendimi tutamamıştım işte!

Bugün artık bir gazetenin spor sayfasına bakacak olsam, o hafta, o gün karşılaşan takımlarda, iki, üç Türk oyuncu var mı diye, göz atıyorum. Bunu neden yapıyorsam, kendimi neden üzüyorsam? Bilemiyorum…

“Minareyi çalan kılıfını hazırlar” diye bir deyiş vardır; pek severim. Böyle olmasının nedeni, kaliteli yabancı oyuncuları getirerek, onların oyunlarını halka izlettirmekmiş… Neredeyse, insanın bu kadar yüce(!) duygularla hareket edenlere saygı duyacağı geliyor! İşit de inanma, derler adama! O usta oyuncu, buradaki A takımına gelip iyi oynadığında ve kendi reklamını yaptığında, amacı, onu bu güzel oyunu için daha yüksek transfer ücreti ödeyerek alacak B takımına göz kırpmak değil mi? Yani hünerini satmak için Türkiye’yi podyum olarak kullanmış olmuyor mu? Kafam karışıyor ve o yüzden gazetedeki oyuncu kadrolarına bakarak canımı acıtmakla yetiniyorum.

Gençler bilmezler, eskiden bir futbolcu, mahalle takımı aşamasından geçip de sonunda geldiği yerde, spor hayatını tamamlardı. Bunun tersine pek hoş gözle bakılmaz, puan verilmezdi! Hele de yeni geçtiği kulüpte, yeni formasıyla eski kulübüne bir de gol atarsa, gerisini ben söylemeyeyim… Aman aman aman…

Kesinlikle fanatizmden söz etmiyorum; saf, temiz duygularla bağlanmanın, kendini boşlukta hissetmemenin, beraber gülüp beraber ağlamanın, gurur duymanın, topluca örnek davranışlarda bulunmanın, dayanışmanın çok hafife alınmaması gerektiğini sanıyorum. Birleşmiş Milletler gibi olan, içi lejyoner dolu takımların taraftarlarının, o takımın başarısıyla sevinip, yenilgisiyle üzülmelerine pek aklım yatmıyor. Bu hal, bana şaşırtıcı geliyor.

Anlaşılan, ben çok gerilerde kalmışım. “Ha şunu bileydin” seslerine kulaklarımı tıkıyorum… Bugünlerde para denen nesnenin, işin içine girip de bozmadığı hangi değer kaldı acaba?

Var mı kızların voleybol maçları gibisi? Voleybol maçlarını izlemeyi eskiden beri severdim. Özellikle evlendikten sonra, eşimle Eczacıbaşı Kız Voleybol Takımı’nın maçlarını kaçırmamaya çalışırdık. Bugünlerde en hoşlandığım şey, Kız Milli Voleybol Takımımızın maçlarını televizyonda izlemek.

  Hemen ekranın karşısındaki en rahat koltuğa oturuyorum. Ayaklarımı uzatıp yerleşiyorum. Sağ yanımdaki sehpada bir fincan kahve, fincan dedimse, çay fincanı tabii… Yanında olmazsa olmazı bitter çikolata ve fırından yeni çıkmış, kokusu bütün evi sarmış, zencefilli, neskafeli, tarçınlı, Hindistan cevizli birkaç parça kurabiye, elbette yulaflı…

Şimdi kapı çalar da biri gelirse diye heyecanlanıyorum. Eğer voleybol maçlarını seyretmekten hoşlanan biriyse, buyursun gelsin, ne güzel, birlikte tezahürat yaparız! Sehpayı ortamıza alırız, kurabiye tabağına birkaç parça kurabiye daha koyarım, olur biter.

Ayla Özberk

Yukarı