
Görüntülenme Sayısı: 40
Soğuk, buz gibi bir kış günüydü. Karların örtüsü altında dünya, sessizliğe bürünmüş; soğuk, her yanı saran bir dondurucu güçle hüküm sürüyordu. Kirpiler, bu dayanılmaz soğuktan korunmak için birbirlerine doğru sokuldular, aralarındaki uzaklığı kapatarak, bir sıcaklık arayışına giriştiler. Fakat ne zaman ki birbirlerine fazla yaklaşıyor olsalar, dikenleri birbirlerinin bedenine batıyor, ince bir acıyla onları uyarıyordu.
Günlerden bir gün soğuk hava onları yine sardığında, içgüdüleriyle bir kez daha birbirlerine yakınlaşmaya başladılar. Fakat bu sefer de aynı acıyı hissederek geri çekildiler. Her yaklaşmada ve her geri çekilmede, aralarındaki dengeyi bulma umuduyla bu dansı yeniden ve yeniden tekrarladılar. Üşüyüp yakınlaşıyor, acıyla uzaklaşıyorlardı.
Nihayet, ne çok yakın ne de çok uzak; hem soğuğun hem de dikenlerin keskinliğinden korunabilecekleri bir ideal bir uzaklık buldular. Böylece, hem birbirlerinin sıcaklığından mahrum kalmadan hem de acıya katlanmadan bir arada durabilmeyi öğrendiler.
Kirpilerin sessiz anlaştığı uzaklık, varlıklarını birbirine yaslamadan, ama birbirlerini hissetmeden de edemeyecekleri bir ara dünyaya dönüşmüştü. Soğuktan korunmak için bir araya gelen bu küçük canlılar, insanoğlunun kalplerindeki ince sınırın sessiz sembolüydüler: Yakınlık ile uzaklık, acı ile sıcaklık arasında salınan, dengeyi arayan kirpiler.
Bu hikaye, Alman filozof Arthur Schopenhauer (1788-1860) tarafından, insan ilişkilerinin kırılganlığına dair bir sembol olarak anlatılmıştır.
Bu hikaye aracılığı ile insan ilişkilerinin kırılganlığına şu üç kavram üzerinden ışık tutmak isterim.
Nezaket: Schopenhauer’e göre nezaket, insanın diğerleriyle kurduğu ilişkide öne çıkan bir davranış biçimidir. Bu, bir başkasının varlığını kabul ederken aynı zamanda onun özerkliğine saygı göstermeyi ifade eder. Nezaket, insanların birbirine zarar vermeden, dengeli bir şekilde ilişkilerini sürdürebilmesine olanak tanır. Kirpilerin birbirlerini incitmemek için araya koydukları mesafe, insan ilişkilerinde de korunan bir nezaket sınırına benzer.
Bağımsızlık: Bu kavram, bireyin kendine özgü sınırlarını tanıma ve koruma becerisini ifade eder. Bağımsızlık, kişinin başkalarıyla ilişkilerinde kendi bireyselliğini yitirmemesi, kendi değerlerine sadık kalabilmesi anlamına gelir. Kirpilerin birbirlerine çok yaklaştıklarında dikenlerinin verdiği acı, bireyin başkalarına fazla bağımlı hale geldiğinde yaşayabileceği kayıpları simgeler. İnsanların duygusal anlamda kendine yeterli olması, başkalarıyla sağlıklı ilişkiler kurmanın ön koşuludur.
Başkalarına Olan Bağımlılık: Schopenhauer, bireyin tamamen bağımsız olamayacağını, sosyal bir varlık olarak başkalarına ihtiyaç duyduğunu kabul eder. Kirpilerin soğuktan korunmak için birbirlerine ihtiyaç duymaları gibi, insanlar da yalnız kalmamak ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için diğerlerine gereksinim duyar. Ancak bu bağımlılık, karşılıklı olarak birbirini incitmeden sürdürülebilecek bir sınır gerektirir. Bu da, başkalarına duyulan ihtiyaç ile bireyin sınırlarını koruma arasında kurulan bir dengeye işaret eder.
Bu şekilde felsefi açılımlar, insan ilişkilerinde hem başkalarına ihtiyaç duyma hem de bireysel sınırları koruma arasında ince bir denge kurmanın önemini vurgular. Kirpilerin “ideal uzaklık” arayışı, aslında insanlar arasındaki ilişkilerde de benzer bir dengenin gerekliliğini bize hatırlatır.
İnsan, doğası gereği başkalarına ihtiyaç duyan, sosyal bir varlıktır. Ancak bu kaçınılmaz yakınlığın bir bedeli vardır: Gerek aile içinde gerekse eşler arasında, doğru mesafeyi bulamayınca ilişkiler ağırlaşıp yüke dönüşür. Fakat bu yükü hafifletmek yine bizim elimizdedir. Çünkü her ilişki, yalnızca o ilişkinin içinde olan iki kişi tarafından, özel ve kendine özgü bir sınırda şekillendirilir. Bu yolculukta, başkalarının da kendi dostlarına ve gizli bahçelerine sahip olduğunu kabul etmek gerekir; zira herkesin, yalnızca kendisine ait bir iç dünyası vardır ve bu dünya, uygun mesafe korunduğunda gelişebilir.
Ayça Van de Bleeken