“Latin Amerika” bildiğiniz gibi Amerika kıtasının eski İspanyol ve Portekiz sömürgesi olan ülkelerine verilen genel isimdir ve sadece Güney Amerika’yı değil, Meksika, Orta Amerika ve Karayip ülkelerini de kapsar. Yani İspanyolların ve Portekizlilerin yıllarca sömürdüğü, hatta dünya tarihinin belki de en vahşi kıyımlarından birini gerçekleştirdiği bu topraklar yalnızca iklim ve coğrafya açısından değil, kültür ve tarih açısından da büyük çeşitliliğe sahip olacak kadar geniş bir alanda yer alırlar. Bu yüzden de Latin Amerika ülkelerinin pek çok birbirine benzer yanı ve buralardaki hayatların sayısız ortak yönü olmakla birlikte, hepsinin ayrı ayrı görmeye değecek birçok kendine özgü farklı tarafı da vardır. En belirgin ortak özelliklerine gelince, bence bu her şeyden çok hepsinin sürekli bir devinim içinde, sosyal olarak karışık, siyasi olarak huzursuz ama bu yüzden de mecburen canlı, alabildiğine renkli, coşkulu ve hayat dolu olmalarıdır. Dünya gezginlerinin en çok tercih ettiği adreslerden olan bu ülkeler benim ilgimi oldum olası ruhen Akdeniz kültürünün ateşli, renkli, karmaşık kimliğine dünyada en çok benzeyen ülkeler oldukları için çekerler. Latin hayat tarzına Akdeniz yaşam biçiminden yansıyanları keşfetmek, insanlarının karakter özelliklerini kıyaslamak ve toplumların birbirine yakın geleneklerine şahit olmak bana hep en az yörenin tarihi, ilginç mutfakları veya doğal güzellikleri kadar cazip gelir.
Dünyanın bu köşesindeki adresler arasında beni daha gitmeden heyecanlandıranların başında ise nedense hep Meksika gelmiştir. Belki Amerika Birleşik Devletleri’nin bir sınır komşusu olarak pek çok kez burnunun dibine kadar gittiğim halde bir türlü bir adım daha ileriye geçip bu güzelim ülkeyi görememiş olduğumdan veya belki garibim Meksika’nın tüm diğer Latin Amerika ülkeleri arasında adeta “arafta” bir ülke olarak ilgi görme konusunda hep gürültüye gittiğini düşündüğüm için. Öyle ya, Meksika sonuçta coğrafya olarak ne güney ve hatta ne de orta Amerika değildir; kıtadaki yeri bildiğiniz kuzeydir ama kültür olarak Kuzey Amerikalı olmak şöyle dursun, belki de kıtanın en “Latin” ülkesidir. Bu çelişik durum bana hep çok ilginç gelir; “kuzeydeki çok güneyli” bu kocaman ülke sırf bu özelliğiyle yaşı büyük olduğu halde ruhu hala sıcacık çocuk kalan insanları hatırlatır bana. İşte bu sebepten, dünyanın tümünü gezip görme kararımın bana yaptırdığı, her daim hazır “bir sonraki durak” listesinde sıra Latin Amerika ülkelerine geldiğinde, bu ilginç diyarı gezmeye kıtanın kuzeyinden başlamaya karar verdim ve geçtiğimiz günlerde yolumu nihayet Meksika’ya çevirdim. Aklımda hep varlığını bile yakın zamanda öğrendiğimiz ulu tapınaklar ve bunları yapan ve haklarında hiçbiri kesin olmayan pek çok öykü anlatılan insanlar; kainatın sonunu haber veren maya kehanetleri ve yazısı bile olmadığı iddia edilen ama astroloji bilgileri sayesinde çok özel takvimler yaratmış olan milletler; açgözlü hain batılı kaşifleri bir mıknatıs gibi kendisine çeken, efsanelere kaynak olmuş ihtişamlı, altınlı, mercanlı zenginlik ve bu zenginliği pek de umursamadıkları için onun uğruna kendilerini öldürenleri hiç anlayıp karşı koyamayan yerliler…
Damağımda heyecanla beklediğim mısırlı, fasulyeli, biberli canım Meksika yemeklerinin ve en gerçek haliyle çikolatanın yanında daha yemeden tasasına düştüğüm kızarmış çekirgelerin ve karınca yumurtalarının tadı. Kulağımda mariachi’lerin, hayat ne yönde gelişiyor olursa olsun hüzünlü bir tını edinemeyen, anlattıkları öyküden bağımsız bir yaşam sevinci taşıyan melodileri. Ve üstelik aslında itiraf etmem gerek ki, bilinçle farkında olmasam da galiba hayalimdeki Meksika bir sürü gerçekliği çok şüpheli popüler kültür imgesiyle de dolu; filmlerden sahneler bulundukları yerden çok da çıkmadan iki boyutlu derinliksiz görüntüler halinde akıp gidiyorlar gözümün önünden. Örneğin, sonsuz bir çölde tepelerinde akbabalar dönerek sıcaktan ve sırtlarındaki pançoların ağırlığından omuzları çökmüş bir halde ağır ağır ilerlerken karşılarına ilk çıkan kollu kaktüse aniden sebepsiz yere büyük bir ustalıkla ateş edip onu tam göbeğinden vurduktan sonra, aynı kendini ele vermeyen sünepe görünüşe geri dönerek sombrero’larının gölgesine gizlenen, boyunun uzunluğundan kamburu çıkmış, at binmekten bacakları eğrilmiş kanun kaçağı keskin nişancı Amerikalı gringo’ların mekanını, yani çocukluğumun çizgi kovboy romanlarının dünyasını da birazcık düşlüyorum giderken galiba! Veya gözlerimi kapatıp hayal edince canlanan ilk görüntü Laura Esquivel kıvamında bir öykü oluyor. Onun keyifli kitabı “Acı Çikolata” ve bu kitaptan uyarlanan filmin iç gıcıklayıcı sahneleri. Yani fonda Meksika devrimi için verilen mücadele, ön planda uçsuz bucaksız topraklar üzerinde kurulmuş bir hacienda’da yaşanan aşklar ve acılar; tadılan lezzetler ve ızdıraplar… Uzun, tembel, durağan bir günün öğle vakti, örneğin. Hava sıcaktan çatlamak üzere; insanlar nefes almalarını güçleştiren şeyin havadaki dayanılması zor nem olduğunu çoktan unutmuşlar bile. Çiftliğin göz alabildiğine uzanan topraklarında bu mevsim adeta canlarını yakarak parlayan keskin güneşin yarattığı serap benzeri gerçek dışı buğulu görüntüleri artık farkında bile olmayacak kadar kanıksamışlar. Verandada ailece yenen yemek biraz evvel bitmiş; mutfak yavaştan toparlanıp siestaya geçmeye hazırlanıyor. Bir kenarda, uzun eteklerinin üzerine beyaz kolalı bir önlük takmış, aklında işini bitirir bitirmez koşacağı gizli buluşmanın korkutan heyecanı olan yerli bir hizmetçi kız… Bu hayali öyküyü sürdürmek çok mümkün aslında çünkü orada düşle gerçek hep iç içe; birisinin nerede bitip diğerinin nerede başladığı müphem. Ama bunun yerine gerçeklere dönmeyi tercih edersek, Meksika’ya giderken gözümün önünde en çok ünlü ressam Frida Kahlo’nun ulusal giysileri içindeki çarpıcı görüntüsü var; acılarıyla harmanlanmış sapına kadar “Latin” kişiliği. Ve tabii sözünü ettiğim filmlere taş çıkartan yaşam öyküsü. Ve bir de sarsıcı, ürkütücü resimleri… Yarattığı göz kamaştırıcı imgelerin parlak, insanı adeta ısıran renkleri. Meksika’nın renkleri… Işıltılı, kanı kaynayan bir yaşamın, parlak bir güneşin hiç süzgeçten geçmemiş yakıcı aydınlığına yansıyan yakıcı görüntüleri.
Oysa Meksika’ya ulaştığımda beni karşılayan, bu jenerik tablonun çok ötesinde bir kültür zenginliği oldu. Bunların çoğu var olmasına vardı ama belki de zaten baştan beri beklemiş olmam gerektiği gibi, çok daha fazlası da mevcuttu. Bir kere tabii gringo’ların yerine, kentlerden uzak minik kırsal yerleşim yerlerinde, gölgede otuz beş dereceye ulaşan sıcakta satacakları sebzeleri pazar yerine taşımaya çalışırken, ilerlemeyi inatla anırarak reddeden eşeklerinin iplerini kan ter içinde çekiştiren kısa boylu, kalın enseli, güler yüzlü, esmer insanlar çıktı karşıma. Uzaktan bakınca kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmayan, göğüs kafesleri geniş, boyunları küt, esmer düz saçlı ve bana hepsi birbirinin aynısı gibi gözüken insanlar… Bunlar tabii “pre-hispanic” yani “İspanyol öncesi” denilen, bu toprakların en eski sahipleri olan yerli halklar ama bir de kendisinin “gerçek Meksikalı” olduğunu iddia eden, yerlilerin İspanyollarla farklı oranlarda karışmış devamları olan melezler var ki bu iki grubu görünüşüyle birbirinden ayırmak bencileyin cahiller için oldukça güç. Ülkeye gelir gelmez beni ilk çarpan gerçeklerden olan “Meksikalı” kimliğinin bu karmaşasını çözme ve kimin kim olduğunu, hangi milletin soyundan geldiğini anlama çabası başlı başına bir iş kısacası ve doğrusu ülke bu kadar renkli olunca, bu bilmeceyi çözmeye çalışmak da oldukça keyifli. Çünkü Meksika, görünüşleri bana aynı gibi gelse de birbirine akraba birçok değişik ırktan geldiği için aslında pek çok açıdan önemli farklar taşıyan Olmek/Aztek/Maya/Zapotek/ Toltek/Miştek/vs/vs/vs soyundan insanların, sırf üç nesil önce kendileri kadar İspanyollarla karışmadılar, biraz daha esmer ve tıknaz kaldılar ve geleneksel giysilerinden ve yaşam tarzlarından vazgeçmediler diye bir takım başka insanlara “yerli” deyip onlara yakın zamana kadar bir zamanlar Amerika’da zencilere yapılan muameleyi yaptığı bir ülke… İnsanın kafasının karışmaması mümkün değil. “Biz Meksikalıyız; onlar yerli” diyerek o toprakların gerçek sahiplerini aşağılayan öfkesi burnunda, “onlar” dediklerinin tıpatıp aynısı birtakım adamlar; yaşı asla belli olmayan, sırtlarında oraya kumaş parçalarıyla çapraz olarak bağlanmış şipşirin çocuklar taşıyan rengarenk yerel giysiler içinde küçücük esmer kadınlar ve bu şekilde sırtlara bağlı olarak dolaşan, bebek değil en az üç yaşında cin gibi sevimli çocuklar! Kısacası gerçek Meksikalı kim; Meksika aslında ne kadar “Latin”? Burada kim kiminle daha çok karışmış ve zaten eskiden kim kimmiş hiç belli değil. Üstelik farklı toplulukların geçmişte Meksika’da yarattığı kentlerden günümüze kalabilen arkeolojik ve mimari kalıntılar da en az değişik gruplardan insanlar kadar, ilk bakışta benim gibi dünyanın uçakla on beş saat mesafedeki öbür ucundan gelenlerin gözüne çok benzer görünüyor. Dolayısıyla bir Meksikalının rahatlıkla gördüğü dönem ve stil farkları benim gözümden başlangıçta kaçıyor. Bu durumda, bu yöredeki insanların tabiriyle “mezoamerika” yani Orta Amerika halklarını anlamaya; oluşum, gelişim ve ilişkilerini çözmeye çalışmaktan vazgeçiyorum ve ülkeyi biraz tanır tanımaz, ilk iş olarak bu konunun detaylarını bütünüyle kavramayı gelecek ziyaretlere bırakıyorum.
Meksika’da ilk izlenimlerim böyle… Sonra doğrusu tezatlar hayal edebileceğimin çok ötesine geçti. Meksika keskin kavgalar ve en az o kavgalar kadar keskin bir hoşgörünün diyarı, yani bitip tükenmek bilmeyen sefaletin, acıların, karmaşanın ama aynı zamanda da şarkıların, dansların, neşenin, keyfin… Bir yanda uyuşturucu baronlarının, mafya babalarının ve yol eşkıyalarının çirkin gerçekliği vardı, diğer yanda da Mayaların, Azteklerin, Zapoteklerin etkileyici uygarlıklarından kalan güzellikler. Bazı yerlerde yılların ve farklı rejimlerin anlaşılan fazla da değiştiremediği siyasal çalkantı ve sosyal eşitsizlik sahneleri, sömürge dönemini anlatan öykülerden fırlamış üç yüz yıllık görüntüler gibi karşıma çıkıverdi. Bazı yerlerde de görüntü tamamen zenginlik, eğlence, kaygısızlık ve mutluluk tablolarına dönüştü. Dünyanın en ürkütücü suçlarını bağrında taşıyan kenar mahalleler ile eşsiz güzellik ve incelikte tasarlanmış parklar aynı kentte yan yanaydı. Meydanlarda protesto edilen haksızlık ve fakirlik de kolonyal zamanlardan kalma zengin çiftliklerde yaşanan keyifli aristokrat hayatlar ve şenlik de buradaydı. Zapatista’ların geleneğini sürdürerek haklarını aramak için sokakları dolduran sosyalistler ve safkan “yerli” halka ikinci sınıf insan muamelesi yapan İspanyol melezi “Meksikalılar” kentlerin hareket dolu caddelerinde bir aradaydı. Doğrusu aslında tüm bunların beni şaşırtmaması gerekirdi; ne de olsa Latin Amerika’daydım ve Akdeniz’in alışkın olduğum canlı kimliği, kıpır kıpır algısı, yaşama karşı sahip olduğu cesur tavır ve tabii ki bunların sonucunda ortaya çıkan karmaşa burada da beklediğim bir şeydi. Burada farklı olan, Meksika’nın bu tehlikeli yüzünün tek sebebinin ateşli Latin kanı olmaması. Asıl neden, ülkenin ABD’ye giden hemen tüm uyuşturucunun geçişini sağlayan bir köprü haline gelmiş bulunması ve bu rolü bir kez ister istemez üstlenince Amerika’nın Meksika’yı bir yandan mümkün olsa sınırından uzaklara ittirmeye çalışırken bir yandan da tüm pisliğini hiç tereddüt etmeden boşalttığı “arka bahçesi” olarak kullanmayı sürdürmesi. Zaten Kuzey Amerikalılara, belki de bu denli yakınlarında kendilerinden bu kadar farklı, her yönüyle bu kadar zıt bir ülke bulunması çok çekici olduğu için de cazip geliyor Meksika. Sürekli şikâyet etseler de aslında tutkuyla merak edip sevdikleri bir anti-tez ülkesi oluşturuyor onlar için; bir tür negatif ayna yansıması sanki. Öte yandan, Meksika’nın diğer Latin Amerika ülkelerinin arasında yabancıların algısı açısından hep ihmal edilen bir ülke olduğuna dair inancım oraya gidince pekişti. Gerçi gezdiğim yerlerde gezginin eksikliği yoktu ama turistler daha ziyade ülkelerini tanımaya çalışan Meksikalılardı ve başka kıtalardan gelen insanlar burayı sanki gerçek Latin Amerika’ya ulaşmak için geçilecek bir kapı olarak görüyorlardı. Sonuçta, sadece Meksika’ya gidip oranın kültürünü layıkıyla anlayacak kadar kalmaya zaman ayıranların sayısı göreceli olarak çok daha azdı. Oysa eşsiz doğası, sıcacık insanları, ilginç tarihi, güzelim kentleri, şahane plajları, farklı mutfağı, kıvrak müziği ve canlı yaşam temposuyla gerçekten çok çarpıcı bir ülke Meksika…
Hayalinizdeki Meksika bu birbirinden karmaşık imgelerin hangisine yakın olursa olsun, gelin benim yaşadığım şekliyle bir kez de birlikte gezelim bu ilginç ülkeyi. Neredeyse tüm bir kıtayı kaplayan kocaman memleketlerden olduğu için gezimiz tek seferde tüm Meksika’yı kapsayamaz tabii ama Avrupa istilası öncesi kıtanın yerli halkaları tarafından kurulan uygarlıklardan en ilginç izlerin kaldığı mekanlarla başlayalım ve bu noktadan tarihine ve kültürüne giriş yaptığımız Meksika’nın Latin kimliğini bir süre için unutup ülkenin sömürgenlerin saldırısına uğramadan önceki haline uzanalım; “Kolomb öncesi” olarak da adlandırılan dönemin “kayıp uygarlıklarını” mümkün olduğunca tanıyalım. Bunun için doğal olarak biraz tarihe doğru yolculuk yapmamız gerekecek. Aslında Meksika’da tarih doğrusu hala her şeyden önce, kulaktan dolma öykülerle aktarılan bir masal. Avrupalıların kıtaya ulaşmasından sonra yaşananlara ait olanlar hariç, hemen hiçbir bulgu net değil, hiçbir gerçeğin kesin kanıtı yok; o uygarlıkları yaratan halkların kim olduğu, nereden geldiği ve hatta sonunda nasıl yok olduğu da aslında tam olarak belli değil. Ama kabaca özetlemek gerekirse Kuzey Amerika’nın güneyinde yani bugünkü Meksika’da, Orta Amerika’da ve Güney Amerika’da yaşayan tüm halkların atası olarak önce Olmekler ve sonraki aşamada da kuzeyde Mayalar ve güneyde İnkalar kabul ediliyor. İnkalar Güney Amerika kıtasında yerleşirken, Mayalar da “mezoamerika”yı yurt edinmiş. Bu yörede son olarak da Aztekler sahneye çıkmış. Ama bunların alt kolları ve farklı bölünmelerinden oluşan, tarihin değişik dönemlerinde yaşamış farklı kabile ve milletlerin sayısı elliyi buluyor.
Ayrıca Olmekler’e yakın dönemde, onlardan biraz daha farklı bir bölgede yaşamış Zapotekler de var. Olmeklerin kökeni hala bilinmezliğini koruyor. Meksika’nın hiçbir yerinde, ilk kez keşfedilmelerini sağlayan dev insan başı heykellerinden başka, uygarlıklarının ilk zamanını veya gelişimini anlatacak herhangi bir bulguya rastlanmadığından bu toplumun yarattığı medeniyetin tam olarak nasıl, nerede ve ne kadar zamanda geliştiği bilinemiyor. Kesin olarak bilinen, dünyanın 19. Yüzyıl sonuna dek varlığından bihaber olduğu bu insanların, MÖ. 1500 dolaylarından itibaren buraya geldikleri ve pek çok gelişmiş boyutu bulunan bir uygarlık kurmuş oldukları. Dilleri “Nahuatl” bugün de çeşitli biçimlerde varlığını sürdürüyor ve Meksika’da birçok yerde gündelik konuşma dilinin bir parçası olarak karşınıza çıkıyor. Olmekler aynı zamanda, ünlü piramit tapınakların da ilk mucitleri. Yaptıkları toprak taraçaların Güney Amerika piramitlerinin ilk hali olduğu tahmin ediliyor. Aslında, bu yapılar bildiğimiz anlamda Mısır’dakiler gibi piramit değiller, sadece kat kat inşa edilmiş “dağ tapınakları”. Yüksekliklerinden ötürü tepelerin tanrılara daha yakın olduğu düşünüldüğü için bu dağ benzeri yapılarla onlara yaklaşmak amaçlanmış; tapınakların merdivenleri çok dik yapılarak da bir dağa tırmanma etkisi yaratılmak istenmiş. Bu şekilde sıradan halkın ürkmesi ve tepedeki kralı/tanrıyı göremeden, sadece hayal ederek o ulaşılmaz kimliğe karşı korkusunu ve bağlılığını sürdürmesi sağlanmış.
Üstelik Olmek ve Zapotek toplumlarında bu yanılgının oluşmasını destekleyen başka ilginç gelenekler de var. Mevcut iki toplumsal sınıfı birbirinden ayırmak için yöneticilerin soyunun bilinmesiyle yetinmemişler; görüntülerini de değiştirme yoluna gitmişler. Bu amaçla, asil bir aileye doğanları bebekliklerinden itibaren çeşitli tuhaf metotlar uygulayarak fiziki olarak deforme etmişler. Örneğin kafaları çocukluktan itibaren başının iki yanına bastırılan ağırlıklarla sıkıştırılarak mısır gibi uzun bir şekil almış olan krallar veya burunlarını kırılıp bastırılarak basık burunlu yapılmış, dudakları ters çevrilip yayvan dudaklı olmuş asilleri var. Bu şekilde yöneticiler yönettikleri insanlardan görüntü olarak da ayrılmış. Halk böylece yaratılan acube suratları aşağılardan bakarak görünce, kendisinden bu kadar farklı görüntüye sahip olan ve hep kentin yüksek yerlerinde oturan yaratıkları insandan farklı bir şey zannedip tanrı olduklarına inanmış çünkü sıradan halk hep alçak düzlük alanlarda, dağların eteklerinde yaşamış; yükseklikler tanırı katına yakın olduğu için yöneticilere bırakılmış. Laf aramızda bu tuhaf alışkanlık benim hiç farkında olmadan işime yarıyor ve heykeller çoğunlukla yönetenlere ait olduğu ve kafa biçimlerinden hangi millete ait oldukları hemen belli olduğu için bir süre sonra arkeolojik eserleri dönemine ve toplumuna göre ayırabildiğimi fark edip kendimle gurur duymaya başlıyorum! Bir yandan da düşünüyorum; gördüğüm kentlerin yapılış tarihleri arasında bin yıllara ulaşan farklar olmasına rağmen mimari tarzlarında ve teknolojik özelliklerinde fazla bir değişiklik yok. Ve aslında dünyanın nispeten geç keşfedip çok şaşırdığı bu uygarlıkların kalıntıları hem çok görkemli ve çarpıcı ama hem de ne zaman yapıldıkları ve aynı tarihlerde “eski dünya”da neler yapıldığı düşünülürse, son derece naif ve ilkel. En azından günümüze ulaşabilen kalıntıların yapılış tarihleri bu yönde düşündürüyor insanı. Evet, insan çok etkileniyor; gördükleriniz gerçekten muazzam. Ama sonra ne zaman yapıldıklarını hatırlıyorsunuz ve aynı yıllarda örneğin Osmanlı’da neler yapıldığına bakıyorsunuz veya Mısır piramitlerinin ne zaman yapılmış olduğuna ve sonuçta Meksika’nın yerli uygarlıklarının çok daha az gelişmiş olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz. Öte yandan, bu kıtanın Avrupa kültürünü Asya kıtasındaki sömürge ülkelerden çok daha fazla benimsemiş olması da benim hep ilgimi çeken gerçeklerden. Avrupalılar gelmeden önce de çok önemli uygarlıkların var olduğu bu topraklarda, nasıl olmuş da istilacıların dil ve dinleri istila sona erdikten sonra da resmi dil ve din olarak kalmış? Bu durum Asya’daki sömürge ülkelerin çoğu için geçerli değil; onlar dinlerini muhafaza etmişler ve tüm yaşamlarında istilacı ülkenin izlerini taşısalar da Latin Amerika gibi “Anglo Asya” filan olmamışlar. Bu asimilasyonun birçok nedeni olabilir tabii; örneğin, bu durum bu kıtada yerli kültürün Asya’ya göre daha fazla istilacıların kültürüne benzer olmasından ya da buradaki insanların çok daha fazla hoşgörülü olmasından kaynaklanmış da olabilir; Amerika kıtasının yaşadığı istilanın diğer bölgelerde maruz kalınan sömürüden çok daha kıyıcı olmasından da. Ama belki de sadece Amerika’daki yerlilerin Avrupalılar gelmeden önce sahip oldukları yaşam, istilacılarının uygarlığı karşısında, Asya’da benzer şekilde uzun süre sömürge olarak yaşamak zorunda kalan ülkelerin kültüründen daha güçsüz kalmıştır; kim bilir…
Benim kalıntılara teşhis koyma konusunda kaydettiğim ilerleme yüzünden kendimle duyduğum haksız gurur bir yana, yöre halkının kendisiyle gurur duymasını gerektiren bir önemli gerçek daha var. Eski Latin Amerika uygarlıklarının pek çok alanda çalışmaları ve buluşları var ama bence bu toprakların yaşamımıza asıl katkısı, yerleşik tarımın MÖ 5000 yıllarında bu bölgede başlamış ve burada yaşayan tüm halkların tarih boyunca tarıma dayalı bir yaşam sürdürmüş olmasından kaynaklanıyor çünkü dünyanın bugün tükettiği birçok bitki ilk kez bu topraklarda üretilmiş. Oaxaca Vadisi’nde yaşayan insanların yeryüzünde avcı/toplayıcı durumdan yerleşik tarıma geçen ilk insanlar olduğu iddia ediliyor ve domates, mısır, fasulye, avakado ve kabağın yörenin endemik bitkileri olduğu biliniyor. Bu yüzden insan Meksika’nın herhangi bir kentinde meyve-sebze pazarına gidince başka çok az yerde rastlanacak bir çeşit zenginliğiyle karşılaşıyor ve de hemen Meksikalılar olmasaydı, kendi memleketinde gittiği pazarların da bugünkü kadar renkli olmayacağını anlayıp şükran hissiyle doluyor çünkü doğrusu bazı bitkilerin üreyip bugün yediğimiz hale gelmesinde çok önemli katkıları olan mezoamerikalılar olmasa bugün hayatımızın daha az lezzetli olacağını söylemek hiç de abartılı olmaz.
Meksika’nın İspanyol öncesi tarihi 1519’da bu toprakları İspanya adına fetheden Hernan Cortes’in kıtaya ulaşmasıyla sona ermiş. Cortes Aztek başkenti Tenochtitlan’a (bugünkü Mexico City) ulaşıp çeşitli hilelerle ve Aztekleri kıskanan çevredeki diğer bazı yerli kabilelerinin işbirliğiyle efsanevi kral I. Montezuma’yı saf dışı bırakarak onun akıl almaz zenginliğini hatta ülkesini elinden alınca, ülkeye İspanyollar yerleşmiş ve böylece Meksika tarihinin kolonyal dönemi başlamış. Cortes’i, Meksika’nın “fethinin” tüm öyküsünü ve burada yaşayan dünyadan bihaber, günahsız yerlilerin batıdan gelen aç gözlü sömürgenler tarafından nasıl ve ne boyutta sömürüldüğünü öğrenmek insanın içini acıtıyor. Bence bu gerçeğe eklenebilecek tek söz şu: Cortes, dönemin tüm diğer İspanyol ve Portekizli istilacılarının tipik bir örneği olarak düşünülebilir ve de tarihin bu üzücü gerçeği karşısında insanın elinden ancak dünya bugün bu kadar birbirini geçmiş günahları için suçlayan ülke ile doluyken, İspanyollara ve Portekizlilere nasıl olup da bu yönde hiçbir kin güdülmediğine, hiçbir hesap sorulmadığına ve üstelik de sanki yaptıkları iş bir marifetmiş gibi fetihlerine övgüler yağdırıldığına alabildiğine şaşmak gelir!
Meksika’nın Cortes öyküsüyle başlayan kolonyal dönemine dönecek olursak, doğal olarak sömürge haline gelmek Meksika halkının tüm yaşamını alt üst etmiş ve tabii ekonomik, sosyal ve siyasal sömürünün yanında yerli halk üzerinde din değiştirmelerine yönelik bir baskı da başlamış. Bir de üstelik Guadelupe’da Nahuatl dili konuşan esmer tenli bir Meryem’in göründüğüne dair uydurulan hikâye yerli halkın Hıristiyanlaştırılması işlemine hız kazandırmış. Aslında bu noktada haklarını teslim etmek gerek; doğrusu misyonerler olabildiğince esnek davranmışlar Meksikalılara… Örneğin, yerli dinlerinde mevcut olan ikili birliktelik kavramına saygı göstermişler. Toprak Ana ve Yağmur nasıl hep ikili olarak var oluyorsa, insanlar nasıl hep kadın/erkek olarak bütünleşiyorsa, tanrıların da öyle çift olarak var olduğuna inanmış yüzyıllar boyunca Meksika yerlileri. Israrın onları tamamen kaybetmeye yol açacağını anlayan Hıristiyan misyonerler de, İsa’nın tekil üstünlüğünü vurgulamaktan vazgeçip onun yanına eş bir kadın figürü olsun diye söylemlerinde Meryem’in önemini arttırmışlar. Burada görev yapan piskoposlardan birisi sayesinde de Meksikalılar artık İspanyol tebaası oldukları halde, tüm pagan ve Katolikliğe aykırı davranışlarına rağmen dönemin baş belası engizisyona hiç muhatap olamadan bildikleri gibi yaşamaya devam etmişler. Ve bana sorarsanız bu durum bugünkü Meksika toplumunun en ilginç ve renkli bazı görüntülerinin kaynağı olmuş. Bunlardan özellikle bir tanesini paylaşmadan Meksika’yı tam anlatmış olmayacağıma inandığım için, San Juan Chamula köyünü ve onun fazlasıyla özgün “pagan-Katolik” kilisesinde gördüklerimi aktarmak istiyorum. San Juan Chamula, San Cristobal de las Casas kentine aşağı yukarı on kilometre mesafede bir küçük kasaba. Nüfusu İspanyol istilasına özellikle direnmiş ve Meksika Devrimi sırasında en çok sayıda Zapatist savaşçı çıkartmış olmakla ünlü Tzotzil halkından oluşuyor. Kilisesiyse, görünüşte otuz beş yıl kadar önce aralarından Protestanları tamamen kovmuş olan Tzotzillerin Katolik inancına göre ibadet etmek üzere gittikleri bir kilise. Ama kapısı rengarenk boyalı, avlusu köy pazarını andıran renkli görüntülerle dolu bu kiliseden içeri adım atar atmaz, içerideki ibadetin Katoliklik ile fazla alakası olmadığını anlıyorsunuz. San Juan Chamula kilisesi “indo-christian” dedikleri türden, Katolik inancını pagan ritüellerle birleştirmiş (daha doğrusu görünürde “Katolik” olması koşuluyla halkın yüzyıllardır sahip olduğu Maya inancının törelerini sürdürmesine ses çıkartmamayı seçmiş) misyoner yaklaşımının bir ürünü. Veya kiliseye, yerli halkın Katolik misyonerleri başlarından savıp yüzyıllardır sürdürdükleri biçimde ibadet etmeye devam etmek için razı olmuş göründüğü bir dekor da denilebilir tabii!
Dış görüntüsünün renkliliğine rağmen burada neyle karşı karşıya olduğunuzu ancak kilisenin içine girince anlıyorsunuz. Her şeyden önce, içerinin boş bir alan olması çarpıyor insanı; ne mihrap ne de cemaatin oturması için herhangi bir sandalye veya sıra yok çünkü. İçeride yerlere oturmuş yüksek sesle dua eden insanlar var. Herkes yanındakinin sanki hiç farkında bile değilmiş gibi kendi derdini anlatmak için mırıl mırıl bir şeyler söylüyor. Böyle yüksek sesle dua etmenin yörede Hıristiyanlık öncesi bir adetin devamı olduğunu biliyorum; sessiz dua Meksika’ya Katoliklerle gelmiş. Kafamı çevirince, bir köşede karşıma Guadeluplu Meryem’in heykeli bir gece kulübü reklamı gibi renkli neon ışıklarla süslenmiş olarak çıkıyor. Üstelik yerler çam yaprakları ve çam dallarıyla kaplı. Bunun nedeni Hıristiyanlık öncesinde ormanda ve tanrılara yakın olduğuna inandıkları dağlarda dua etmeye alışmış olan yerlilerin bugün de hala ibadet sırasında açık havada oldukları duygusunu yaşamaya çalışması.
İçeride fotoğraf çekilmemesi kiliseye saygı gösterilmesi açısından şart ve insanı şaşırtacak kadar katı önlemlerle çok sıkı kontrol altında ama kilisenin resimleri bahçede kartpostal olarak satılıyor ve başka tapınakların aksine içeride sigara, içki ve yiyecek tüketmek serbest! En çok tüketilen içecek de Coca Cola; kiliseye dua etmeye gelenlerin hemen hepsinin elinde metal kola kutuları var. Bunu görünce, kasabaya geldiğimden beri durmadan karşıma çıkan ve herhangi bir anlam veremediğim için sürekli kafamın arkasına ittiğim bir şey aniden bilincimin üstüne çıkıyor; bu küçücük ve başka herhangi bir pazarlama faaliyeti varmış gibi durmayan kasabada her yer Coca Cola reklamlarıyla dolu; kasabada pek çok şeyin “sponsoru” Coca Cola. Bu ilginç durumun nedenini birazdan gördüklerimin anlamı bana açıklanınca anlıyorum. Yerli halk bol bol Coca Cola içiyor çünkü bu gazlı içecek geğirmelerine neden oluyor. Bu ise, insanın içine kaçmış olan kötü ruhların dışarı atılmasına destek olduğu için çok istenen ve önem verilen bir durum. Kısacası Chamulalı Meksikalılar kilisede içtikleri kola sayesinde bir yandan dua edip adak adarken bir yandan da geğirip içlerindeki hastalık ve kötülüklerden kurtuluyorlar. Bu yüzden de Meksika, yerlilerin bu inancını fark edip o noktaya yatırım yapmış olan Coca Cola’nın dünyadaki en büyük pazarı. Chamulalılar ruhlara inandıkları için spritüel tedaviye de inanıyorlar ve “lol” adını verdikleri şamanlardan bu konuda yardım umuyorlar. Yerli halk San Juan Chamula kilisesine işte bu şifacılarla birlikte gelip dertlerinden kurtulmak için onlarla birlikte ve onların gösterdiği gibi dua ediyor. Kilisede adak adamak veya gerçekleşenler için şükran sunmak üzere yerlere dikilmiş yüzlerce mum yanıyor ve bunların, dileğin ne olduğuna ve nasıl sonuçlandığına bağlı olarak değişen renkleri var. Adaklar genellikle sağlık ve benzeri ciddi konular için yapılıyor; öyle aklına geleni istemek yok. Kilisenin ortasında gözümüzün önünde gerçekleşen bir diğer tuhaf ritüel de tavuk kurban edilmesi. Yanlarında getirdikleri uzun boyunlu tavukları önce dua ederek hasta olan insanın başından geçirip mumların üzerinde tütsülüyorlar; sonra da boyunlarını kırarak öldürüyorlar ve böylece dileklerinin gerçekleşmesi için tanrıya kurban vermiş oluyorlar.
Gördüğünüz gibi, tüm ansiklopedi kayıtlarına Katolik bir ülke olarak geçen Meksika’nın veya en azından ülkenin bu kendi başına buyruk cesur köşesinin, pek Hıristiyanlıkla alakası yok. Bunun çok güzel bir başka göstergesi de kilisenin iki yan duvarının önünde sırayla dizili duran cam vitrinler içindeki aziz heykelleri. Her ne kadar bunların hepsi farklı birer Hıristiyan azizinin heykeliymiş gibi sunulsa da aslında her birinin bir Maya tanrısını temsil ettiği tüm Chamulalıların malumu. Heykellerin çok da ilginç bir de hikayeleri var. Bir kısmının önünde dua eden pek kimse yok çünkü onlar kasabanın çıkışındaki yıkık San Sebastian Kilisesinden buraya getirilmişler ve kiliselerini yıkılmaktan kurtaramadıkları için diğer azizlerin yanında daha önemsiz bulunup aşağılanıyorlar. Hatta yakın zamana kadar yüzleri kilisenin duvarına dönük dururlarmış ceza olarak! Ayrıca tüm heykellerin göğsünde birer de ayna var. Bu da her ne kadar itiraf etmeseler de tamamen pagan bir inançtan kaynaklanıyor çünkü Mayalar aynaların öbür dünyaya açılan kapılar olduğunu düşünüyorlar. Bu arada kilisenin bahçesindeki sıra sıra dizili kocaman haçlar her ne kadar pek bir Hıristiyan görünseler de aslında haç Maya dininin de en eski sembollerinden olduğu için orada duruyorlar. Mayalara göre haçın dört kolu yaşamın dört temel unsurunu güneşi, toprağı, ayı ve insanı sembolize ediyor ve bir yoruma göre, bu ve benzer yakınlıklar yerlilerin Hıristiyanlığı itiraz etmeden kabul etmesinin gerçek sebebi.
San Juan Chamula’daki kilise din adına Meksika ‘da rastladığım ilginçliklerin sadece birisi. Orada olduğum sırada kutlanan Ölüler Günü’nün inanılmaz şenlikli görüntüleri bir yana, her şeyden önce tanrılara insan kurban etmekle ünlü toplumların yaşamış olduğu topraklardayım. Ve mezoamerika uygarlıklarından kalan kent kalıntılarını gezerken çocukluğumdan beri duyduğum ve için için bir şehir efsanesi olmasını ümit ettiğim bu olayın gerçek olduğunu öğreniyorum dehşetten titreyerek. Sonra söz konusu kurban etme törenlerinin gerçekleştiği çukurları görüyorum; sonra da hikâyenin tamamını dinliyorum. Güney ve orta Amerika yerlileri bu işi öyle zannettiğiniz gibi vahşi olduklarından falan yapmıyorlar. Tek dertleri tanrıları beslemek ama burada söz ettiğim onların karınlarının doyması değil elbet; kan akıtarak doyurulmaya çalışılan tanrıların ruhları. Genelde esir düşen askerler kurban ediliyor ve ancak savaş esiri bulunamazsa kurban halktan seçiliyor ama halk böyle heba olurken kralların da köşede oturup keyif yaptıklarını sanmayın. Onlar da tanrıları mutlu etmek için kendilerine düşeni fazlasıyla yapıyorlar! Başta krallar ve kraliçeler olmak üzere, tüm asiller zaman zaman çeşitli yöntemlerle kendi kanlarını akıtarak güneşin yeniden doğmasına destek oluyorlar! Örneğin erkekler penislerini deliyorlar; kadınlar bileklerini kesiyorlar ve oturup kanlarının yeterince akmasını seyrediyorlar. Muhtemelen uzun süre kan kaybetmekten doğan tansiyon düşüklüğü nedeniyle gördükleri halüsinasyonları da tanrılar tarafından gönderilen mesajlar olarak yorumluyorlar.
Kısacası bugün pagan adetlerinin pek çoğunu sürdüren, Hıristiyanlığı farklı bir ülke Meksika ve dinini hiçbir zaman tamamen değiştirmemiş olsa da, yaşam biçimini Hıristiyan istilacıların tarzına uydurduğundan kolonyal dönemden kalan birçok güzel kentle dolu. Bu kentlerden bence en ilginç olanı, büyük övünç duyduğu Zapotek geçmişi sayesinde farklı bir boyutta cazibesi olan Oaxaca Kenti. Burası kolonyal bir geçmişe ve mimariye sahip olduğu halde etnik kökenleriyle bağlantısı hiç zayıflamamış ilginç bir kent. Zapoteklerin yerli olmaktan duyduğu büyük gururu yaşamın her boyutuna yansıtıyor; asıl önemli nokta da yakınındaki Monte Alban kentinin Zapotek uygarlığının bilinen en önemli kenti olması. Monte Alban, Oaxaca vadisinde mezoamerika’nın klasik döneminden kalmış bir Zapotek kenti. Her şeyden önce çok verimli bir vadide yer aldığı için her zaman gıda üretiminin merkezi olmuş ve dolayısıyla bolluk ve zenginlikten yana hep diğer komşu kentlerden çok ilerideymiş. Hiç salgın ve savaş yaşamamış. Bu yöredeki uygarlık merkezlerinin çoğunda gerçekleşen fenomen buranın da kaderi olmuş. Kentler başlangıçta hesapsız yapıldığı için mi, yöre ikliminin garip bir cilvesinden mi yoksa bizim bugün bilemediğimiz bambaşka bir nedenden mi bilinmez, burada da su bitmiş ve insanlar hiçbir yıkım yaşamadan barış içinde ve uygarca kentlerini bırakıp gitmişler. Hatta giderken kentin tüm yapılarının üzerini geri dönünce açmak üzere toprakla örtmüşler. Bu yüzden kentin yeniden ortaya çıkması için yapılan kazılarda büyük bölümünün hiç bozulmadan kalmış olduğu görülüyor ama toprağın altında hala çıkarılmayı bekleyen çok geniş bölümler var. Oaxaca’dan Monte Alban dışında en fazla aklımda kalan şey yemekleri… Burası yeryüzünde tarımın doğduğu yer olarak kabul edildiğine göre yetişen ürünler hakkında fazla konuşmama gerek yok gerçi ama özellikle sadece mısır unu ve misket limonu suyu kullanılarak yapılan bir hamurun kömür ateşi üzerinde pişmesinden ibaret olan milli yiyecek “tortilla”lar, usulüne tam uygun pişirildikleri için olsa gerek burada başka türlü lezzetliler. Kentin girişine yakın bir kamyoncu lokantasında yediğim tavuklu “mole”nin yani Asya ülkelerinin curry’lerine benzeyen sulu tencere yemeğinin ve yanında sunulan tortilla’nın Meksika’da yediğim en lezzetli yiyecekler olarak hala kalbimde özel birer yer taşıdığını belirtmeliyim. Doğrusunu isterseniz, bu söylediğimde yediğim tavuğun ortada dolaşan uzun boyunlu “gerçek” tavuklardan birisi olduğunu, laboratuarda üretilmiş yapay bir et parçası olmadığını bilmekten kaynaklanan bir boyut da var tabii. Böyle zamanlarda bulunduğum toplumun fazla gelişmemiş olan yanları için şükran hissiyle doluyorum, ne yalan söyleyeyim. Oaxaca’nın bahsedilmesi gereken bir diğer lezzeti de içkileri; özellikle de iki tanesi. Söz konusu içkiler sadece bu yörede mevcut değil ama her ikisinin de en başarılı üretildiği yer Oaxaca. Bunlardan ilki “horchata” aslında bir Katalan içkisi ve Latin Amerika’da her ülkede farklı biçimlerde üretiliyor. Oaxaca horchata’sı sadece pirinçten yapılıyor; içerisine bazen tarçın koyularak tatlandırılıyor ve daha çok ayran gibi serinlemek ve ferahlamak aramacıyla tüketiliyor. İkinci içki tüm dünyanın bildiği ve severek tükettiği tecquila’nın Oaxaca’ya özgü olan bir türü. Aradaki fark, tekila blue agave olarak adlandırılan bir agave türünden yapılırken, Mezcal’in maguey adlı başka bir agave’den yapılıyor olması. Agave yörenin farklı türleri olan kaktüs benzeri bir bitkisi. Bu vesileyle belirtmekte fayda var; tüm dünyanın bildiği meşhur içinde kurtçuk olan içki aslında tekila değil, mezcal. Ve yine yeri gelmişken, Meksika’da tekilanın üretimi de sadece Tecquila kenti ve çok yakın çevresinde birkaç kasabaya kısıtlanmış; yani “tekila” aslında sadece bu bölgenin coğrafi işaretini taşıyan içkinin adı, tıpkı Fransa’da sadece Champagne bölgesinde üretilen köpüklü beyaz şaraba “şampanya” dendiği gibi. İçkiler bir yana, benim en çok Oaxacalıların ünlü bir sözü hoşuma gidiyor: “kötü her şey için bir mezcal; iyi şeyler için de aynısından!”
Her ne kadar anlattığım bu güzel kolonyal kentin mimarisi ve yaşam biçimi de dahil olmak üzere yaşamın pek çok boyutu geri dönmez bir biçimde sömürgenlerinin etkisinde kalmış olsa da Meksika, uzun süre İspanyol boyunduruğunda kaldıktan sonra 1810’da bağımsızlığını ilan etmiş. Sonra da Teksas’ın Meksika veya Amerika eyaleti olması üzerine çıkan Meksika-Amerika savaşı sonrasında yenilince topraklarının önemli bir kısmını Amerika’ya bırakmak zorunda kalmış. Bundan sonraki öyküsü yine karmaşa ve huzursuzluktan ibaret maalesef. Önce sağcı tutucu bir hükümet, sonra Zapotek asıllı Benito Juarez’in demokrat ve yenilikçi dönemi sırasında Fransız işgali ve Napolyon yönetimi, ardından Avusturya arşidükü Maximillian’ın Meksika imparatoru olması. Yönetimin Fransızlar ve onların kukla İmparatoru Maximillian’dan geri almasıyla yeniden kazanılan bağımsızlığın ardından da bir diktatörlük rejimi. Ve nihayet 1910’da başlayan ve on yıl sürerek binlerce kişinin ölmesine neden olan Meksika Devrimi. Yüzde sekseni köylü olan bir milletin, ezilen azınlıkların ve fakir halkın ayrılıkçı burjuva yönetimine isyanı olan bu devrim, düzenleyenlerin altyapısından ve ülkenin ateşli mizacından ötürü başlangıç amacını aşarak bir miktar çapulculuğa da yol açmamış değil aslında ama en azından diktatör Diaz’ın sonu olmuş. Emiliano Zapata ve Pancho Villa’nın köylülerle birlikte destanlar yazdığı bu isyanın bilançosu ağır da olsa, toprak ve özgürlük sahibi olmak isteyen insanların hiç değilse bir kısmını öncesine göre daha mutlu ettiği bir gerçek.
Tarihin detaylarıyla bilinen dönemleri hep çok yakındakiler olduğu için daha önceye ait aktarılanlar büyük ölçüde tahmine dayanıyor. Bu yüzden de İspanyol istilası öncesi Meksika uygarlıklarından kalan kentlerle ilgilenmek çok daha gizemli geliyor insana; ben de söz konusu kentlerden bir kısmını büyük bir keyifle geziyorum. Geri dönüp hepsine tekrar bakınca, aklımdan hiç çıkmayacağını bildiğim, bence en etkileyici olan kent Palanque. Oraya gitmek için yola bir sabah erken çıkıyoruz; hava kararmadan menzile ulaşmamız gerek çünkü geçeceğimiz yolda bildiğiniz eşkıyalar var; geç saatte gerçekten tehlikeli olabiliyor. Meksika’da günlük yaşamın bir parçası olan gaddarlık ve kanun dışılığın insanı şaşırtacak boyutta olduğunu artık iyice anlamış olduğumuzdan bu konuda yapılan uyarıyı hafife almamamız gerektiğinin de farkındayız. Üstelik orada bulunduğumuz zamana rastlayan bir huzursuzluk durumu da var ülkede; öğretmenler hakları için direniyorlar. Önce birden fazla kez şehirlerarası yolda barikat kurulduğu haberini alıp yolumuzu daha uzun olan bir seçenekle değiştiriyoruz. Sonra da gittiğimiz yollarda bizim geçmemizden çok kısa süre önce gerçekleşmiş olan soygunların öykülerini dinleyerek ve kendimizi biraz birkaç yüzyıl önce yaşanmış bir haydut hikayesinin kahramanları gibi hissederek ilerlerken, yolun barikatlar ile kesilmiş olduğunu görüp mecburen duruyoruz. Neyse ki yolumuzu kesenler eşkıyalar değil direnişçi öğretmenler. Şoförle bir süre konuşup tartıştıktan sonra arabanın içine girmekten vazgeçip bize dertlerini anlatan broşürler vererek yola devam etmememize rıza gösteriyorlar. Tek şartları var; broşürleri uygun gördükleri bir fiyattan satın almak zorundayız! Aslında belki herkes çocukluğunda bir eşkıya öyküsü dinleyip bir korsan filmi seyretmiştir ve ülkemizde de son yıllarda bazı yörelerde yolculuk yapmanın cesaret gerektirdiği dönemler olmadı değil ama ben böyle bir macerayı ilk kez yaşıyorum ve tabii böyle durumlarda hep olduğu gibi işin ciddiyetini ancak geçtikten sonra anlayıp gecikmeli bir ürperti yaşıyorum.
Sonunda sağ salim ulaştığımız için toprağı öpme şakaları yaptığımız Palanque’de yol boyunca yaşadığım tüm heyecana değen bir güzellikle karşılaşıyorum. Palanque’nin çok ortalıkta olmayan, ormanın içinde eriyip gitmiş, adeta tarihte bir noktada kalmış kısımlarına dalıp sıradan bir ören yerinde karşılaşmam mümkün olmayan bir büyüyü yaşamaya başlıyorum. Pencerelerinden asırlık bir ağacın dalları çıkan, duvarları sarmaşıklarla kaplı, odalarının yarısı toprağın altında olan bir binayla karşılaşınca tarihte bilinmez bir zamana ışınlanmış gibi hissediyorsunuz kendinizi ama etrafınızı çevreleyen ve koskoca bir uygarlığı yutmuş olan yeşillik nedense dünyanın başka yerlerindeki benzerleri gibi gerçek dışı veya saldırgan gözükmüyor. Nasıl oluyor bilmiyorum ama kendimi hem unutulmuş bir geçmiş zamanda hem de sanki kendi evimin bahçesinde gibi hissediyorum. Vahşi olduğu kadar nedense dost da gözüken inanılmaz güzellikte bir yeşilliğin arasına karışıp kaybolmuş olan kent kalıntılarına dokununca sanki tarihe de ellerimle değmiş oluyorum. Palanque’nin içinde kaybolduğu orman o kadar gerçek, kentin o ormanın koynundaki görüntüsü o kadar doğal ki, insana hem bu kent başka bir yerde olamazmış hem de sanki orta yerlerinde böyle bir eski kent kalıntısı olması ormanların sıradan bir özelliğiymiş gibi bir duygu yaşatıyor.
Palanque’de sıradan halkın çamur, ahşap, saz, ot, yaprak gibi malzemelerden yapılmış olan evleri günümüze kadar ulaşamamış. Anlaşılan, bu iklimdeki pek çok başka uygarlıkta olduğu gibi Meksika’da da sadece tapınaklar taşla yapılacak kadar önemli bulunmuş. Dolayısıyla, tıpkı Asya’dakiler gibi Latin Amerika’da da, nedenini anlayana kadar insanı bayağı şaşırtacak kadar, tarihi kentlerden geriye yalnızca tapınakların ve çevrelerindeki ortak kamusal yapıların dışında hiçbir şey kalmamış; agoralar, evler, bahçeler falan yok; sadece yüksek tepelere kurulmuş ihtişamlı tapınak ve saraylar var. Palanque bir maya kenti; MÖ 100 civarında kurulmuş ve MS 900 civarında tamamen terk edilmiş. Öyküsü bu noktadan sonra gerçek dışı bir boyuta taşınıyor; yanıbaşında tam teçhizat bekleyen tropik orman hiçbir karşı koymayla karşılaşmadığı için sinsice ilerleyip terk edilmiş kentin üzerini sessizce kaplamış ve Palanque ağaçların arasında tamamen kaybolup yeryüzünden silinmiş; ta ki 1567’de yeniden bulununcaya kadar. Bugün de önemli bir bölümü henüz onu yutan ormanın koynunda, ağaçların içinde; tıpkı Kamboçya’daki Angkor Wat gibi. Hatta belki de ilginçliğini korusun diye bazı binalar kasıtlı olarak tamamen ortaya çıkarılmamış ve ormanda kayboldukları gibi bırakılmış. Zaten beni çarpan sözünü ettiğim büyü de bu durumdan kaynaklanıyor. Bu kayıp kente tesadüfen yolu düşerek bir köşesine yanlışlıkla ayağı takılan insanın yerinde olmayı nasıl isterdim bir bilseniz… Düşünsenize, kocaman bir ormanın derinliklerinde, bu saate kaldığınız için kendinize kızarak, hava daha fazla kararmadan gideceğiniz yere ulaşabilmek için bitki örtüsünün izin verdiği ölçüde hızla ilerliyorsunuz ve tökezlediğinizde sadece sizin hayatınız değil dünyanın gerçekleri de bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak şekilde değişiyor… Elinizi sürüyorsunuz asırlık yosun tutmuş taşlara ve o an tam olarak neye dokunduğunuzu bile düşünemiyorsunuz çünkü siz zaten daha o taşları oraya yüzyıllar önce koymuş olan insanların yeryüzündeki varlıklarını da bilmiyorsunuz ki… Onlar “kayıp uygarlıkların” insanları çünkü ve bu yüzden gördükleriniz bu dünyaya ait değilmiş gibi sanki.
Aslında Meksika’da İspanyol istilası öncesi uygarlıklardan kalan kentler bu anlattıklarımla kısıtlı değil tabii ki; özellikle Chichen Itza ve Uxmal pek çok açıdan gerçekten çok ilginç yerleşim yerleri. Ama Palanque için anlattıklarımın çoğu gördüğüm diğer İspanyol istilası öncesi kentler için de geçerli. Zaten bu kentlerin ve tapınakların en ilginç yanı bana sorarsanız ne kadar uzun süredir unutulmuş oldukları ve nasıl bir tesadüfle bulundukları. Her şeyden önce, hemen hepsinin ortaya çıkmamış bölümlerinin hala var olduğu biliniyor ve gerek birbirlerine benzerlikleri gerekse haklarında bilinenlerin kısıtlılığı yüzünden hepsini ayrı ayrı gezmeye gerek de var mı, bilmiyorum. Tıpkı Uzak Doğu tapınakları gibi, bir süre sonra hep aynı şeyi gördüğünüzü düşünmeye ve giderek her birinden daha az şey hatırlamaya başlıyorsunuz. Bu yüzden, tarihi kentlerden uzaklaşıp biraz Meksika’nın bugünkü kentlerine geri dönmek istiyorum; bakalım bu kanı kaynar Latin memleketinde şehir yaşamı istila döneminin en yakın tanıkları olan kolonyal kentlerin dışındaki kentlerde nasıl yaşanıyor. Böylece, kırk-elli yıl öncesinin İstanbul’unu andıran, sanki çocukluğumdan fırlamış gibi bana bir yerlerden tanıdık gelen görüntüleriyle Campeche ve beni en çok gece barlarından dışarıya taşan hayatla etkileyen, “zenci İsa”nın memleketi Merida’dan ve tabii yeryüzündeki en kalabalık, en canlı, en karmaşık ve de en keyifli kentlerden birisi olan Mexico City’den geçip Karayip Denizi’nin kıyısındaki minik Tulum kentine uzanıyorum. Bu kıyıdaki turizm cenneti Cancun, uyuşturucunun başkenti Playa del Carmen veya gözde tatil beldesi Cazumel Adası yerine Tulum’u seçme nedenim kalabalıktan kaçma isteği ve Meksika’nın bu diğerlerinden tamamen farklı noktasından anlamlı bir yaşam kesiti yakalama ümidi. Yakın zamana kadar küçücük kendi halinde bir balıkçı kasabası olan Tulum, şimdi ayrı bir “oteller bölümü” olan tipik bir kıyı tatil kenti ama hala elektriği olmadığı için bu gereksinim jeneratörlerle karşılanıyor ve hala kıyıdaki otellerden uzaklaşıp minik kentin merkezine girerseniz sımsıcak “gerçek” insanlarla karşılaşıyorsunuz. Şu andaki yerleşim alanının yanı başında yer alan eski Maya kentiyle ilgili geçmiş zaman hayalleri kurabilmek de cabası. Zaten galiba Meksika’ya geldiğimden beri hayal kurmak ilginç bir biçimde ileriye değil geçmişe yönelik bir eylem haline gelmiş bulunuyor benim için. İçinde bulunduğum coğrafya ve kültür o kadar etkileyici ve burada ulaştığım hayatın bulunduğumuz andan öncesi o kadar çok bilinmezle dolu ki, sözünü ettiğim bu ters durum kaçınılmaz oluyor; yavaş yavaş kendimi iyice bir parçası hissettiğim bu resmin eksiklerini tamamlamak tamamen benim hayal gücüme kalıyor. Zaten ağaçların sıklığından birbirini göremeyen kulübelerden oluşan, bahçesi tamamen mumlarla aydınlatılmış otele yerleşir yerleşmez doğru bir seçim yaptığımı anlıyorum. Bir yanda meşhur Karayip denizinin bana nihayet Akdeniz’i aramayacak kadar kusursuz bir kıyı bulduğumu düşündürten benzersiz güzelliği, bir yanda hizmet etmek için can atan, pozitif enerji dolu insanlar. Denize girmek özellikle çok meraklı olduğum bir şey değil ama burada gerçekten bu şekilde yaşanabilecek mutluluk ve ruh arınmasının en üst düzeyini yaşıyorum. Tulum’da denize girmek her seferinde aşağı yukarı şöyle gelişiyor: Kıyıdan on beş yirmi metre ilerleyince (ki o sırada su ancak belinize gelmiştir) yüzmeye başlarsanız, içerinde bulunduğunuz suyun tam da “su yeşili” denilen renk olduğunu fark ediyorsunuz. Denizin ayaklarınızı sadece bedenen değil ruhen de yerden kestiğini düşünmeye başladığınız anda sırasıyla önce berrak su renginde sonra su yeşili yumuşacık şeffaf dalgalar, aralarında renk uyumunu hiç bozmadan, birbirlerine sanki hiç değmeden artarda üzerinize gelmeye başlıyor ve başınızı az kaldırınca, dalgaların ardındaki denizin önünüzde yer alan ilk on beş yirmi metre boyunca türkuaz, bir sonraki on beş-yirmi metrede daha koyu bir mavi olduğunu görüyorsunuz. Bu mavi zenginliği böylece ufka kadar aşama aşama koyulaşarak uzanıyor, ta ki ufuk çizgisiyle birleştiği noktada dünyanın en güzel laciverdi olana kadar. Kendinizi sanki suya değil de yumuşak bir döşeğe bırakıyorsunuz sonra; sizi kucaklayan deniz değil de bir sevdiğinizin kolları sanki… Böyle bir günün akşamında denizin rehavetini kıyıdaki barda dünyanın en etkileyici gün batımlarından birisine karşı içtiğiniz tekila ile pekiştirmenin hemen ardından kasaba kıvamındaki küçük kentte, tam da dünya klasmanına girmeye aday bir kadın şefin elinden yediğiniz beş yıldızlı yemeğin tadına varırken, sırtınızı dayadığınız duvardan dizi dizi geçen fareleri fark etmek bile artık doğal olarak sizi ne üzüyor ne de şaşırtıyor. Sadece kendinizi tanıyamamanıza sebep olan bir hoş görüyle gülümseyip “böyle bir yeryüzü cennetinde olmanın, onun size sunduğu doğallık ve mutluluğun sonuna kadar keyfine varmanın tabii bir de bedeli var” diye düşünüyorsunuz…
Bu sefer anlattıklarım oldukça karmaşık oldu, değil mi? Ama elden ne gelir, bu ülke karışık; hem dün, hem de bugün! Üstelik en az anlattığım kadar da anlatamadığım izlenim olduğunu tahmin etmek sanırım hiç de zor değil. Yine de Meksika öyküsünü size huzur verip damağınızda güzel bir tat bırakan birkaç imgeyle bitirmek isterim; benim de en çok aklımda kalan ve içimi mutlulukla dolduran imgeler. Örneğin, şehirlerarası yolculuklarımdan birisinde, otobüsün camından izlediğim bulutlar… Yanımız sıra dokunulabilir somut birer varlık gibi birlikte ilerliyorlar; bizimle yarışıyorlar adeta. O kadar gerçek ve o kadar kişilikliler ki, insanın sudan meydana gelmiş bir yoğuşma olduklarına inanası gelmiyor; sanki hepsinin ayrı bir kimliği ve kendine özgü huyları var. Yaşadığım bu yanılsama coğrafyadaki ısı, ışık ve benzeri faktörlerden diyeceğim ama buralarda havadaki nemin bir pusu oluşturup görüntüyü silik hale getirmesi gerekmiyor muydu? Bu berraklık da nedir? Doğrusu şaşkınım… Neden böyle çok net ve alçaktalar bilmiyorum. Ama tıpkı elle çizilmiş gibiler; tıpkı kızımın yedi ile on yaş arası okul defterlerini kapladığı o çok bilindik bulut resimli kaplama kağıdının desenine benziyorlar. Öyle huzur verici ve davetkarlar ki, başımı cama dayayıp onlara konsantre olduktan kısa bir süre sonra nereye gittiğimi, hatta nerede olduğumu bile unutuyorum fark etmeden. Nereye çağırsalar gideceğimi biliyorum artık. Kendimi onların kucağında dinlenirken veya boyuma uygun bir tanesine sarılıp çoktandır birikmiş gözyaşlarımdan kurtulurken hayal ediyorum. Yaşadığım bu illüzyon dolu huzuru tuhaf buluyorsanız, Meksika göklerinin nasıl böyle insana akla gelmez her tür hayali kurduracak kadar hem kıvılcım ve hem de dinginlik dolu olduğunu size hatırlatmak isterim. Zaten gökyüzünün netliği, duru mavisi ve bulutlar yolculuk boyunca beni tekrar tekrar mutlu edecek. Bu topraklarda gökyüzü böyle çünkü ve burada göğün altında yaşanan her saniye tarihin tüm acılarına rağmen akıcı ve canlı bir melodi kıvamında…
Aslında Meksika’da yaptığım otobüs yolculuğu her gün ayrı bir keyfe, her seferinde doğayla ve kentle oynanan ayrı bir oyuna dönüşüyor. Bir bakıyorum camın dışında nefes kesen bir gün batımı… Güneş batarken, denizin rengi ve görüntüsünü inanılmaz derecede güzelleştirmesine rağmen kendisi hala uzak ve kontrollü. Gün batımı ile bağdaştırılacak sıcaklıktan çok, buzlu bir camın arkasından seyredilen özenle yapılmış bir tablo gibi. Oysa birazdan kendisini tamamen dağıtıp iyice kızarıyor, kıpkızıl bir ateş topu olarak etrafı adeta hayasızca kızıla boyuyor. Gökyüzü tutuşup yanıyor, ağaçlar aynı kızıllığa bürünüp (daha doğrusu bu kızıllık ağaçlara da bulaşıp) ateş rengi birer siluet halini alıyorlar ve ben işte tam o zaman yeniden kaybolup bambaşka bir dünyaya kayıyorum; sonradan hatırladığımda “gerçek miydi?” diye sorgulayacağım başka bir boyuttaki bambaşka bir dünyaya. Alın size başka bir Latin rüyası; çok da fazla sürmeyen, kısacık, ateşli hayaller… Yol boyunca yanı başımda tarifsiz bir büyü yaratan güneşle kovalamaca oynayarak ilerliyorum. Yolun kenarındaki ağaçların arkasına saklandığında geride kızıl izini bırakıyor; bir de pembeye boyanmış bulutları ve kızıl siluetli ağaçları. Nihayet uysal bir ağır başlılıkla yavaş yavaş batıyor güneş. İkimiz de biraz önce yaşadığımız yarıştan yorgun nefes nefese gibiyiz. “Büyüklük ben de kalsın; ben her gün senin gibi kaç kişiyle yaşıyorum bu yarışı biliyor musun?” der gibi sanki. Ardından, ardından gökyüzü yas tutmaya devam ediyor bir süre, giderek solan pembe rengini sürdürerek…
Sakın unutmayın; bu anlattığım yumuşacık güzellikler bir yana Meksika acı, parlak, keskin şeylerin ülkesi. Fiziki olarak evlerin boyandığı renklerde veya insanın tenini yakıp kavuran güneşin yankısında da, tamamen temsili anlamda, hayatın iç içe geçmiş zorlu tezatlarla dolu akışında da. Octavio Paz veya Frida Kahlo da bu ülkenin çocukları, uyuşturucu baronu Joaquin Guzman da. Güzelim tamales’ler ve choriso’lar da bu ülkenin mutfağından, kızartılmış çekirgeler veya küflenmiş mısırlarla yapılan yemekler de. Bana gelince… Şimdilerde kesinlikle bir gün Meksika’ya geri dönme hayalleri kuruyorum çünkü galiba anlattığım karmaşayı sevmiş bulunuyorum. Bu uğurda çikolatayı bildiğim gibi yemek yerine Aztek usulü acı ve soğuk bir içki olarak tüketmeye bile razıyım. Nasılsa bir müzede karşıma çıkan yeşim taşından bir Maya takısı bana ağzımdaki tadın acılığını unutturur. Olmazsa, bu gümüş, opal, mercan, amber ülkesinin daha soyut zenginliklerine dalarım. Bir zamanların korsanlar diyarı Becal köyüne giderim örneğin ve oradaki yaşamın rengarenk basitliği içinde kendimi bambaşka bir boyuta ışınlanmış gibi hissederek mutlu olurum ya da Agua Azul çağlayanında, doğanın seslerinde bir marimba’nın çaldığı canlı melodilerin tınısını dinlerim veya en iyisi, eşsiz keyifler kenti Mexico City’nin arka sokaklarında isteyerek kaybolurum da, yolumu bulduğumda bir Aztek prensesine dönüşmüş olurum…
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır