Görüntülenme Sayısı: 40
Canım yaz! Ne severim, o bitmek tükenmek bilmeyen upuzun günlerini… Daha sabahın beşinde, beş buçuğunda çok sevdiğiniz biri omuzunuza dokunmuş, yumuşacık, okşayan sesiyle kulağınıza fısıldamış gibi, yavaş yavaş, pembe pembe etrafı aydınlatmaya başlar. Gel de sevme, gel de mutlu olma! Ardından al sana saatler sürecek olan bir güzelim yaz günü! Sağına soluna dön, her türlü işini yap, gez, yürü eğlen, akşamın sekizi, sekiz buçuğu olmuş, etraf hala aydınlık! Akşam güneşi giderayak, batarken dünyaya, dünyalılara bir de gurup şöleni verir, en katı yürekleri bile eritir…
Ya kış günleri! Bir acele, bir telaş, bundan sonra nereye gidecek, nereyi aydınlatacaksa, güneş, göz açıp kapayıncaya kadar, batar gider… Bir bakarsınız, yepyeni, gıcır gıcır, hiç kullanılmamış bir gün, dün olduğu, ondan önceki, ondan daha önceki günlere olduğu gibi, zamanın çöplüğüne atılmış gitmiş. Adeta bir zaman savurganlığı!
Söylendiğine göre böyle günlerde antidepresan tüketimi daha da fazla olurmuş. Doğruluğu, yanlışlığı konusunda bilgi sahibi olduğumu söyleyemem ama o yolu seçenlerden olmamaya çabalarım. O yüzden, yapabileceğim, yapamayacağım her şeye, bir kez olsun bulaşmaya, burnumu sokmaya, denemeye çalışıyorum, günümün kullanılmadan geçip gitmesiyle canımı sıkmasına izin vermemek için, tabii ortamın, tabii koşulların olanak verdiği kadarıyla.
Buraya kadar yazdıklarıma bir göz attım, mevsimi bayağı bayağı suçlamışım. Her ne kadar kış, sütten çıkmış ak kaşık değilse de, günden güne kabaran sorunların, bir üç, beş kişide değil, tüm toplumda oluşturduğu yüksekliğin Himalaya’nın zirvesini aştığını, garibim kışın yarattığı sıkıntıların, onların yanında Çamlıca Tepesi bile olamayacağını görmemek için, insanın görme sorunu olması gerekir. Hepimiz sıkılıyoruz, hepimiz bunalıyoruz. Boşuna mı dostlar arasında, telefonlarda, eski deyişle “teati” edilen, “hiç olmazsa küçük sevinçlerle, küçük mutluluklarla yetin”, “bak yalnız değilsin, dostun var, arkadaşların var”, “güzel günler yakında” ya da “unuttun mu, bu millet nasıl kalkındı, küllerinden doğdu” temalı mesajlar…
İşte yine bir eski deyişin yeri geldi: “Arz talep meselesi” Toplumların eğer, böylesi ruhsal onarımlara, desteklere gereksinimleri olmasa, bu içerikleri taşıyan mesajlar da bu kadar gündemde olmaz, diye düşünüyorum. Bilemem, belki de yanılıyorum.
Bir de sınıflandırmalar ve uyarılar var ki, onlar da cabası… “Altmış yaş üstündekiler, bu yazıyı dikkatle okusun”, “55-80 yaş arasındakiler, aşağıdakileri göz ardı etmeyin”, “her gün 7000 adım atın”, “tahinle gelen mucize”, “günde sekiz bardak su içmeyi unutma” ve benzerleri… “Bunları dikkate al, birkaç tane can arkadaşın olsun, sakın arkadaşsız kalma, birlikte çay, kahve için, bakın o zaman dünya size nasıl tozpembe görünecek, ebedi gençliğin sırrına ereceksiniz” içerikli yazılar…
Bu mesajlara gösterdiğim tepki, her zaman aynı olmuyor, çünkü ben her zaman aynı olmuyorum. Bazen bana o mesajı yollayan arkadaşıma, dostuma katılıyorum; hatta az buçuk pekiştirme yapıyorum ki, birazcık mutlu olsun. Eğer o gün benden hayır yoksa, bu kez, mesajı bana yollayanı yanıtlarken içeriği çürüterek, sanırım gönderenin keyfini kaçırıyorum. Aslında kimsenin, hele de arkadaşlarımın canını sıkmayı hiç istemem. Keşke böyle yapmasam ama galiba, gelen iki tatlı sözle, bir şeylerin düzelmeyeceğini bilen bilinçaltım, bana bunu yaptırıyor!
Oysaki geçenlerde, bir nedenle, altı yedi yıl önce yazdığım “Maydanoz Kızla Çıt Oğlanın Masalı” (Tadın Kıyısında) adlı öyküye bakıyordum. Öyküyü bugünkü ben değil de Polyanna yazmış sanki! Nasıl da keyifliymişim! Yetmemiş, başkalarına da küçük mutluluklardan, mutlu olmanın yollarından söz edip ukalalık yapmaya cesaret etmişim. Kimseden bir beklentim olmadığına göre, o gün söylediklerime inanıyordum mutlaka… Aslında, öyküde öyle iddialı bir şeyler yok. Çiçekler, çiçeklikler, fideler, fidelikler, domatesler, falan filan… Başlıca kişiler ise, Maydanoz adlı kedim, yüzünü bir kez bile görmediğim bir kuş ve bunların ortasında doğal olarak ben…
Kısa bir süre önce, bunlar beni mutlu etmeye yeterken, bugün niçin bu kadar hırçınım, gözyaşlarım niçin her an boşalmaya hazır, ara ara istemsiz olarak çıkardığım “öf pöf” seslerinin, kulaklarımda yirmi dört saat aralıksız devam eden çınlamayı bile bastırabilecek güçte olması neden? Kim, ne, hangi etkenler, hangi etmenler, beni bu hale koydu? Çiçeklerle kuşlarla mest olan yakın geçmişteki kadın mı, yoksa yeri geldiğinde, zorunlu durumlarda gülümsemeyi başarabilmek için çaba sarf etmek zorunda kalan bugünkü ben mi daha gerçek? Bu halin yalnızca bana özgü olduğunu düşünecek kadar saf değilim elbette! İçinde bulunduğum çokluğun büyük kitleler oluşturduğunu hissetmek, belki de bana bir tür “yalnız değilsin” mesajı veriyor. Telefonlarımıza gelen “mutlu ol” içerikli mesajlar da bu yüzden bu kadar bol! Tüketilen avuç dolusu antidepresanların çokluğu da sanırım aynı nedenden…
İşte yazımın tam da burasında, bir mucize gerçekleşti: “Bir fincan kahve” teklifi aldım. Teklifi yapan, “belli tıkandın kaldın, sana bir kahve yapayım da zihnin açılsın” demez mi? Al sana bir küçük mutluluk! Bunu hiç kaçıramazdım doğrusu… Sevinçle kabul ettim ve bir anda, yazdıklarımı, C. Süreya’nın dizeleriyle bitirmeye karar verdim, çünkü şair,
“Uçmak için kuş olmak gerekmiyor,
Küçük sevinçler olsun yeteri” diyordu…
Ayla Özberk
Her satırın ayrı bir tadı var. Nekadar doğal, akıcı.
Yazılarınızı hepsi bir birinden güzel. Hele o Süslü Yalı beni benden aldı.
Sevgiler.