Kapuska

13 Haziran 2022

Görüntülenme Sayısı: 5

Son zamanlarda, bilim adamları yaşlıların yeni şeyler öğrenmeleri, algılamaları ile ilgili öyle güzel bilgiler veriyorlar ki, çok keyifleniyorum. Benim yaşımda olup da keyiflenmemek mümkün mü? Öncelikle, ihtiyarlar öğrenemez, diye bir şey yokmuş; bal gibi de öğrenebilirmişiz… Buna bütün kalbimle hem inanıyorum, hem inanmak istiyorum.

Mesela ben, son zamanlarda, günün koşullarına göre alışveriş etmeyi öğreniyorum. Yalnız yeri gelmişken belirteyim, bunun bir adım daha ötesini, yani “hiç alışveriş yapmadan nasıl yaşanır” aşamasını hiç öğrenmek istemiyorum.

Arnavutköy Pazarı, Salı günleri, oturduğum evden üç dört bina ötesine kuruluyor. Pazar dedimse, öyle büyük bir yer düşünülmesin. Arnavutköy’ün daracık sokaklarının daracık evlerinden, beş tanesi yan yana iki sıra, eder on tane, işte o on ev anca sığar. O kadar küçük… Aslında haftanın diğer günleri otopark olarak kullanılıyor. Alışveriş için akşam altı buçuk, yedi oldu mu, pazarın yerinde yeller eser. O nedenle çoğu kez insanların umutla bekledikleri akşam pazarı durumu gerçekleşmez.

Öğreniyorum dedim ya, iki hafta önce, pazardan ilk defa, tane ile kabak ve dolmalık biber aldım, dolma yapmak için. Geçen hafta, orta boydan bir “tık” büyük bir kereviz aldım; fazla büyüğünü alma riskine girmedim, içi boş olabilir, diye. Pazarcı, “Ne yapacaksın tek kerevizle?” diye sordu; kısaca “Çorba,” dedim.

Oysaki o tek kerevizimi, yarım elma, bir patates, bir irice havuçla birleştirdim. İçine bir iki ince dilim limon, bir tutam pirinç koyarak, zeytinyağlı pişirdim. Mis… Yeme de yanında yat! Bir akrabam, “Sen kerevize enginar muamelesi yapıyorsun!” diyor. Haklı olabilir ama bir yere kadar, enginar, enginardır… Bence sebzelerin kraliçesidir. Bir öğrencim vardı, kulakları çınlasın, Neşe, “enginar derken, gözleriniz bir başka bakıyor” derdi!

Bu arada iradem nedeniyle kendimi kutluyorum: Üç haftadır, üst üste pazara gittiğimde, nasıl oluyor bilmem, yılın on iki ayında hep enginar bulunduran o tezgâha hiç bakmıyorum. Böylece enginarların tanesinin kaça olduğunu bilmiyorum. Neden kendime eziyet çektireyim ki?

Bu hafta mantar alacaktım, adama “İki yüz elli gram,” dedim, “Yeter mi, bari üç yüz elli gram yapayım,” deyince hatırını kıramadım, ne yapayım… Tek kereviz uygulamasını sürdürüyorum. Pazarcı beni tanıyor, her halde, bu kadın kereviz çorbasını çok seviyor, diye düşünüyordur.

Çok değil, altı, yedi yıl önce Dördüncü Levent’te bir siteye taşınıyorum. Ev sahibimle kira sözleşmesi yapıyoruz. Pazar buraya yakın mı, diye sordum. Biraz aralıyız ama alışveriş yaptığınızda yardımcı olacak “taşıyıcı beyler” var, demişti. Kadıncağızı ilk görüşüm, samimi olsam, patlatıvermiştim kahkahayı! Olmaz ki… Hemen böyle durumlarda yaptığım gibi, gülmemi, “taşıyıcı beylerin” var olmasından duyduğum memnuniyet tebessümü içinde erittim. Kabalık yapmaktan kurtuldum. Bugünlerde taşıyıcı beylere hiç ihtiyaç olmuyor, çünkü gördüğüm kadarıyla, insanlar o kadar az alıyorlar ki, yüklerini kendileri taşıyabiliyorlar.

Öğrenme kapasitem gitgide artıyor, mesela lahananın yarım, dörtte bir filan değil, karpuz gibi dilimlenerek satıldığını görerek öğrendim. Lahana deyince aklıma geldi, kayınvalidem anlatmıştı:

Eskiden, çok eskiden, yani lahanaların en büyüklerinin bile dilimlenmeden satıldığı, taşıyıcı beylerin onları bütün halinde, oflaya poflaya, sırtlarındaki küfelerde eve getirdikleri yıllara ait; yani kayınvalidemin çocukluk yıllarına, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına ait bir anı bu…

( İsa Terli – Anadolu Ajansı )

Kayınvalidem, yani Zehra Hanım, o günlerde on, on bir yaşlarında bir kız çocuğudur, bir de kendinden iki yaş küçük erkek kardeşi vardır. Anneleri öldüğü için,  babaları onlara hem analık hem babalık etmektedir. Karısını kaybettiği için yaslı baba kararlıdır, çocuklarını kendi büyütecektir. Evde öyle bir disiplin sürmektedir ki, askeri kışla, yanında bozuk düzen kalır! Bir gün kapı çalınır ve evin babasının yolladığı adam küfeyle kocaman bir lahana getirir, bırakır.

Çocuk Zehra, babasına sürpriz yapmak ve ondan aferin almak için lahanayı pişirmeye karar verir. Nasıl olsa evde bir avuç kavrulmuş kıyma da vardır! İncecik kollarıyla ıkına sıkına lahanayı neredeyse yarım günde böler, parçalar, bu arada ellerini keser, sonunda hepsini kuzu tenceresine doldurur, maltızın üstüne pişirmeye koyar. Böylece suyuna tirit bir kapuska pişirmiş olur… Komşu teyzelerden duymuştur, pişen yemek tencerede bırakılmaz diye. Elbette, o da yaptığı yemeği boşaltacaktır da nereye?  Evde ne kadar kapaklı kap varsa, her boydan tencere, sahan, aşure kâsesi, hepsine kapuskayı dağıtır. Akşama heyecanla babasının yolunu gözlemektedir. Mehmet Bey gelir:

“Zehra kızım, sabahleyin lahana yollamıştım, adam getirmedi mi?”

“Getirdi baba”

“Nerede, göremedim.”

“Sana eziyet olmasın diye, ben onu pişirdim. Evde biraz kavrulmuş kıyma vardı, onunla kapuska yaptım.”

Küçük kız gururla, mutfak raflarında ve tezgâhlarda sıra sıra dizili kapaklı kapları gösterir.

Baba, öfkeden kıpkırmızıdır ama buz gibi bir sesle konuşur:

“Ben onunla küplere turşu basacaktım, sen bana sormadan kendi başına iş yaptın; yaptığın gibi hepsini de kendin bitireceksin” der ve çıkar gider… Zehra öylece kalakalır. Gelen günlerde, güya babasına sezdirmeden ki, hiç mümkün mü, kapuskalardan kurtulmak için azar azar onları nasıl yok ettiğini anlatırdı.

Ben artık karnabaharın da en küçüğünü alıyorum, yetiyor zaten… Körfez Yolu’nda bir Süslü Yalı vardır, Saraylanımın Yalısı derler, Fatma Hanım’ın Yalısı da, Eczacı Ethem Pertev Bey’in Yalısı da… Sıra sıra isimlerine bakarsak, yalı değil, İspanyol soylusu mübarek! Eski Kanlıcalılar anlatırlardı, vaktiyle, saraydan çırak edilmiş Fatma Hanım, yalıya gelin gelmiş. Kocası, adını bilmiyorum, bugüne kadar da hiç duymadım, içimden Şerafettin Bey demek geldi, öyle diyelim; eve beş altı tane karnabahar yollamış. Biçare Fatma Hanım, karnabaharın çiyini ne bilsin! Saray mutfağında pişmiş, önüne konmuş, yemiş… “Aaa Şerafettin Bey eve çiçek yolladı” diye bir sevinç, bir sevinç… Karnabaharları zorlukla yayvan vazolar bulup içlerine yerleştirmiş; vazoları da köşelerde duran ince bacaklı, yüksek sehpaların ve konsolun üzerine koymuş. Öylesine keyifliymiş ki, küçücük ayaklarının üstünde dans edip şarkılar söylüyormuş! Evde çalışan, orta hizmeti gören kızlar var, hiç onlar karnabaharın sebze olduğunu bilmezler mi? Bal gibi bilir ama bence hinliklerinden söylememişlerdir… Gerçi ben de onların yerinde olsam söylemezdim… Hazır, genç Saraylanım’ı komik duruma düşürmek varken, bu fırsat kaçırılır mı? Olan üç beş karnabahara olsun, o devirde lafı mı olur!

Şimdi bunları yazarken yüzümde bir tebessüm var ama tebessümü kaldırsanız, altından korku çıkar. Yokluklarla ilgili, “ya” ünlemiyle başlayan, bir sürü olumsuz anlam taşıyan ve benim anlık zayıflığımdan yararlanıp ağzımdan çıkmak için bekleyen cümleler dökülüverirler. Onun için, dişlerimi, dudaklarımı sımsıkı kapatıyorum, gözlerimi gökyüzüne, uzaklara çeviriyorum, gelebilecek güzel günlere ait izler var mı, görmeye çalışıyorum.

Ayla Özberk

Yukarı