Tahta oyuncak gemiler, tekneler veya takalar evimizin minicik aksesuarları… Her birinin alındığı yerlere bağlı anıları var. Gerçi aslında yakın olsalar da birbirlerine değmeden duruyorlar ama kesinlikle güçlü bir ilişkileri ve birbirinden bağımsız oldukları halde gerektiğinde ortaya çıkan ortak bir bağları mevcut. “Sanki psikoterapideki terapist ile terapi alan kişilerin beraberliği gibi” demişti deprem sırası travma teknikleri öğrendiğim, yurt dışından gelen değerli bir terapist meslektaşım. Bu tanım genel olarak gemilerle ilgili ilginç bir metafor olarak kalmış aklımda. Benim minik koleksiyonumdaki rengârenk takaların, balıkçı motorlarının ve aralarına serpiştirilmiş çeşit çeşit deniz kabuklarının ortak noktaları her birinin bende saklı olan anıları, alındıkları yıllar, o sırada yaşanmış olan olaylar. Ve yazları adadaki evimin önünden plajlara giden minik “vaporetto”ların içimde uyandırdığı yaşam coşkusu… Bir de anmadan geçemeyeceğim, çocukluğumda plaj eğlencemi oluşturan, üzerinde kaplumbağa resmi olan iki kişilik tahta kayığım.
Benim için gemileri sanatlarla buluşturan dünyada, Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi” romanındaki gemide çalışan babasını bekleyen çocuğun çeşitli hayallere dalarak, yaşadığı sıkıcı dünyadan bir nebze uzaklaşmaya çalışması oldukça etkileyicidir. Bu arada Edip Cansever’in ölen arkadaşını “Tam Ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda” diye anıp “Sevgisizlikti onu aramızdan çekip çıkaran” diye sürdürdüğü ve “İster kalksın ister kalkmasın, bana ne yolculuktan” diye bitirdiği “Saat Onda Kalkacak Vapur” şiiri de benim için asla aklımdan çıkmayan farklı bir gemi imgesi yaratmıştır. Enrico Macias, “Adieu Mon Pays” adlı unutulmaz şarkısında, doğup büyüdüğü ülkesi bağımsızlığını kazanınca onu ve sevdiği kızı sonsuza dek terk etmek zorunda kalışının acısını, kendisini Fransa’ya götüren geminin güvertesinde yaşadığı çağrışımlarla ne güzel dile getirir.
Gemiler ne çok filme de konu olmuştur…Fellini’nin muhteşem filmi “Amarcord”da kasaba sakinlerinin ülkelerinin gururu olarak sunulan dev transatlantiği görebilmek için her tür, irili ufaklı deniz aracına atlayıp sisli denizin ortasında saatlerce bekleyişlerini unutamam. Üstadın bir diğer filmi “Ve Gemi Gidiyor”da yine bir gemide yaşanan fantastik olaylar insanı büyüler. Bir diğer İtalyan yönetmen Guiseppe Tornatore’nin, tüm ömrünü üzerinde doğduğu gemiden karaya bir gün bile adım atmadan, yemek salonunda piyano çalarak geçiren yalnız adamın geminin hurdaya çıkarılmasına karar verildikten sonra yaşadıklarını anlatan hüzün yüklü “1900 Efsanesi” filmi de unutulmazlar arasındadır. Theo Angelopoulos’un ise, “Ulysses’in Bakışı” filminin açılış sahnesinde, Balkanlara sinemayı ilk kez getiren Manakis Kardeşlerden Yanaki’nin rıhtımda kamerasının başında gerçekleşen ölümünü, giderek uzaklaşarak ufukta kaybolan beyaz bir yelkenliyle betimleyişi muhteşemdir. Tıpkı Claude Sautet’nin “Hayat Bağları” filminde, buna benzer bir sembolik anlatımla, eşi Catherine (Lea Massari) ile sevgilisi Hélène (Romy Schneider) arasında kalmış Pierre’in (Michel Piccoli), cebinde sevgilisine veda mektubuyla ailesine dönerken yaşadığı trafik kazası sonrası ölümünü, eşi ve çocuklarıyla gezintiye çıktığı beyaz yelkenliden denize düşüp denizde ailesinden giderek uzaklaşarak kaybolduğu hayali bir sahneyle anlattığı gibi. Bu filmde, Catherine’in eşinin cebinde bulduğu veda mektubunu sevgilisine vermemesi filmin etkileyici finalini oluşturur.
Gemiler, yola çıkma, bir yerden ayrılma, geride bir şeyler bırakma, yalnızlık ve hüzün çağrıştırır bana. Edip Cansever’in dediği gibi ”Söyle be ne zamandır burada bu gemi/denizin değil hüznün üstünde/belki yarın gidecek/bir anı gelecek başka bir anının yerine”… Bir de sevdiklerimizi alıp götüren “Sessiz Gemiler” vardır ki onlar çıktıkları yolculuklardan asla geri dönmezler. İşte o zaman tek sığınağımızdır anılarımız. Ne kadar hoş anı kalmışsa ardımızda o kadar teselli buluruz.
Füsun Aygölü