Deprem, keşke olmasaydı ama ne yazık ki oldu ve beraberinde yaşantımızdaki bütün konuları bir kenara attı, her şey önemini kaybetti. Öylesine ki, son yıllarda cümlelerimizin adeta noktası, virgülü olan, ağzımızı her açtığımızda sözü, nereden, nasıl oraya bağladığımızın farkında olmadığımız, hayat pahalılığı bile onun gerisinde kaldı! Çünkü “pahalılık” yaşamakta olan insanlar içindi. Hayatta olmayan biri için etin veya peynirin ucuz olmasının ne önemi olabilirdi? Herkes, hepimiz, tüm gücümüzle, bu yaşananların enkazını kaldırmaya uğraşsak bile, kim bilir kaç on yıllar boyu, giden canların geride bıraktığı acılar avutulamaz.
Öte yandan bu afet, son yirmi beş yıldır, geldi, gelecek, oldu, olacak diye beklenen, tepemizde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanan İstanbul depremi konusunu gündeme getirdi, hem de tüm korkutuculuğuyla… Çünkü herkes bilir ki, İstanbul depremi demek, Türkiye depremi demektir. Bunu bir İstanbullunun şehrini önemsemesi olarak değil, bir gerçeğin ifadesi olarak söylüyorum.
Bu kadar yayılmış, bu kadar göç almış ve almakta olan bir İstanbul’u, ben, köşesinde oturan bir yaşlı kadın olarak ne kadar bilebilirim ki böyle iddialı konuşuyorum, diye düşünmüyorum çünkü bu gerçeği bilmemek olanaksız. Türlü engeller nedeniyle, kullanamadığım toplu taşıma araçlarından birine binmek için durağa gitsem, sanırım, geçen otobüslere şaşkın şaşkın bakarım. Öyle ya! Benim hiç duymadığım semt isimleri dolu. Üç yıldır oturduğum evin 25-30 metre ötesinden Arnavutköy- Mecidiyeköy otobüsleri kalkıyor. Bunu ilk öğrendiğimde kendi koşullarımı unutup bir sevindim, bir sevindim, “a ne güzel, bu yolla her yere ulaşmak mümkün” dedim. Sonra da otobüse binemeyeceğimi hatırlayıp boynumu büktüm, “gençler için çok iyi” diye güya heyecanımın yönünü değiştirdim.
Şehirle aramızdaki mesafenin gitgide açıldığını hissediyordum ama o gün, uzun zamandır bildiğim bu gerçeğin, sanki somutlaştığını gördüğüm bir gün oldu.
İstanbul, bütün heybetiyle, var olup olmadığını bilemediğim kuralları içinde, serpiliyor, değişiyor, belki de kendinden gitgide uzaklaşıyor, milyonlarca insanı barındıran bir yer olma haline dönüşüyor.
Bilemiyorum, belki aransa, yer yer, küçük küçük, kıyıda köşede kalmış “eski İstanbullar” bulunabilir ama şehri tümüyle, tadıyla, tuzuyla, gelenekleri, kültürü, incelikleri, konuşma tarzıyla bulmak, sanırım mümkün değildir. Kendi geçmişimde tanıdığım şehir, benim bildiğim İstanbul’ken, tıpkı Ümit Yaşar Oğuzcan’ın şiirinde dediği gibi nereye baksan orada İstanbul’u görürdün.
“Çocuk bir olta atmış denize gördüm
Çekmeğe başladı, oltada İstanbul”
Hey gidi günler! Şimdi Boğaz’ın ancak bir iki yerinde, beş on tane istavrit tutulursa, ne ala! Çocukluğumda, gençliğimde, evinin önünden bile, oltanı atsan, çinakop çıkardı, lüfer çıkardı, bırak diğerlerini… Şair şiirini,
“İnsan bir kere sevmeye görsün, anladım
Nereye gidersen git, orada İstanbul” diye bitirmişti o yıllarda.
Şöyle bir düşünelim, 18. Yüzyılda, Nedim, “İstanbul’un evsafını mümkün mü beyan hiç” dememiş miydi, şehri tüm güzelliğiyle anlatmanın olanaksız olduğunu söylememiş miydi? Asırlar boyu bu böyle sürmüş gitmiş. Kültürle, sanatla uğraşanlar, şehri şiirle, nesirle, tarihle, oyunla, sinemayla, resimle, fotoğrafla, yani duygularını, izlenimlerini, içlerinde birikenleri hangi yolla anlatabiliyorlarsa, o yolla anlatmaya uğraşmışlar. Çünkü bu şehir çok eski ve çok değerli. Yüzlerce yıl önce değil, daha yakın tarihlerde, büyüklerimiz, bir milyon nüfuslu bir şehirden söz ederlerken, bugün ağzımız, on sekiz milyon, yirmi milyon rakamlarıyla doluyor; yani neredeyse ülkemizin nüfusunun dörtte biri kadarından söz ediyoruz.
Belki hatırlayanlar vardır, trafik yoğunluğunun olmadığı boş yolları… Şehrin belli başlı meydanlarında, kavşaklarda, ışıklar yokken, trafiği yöneten polisleri… Her gün hep aynı saatlerde, hep aynı noktadan geçen yayalarla ya da araba sürücüleriyle trafik polisleri arasında oluşan tanışlıklar, göz aşinalıklarına dair ne hoş, ne sevimli fıkralar anlatılırdı…
Önceleri, bütün tarihi şehirlerde olduğu gibi İstanbul’dan da “sur içi” ve “sur dışı” diye söz edilirmiş. Şimdi İstanbul’un nerede bittiğini, Tekirdağ’ın nerede başladığını, yolda bir uyarıcı levha gördüğünüzde anlayabilirsiniz. Ben Karamürsel’e giderken, Kocaeli il sınırına girdiğimizi öyle anlıyorum da!
Yahya Kemal Beyatlı, bir tepeden “Aziz İstanbul’una bakarmış, bugün gökdelenlerin birinin penceresinden bakmaya kalksanız o İstanbul’u göremezsiniz her halde. Denizde dersek, sadece art arda geçen roroları, şilepleri, tankerleri görüyorum artık. Siz rastladınız mı bilmiyorum, ben eskiden, çocukluğumda, ilk gençlik yıllarımda, Boğaz’da futalar, kikler, yelkenliler, kayıklar süzülürdü. Bazen, bugün göremediklerimin eski şehrin şiirinin kaybolan dizeleri olduğunu düşünüp hüzünleniyorum. İstanbul depreminin olası büyüklüğünü gözümün önünde canlandırırken, bir de baktım ki hep yaptığım gibi kendimi kaptırmış, eski şehri anlatıp duruyorum.
Öte yandan teker teker veya yığın yığın eksilen o özellikler, aslında İstanbul’un son elli, altmış yıldır hiç durmadan büyük bir şiddetle sallandığını ve onu İstanbul yapan niteliklerin yok olmakta olduğunu da göstermiyor mu?
“İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık, yarısı kuş” demiş, Eyüboğlu, İstanbul Destanı’nda. Okuyanın, dinleyenin, bakanın, görenin ruhunu, yüreğini hafifletip o martının kanadında göklere uçurmuş. Ne yazık ki, yaşadığımız günlerde endişeyle beklediğimiz depremin tedirginliği, elimizin altından kaçıp gitmekte olan değerlerin verdiği hüzün, uçmak bir yana şimdilerde yüreklere taş gibi oturdu, kalkacağa da benzemiyor.
Aklıma eski İstanbullu hanımların söylediği bir söz geldi: Söylenecek söz, bir sürü de yapılması gereken olduğunda, “bu pirinç daha çok su kaldırır” derlerdi. Konu İstanbul oldu mu söylenecek, yapılacak çok şey olduğuna göre, zaman içindeki gelişmelere bakarak bunlardan belki de ileride yine söz edebiliriz, deyip yazdıklarımı noktalamak sanırım en doğrusu olur.
Ayla Özberk