Neredeyse otuz yıl olacak, eskiden mayısın ortası, en geç haziranın başında Karamürsel’e gider; havaların bize verdiği izine bağlı, ekimde İstanbul’a dönerdik. Sonradan, tek başıma kaldığımda, bu gidiş dönüşleri, yalnız yapmaya başladım.
Hay Allah! Yine aynı şeyi yapıyorum. Bir seferinde de, düşünürken, lafa başlarken, yazarken, “dün” yani geçmiş, yanımda yokken, tek başıma bir şeyler becerebileyim… Yok! Kesinlikle olmaz! “Dün” var ya dün, her işime burnunu sokar… Aslında kendimi haksız yere suçladığımı, öfkelendiğimi biliyorum. Öyle ya! Geçmişi, geçmişimizi unutursak, demeyeyim de, göz ardı edersek, kendimizden geriye ne kalır ki?
Neyse işte… Bundan birkaç yıl önceydi, bir keresinde, kışı da orada geçirmek durumunda kalmıştım. Bir rastlantı olarak, her zaman çevredeki evlerinde yazlı-kışlı oturan komşularımın hemen hepsinin, o kış, İstanbul’da, Ankara’da, ne bileyim Trabzon’da işleri çıkmış, evlerinden gidecekleri tutmuştu.
Sol tarafımda aralarında geniş bahçeler olan beş-altı ev, ta ötedeki sitelere kadar bomboştu. Sağda desen, uzaktaki balıkçı barınağına kadar kimseler yoktu. Önümde deniz, sahildeki küçük girinti ve o girintide yavru martılarla mekeler… Yandaki komşunun kayığı da yapayalnız, öylece kalakalmış… Denize inen beş basamaklı merdivenin yanına çekilmiş, yaza kavuşmayı, denizle, sahibiyle buluşmayı bekliyor.
O boşluk içinde, biraz uzağında kaldığım hareketli dünyadan eni konu kopmuş, tuhaf bir hayat yaşıyordum. Her gün temelinde sayısal üstünlüğün olduğu bir çeşit erk savaşı izliyordum. Eğer o gün, mekeler sayıca çoğunluktalarsa, yavru martıların üstüne üstüne gidiyorlar; yok eğer sayısal üstünlük martılardaysa, onlar mekeleri sıkıştırıyorlardı… Zamanım bol, seyrediyordum. İster istemez, insanlar arası ilişkiler, güçlü olanın, güçsüzü ezmesi geliyordu aklıma. Bazen de çok değil, yalnızca iki babaç martının görünüvermesi, kocaman kanatlarını açıp bu kargaşanın üstünde uçmasıyla her şey süt liman oluyordu! Aşağıdaki ufaklıklar, kendi çöplüklerinde eşelenmeye, daha doğrusu, oldukları yerde dalıp çıkıp avlanırmış gibi yapmaya başlıyorlardı. Ne de olsa, korku dağları bekliyordu! Babaç martıların kocaman gagaları vardı!
Sabahı, sabahın oluşunu yakalamayı, o anlara şahit olmayı öteden beri severim. Sabahın sır ortağı, en yakını gibi hissederim kendimi! Bazen de günü aydınlatıp, güneşi yerine yerleştirip, hemen ardından yarım saat, bir saat kestirmek hoşuma gider.
O sabah da kalktım, ufukta belli belirsiz bir pembelik, güneş, “yükseliyorum” diye haber veriyor. Pencereden baktım, denizde büyük bir sakinlik var, kuşlarda hiç kıpırtı yok, olmadıkları kadar uslular! Küçük yuvarlacık gövdelerini suya yatırmışlar, dalgaların ritmiyle hafif hafif sallanıyorlar. Olacak şey değil! İşte o zaman onu gördüm, denize inen merdivenin başında, neredeyse yarı belime kadar boyu olan bir şey! Zaten uykudan yeni kalkmışım, zaten ortalık tam ağarmamış, daha ne olduğunu anlayamadan, iki kocaman kanat çırpışıyla balıkçı barınağının oraya doğru uzaklaşıyor, beni meraklar içinde bırakarak… Gördüğümün gerçek olup olmadığından bile emin değilim. O saatte kime ne sorabilirdim ki?
Oysaki, gün ortasında görüp sorduğum kişiler, hiç şaşırmadılar.
“Aaa evet, buralarda bir balıkçıl var,” dediler “Biz de onu çoğunlukla balıkçı barınağının orada görüyoruz”. Sonradan bir iki kez gündüz gözüyle gördüm onu. Elimde değil, hüzünlendim. Heybetiyle etrafındaki kendinden küçük deniz kuşlarını korkutsa bile, bence o arkadaşları gitmiş ve bir nedenle gidemeyip buralarda yapayalnız kalmış bir kuştu. Ona böyle bir öykü yakıştırdığım için mi bilmem, bana gözleri biraz hüzünlü bakıyormuş gibi gelmişti. Belki de tüm balıkçıllar öyle bakıyorlardır…
Nedense, görmediğim birinin fotoğrafına bakarken, onu gözlerinden, daha doğrusu bakışlarından tanımaya uğraşırım. Onunla ilgili yargıya varırım demesem de düşünmeye başlarım. Bana öyle gelir ki, gözler ağızdan daha çok konuşur, daha çok söyler… Bazı gözlere baktığınızda açık bir kapıdan içeri girer gibi olursunuz, o evin içini görürsünüz, en gerçek haliyle… Ağız öyle mi ya, içindekileri saklamak, sizi yanıltmak için, doğruymuş, yanlışmış hiç bakmadan istediğini söyler, dizer sözcükleri art arda, kafanızı allak bullak eder, eğer karşısındaki biraz da safsa, onu kolaylıkla inandırabilir.
Ülkeyi yönetmeye kalkan politikacıların gözlerine bakarım hep, ağızlarına ve dediklerine değil. Yıllar önce yıldızı parlamakta olan biri için, “Ben bunun gözlerindeki ihtirastan korkuyorum, bir tanecik oyum var, onu da bu adama veremem,” demiştim. O zaman etrafımdakiler bana katılmamışlardı, bazılarına göre güya güzel konuşuyordu… “Bir baksana, neler söylüyor,” demişlerdi. Neyse, politikacıları bir yana bırakalım.
Hem yazar hem ressam olan bir dostum var, Sibel Atasoy, yazlarını o da benim gibi Karamürsel’de geçiriyor. Sahilde, benden biraz ötede oturuyor. Ona balıkçılı anlattım, “Öyküsünü yazmak istiyorum ama nereden başlayacağımı bilemiyorum,” dedim. Beni yüreklendirmek için, “Siz yazarsınız,” dedi.
Pek emin değilim ama üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Kesin söyleyemiyorum çünkü bir süredir, “zaman” ile pek aramız yok! Genelde, onunla bununla takışanlardan değilimdir fakat o da beni hiç adam yerine koymuyor. Sözün gelişi, bir türlü haftalarla baş edemiyorum. Tam hafta başı oldu, pazartesiden hafta sonuna kadar kaç gün var derken, o ümit bağladığım, hiç el sürmediğim, pırıl pırıl kullanılmamış günler akıp gidiveriyor! Zaten Çarşamba olmayagörsün, gerisini yakalamak ne mümkün! Bir bakıyorum hafta sonu gelmiş bile… Bana sorsalar, dünyanın dönüşü hızlandı, derim. Sormazlar tabii, bilim adamlarına sorarlar; onlar da siz o değişikliği algılayamazsınız, derler… Yaşadıklarım, hissettiklerim gerçek değil mi yani?
Sibel Atasoy’la son konuşmamızın üstünden onca zaman geçmesine rağmen, biraz araştırma da yaptığım halde, bir türlü balıkçılın öyküsünü yazamamıştım. Elbette zorunlu değildi ama yazmayı istemiştim işte…
Yaz sonuydu, dostum beni aradı, “Yarın İstanbul’a iniyorum, gitmeden biraz size uğrayacağım,” dedi.
Geldiğinde bana çok değerli bir armağan getirmişti: Bizim balıkçılın resmini yapmıştı. O güne kadar aldığım armağanların en güzellerinden biri… Koşullar öyle gerektirdi, neredeyse hemen onun ardından ben de İstanbul’a geçmek zorunda kaldım. Böylece şimdi şu anda, sevgili resmim benim Karamürsel’e gitmemi, önceden onu yapan sanatçıyla birlikte seçtiğimiz yerine asılmayı bekliyor.
2022’nin baharını kaçırdım, gidemedim. Bahçelerdeki meyve ağaçları beni daha fazla bekleyemediler, çiçeklerini döktüler, meyveye durdular bile… Oysa kış bir türlü bitmek bilmeyince, yazı daha bahardan karşılamaya heveslenmiştim. Nisanda gidecektim. Nisan kıştan kopamadı, kaç kez gider gibi yaptı, geri geldi, ben de hayalimi gerçekleştiremedim.
Haziran bile, hızla yol alıyor, bugünlerde gitmek ve benim hüzünlü balıkçıl hala orada mı görmek istiyorum. Sibel de mı öyle hissetmişti, yoksa benim anlatımımdan mı etkilenmişti, hiç sormadım; arkadaşımın yaptığı resimdeki balıkçıl da mahzun bakıyordu! Bazı şeyleri sorup açığa çıkarmaktansa, kendimce yorumlar yapmayı daha çok seviyorum. Hayal etmeye, dalıp düşünmeye de yer kalsın, istiyorum. Bu tamamen benim seçimim, doğruluğunu savunduğum yok! Öte yandan, hayata göğüs gerebilmek, daha doğrusu hayatta kalabilmek için, gerçekleri bilmenin zorunluluğunu da unutmuyorum. Yine de şöyle bir geriye çekilip baksam, bunca yıla, bunca yaşa karşın, nerede duygusal, nerede gerçekçi davranmam gerektiğini tam anlamıyla biliyor muyum desem, kendime pek yüksek bir puan veremem… Mesela kaç puan verirdin, deseler, “herkesin gerçeği kendine” diye yanıtlar, geçiştirirdim.
Sonra da zamanı suçluyorum, işte haziran da gitti gidiyor. Ben hala buralardayım. Toparlanmalıyım, dikmek üzeri aldığım tohumlarım var, yaz bitmeden saksılarıma, maydanoz, dereotu, roka ve kekik ekmeli, onların topraktan çıkışlarını izlemeliyim. Sevgili balıkçılımın resmini duvarda onu bekleyen yerine asmalıyım. Özetle yapmam gereken işler, kullanmam gereken günler var, yola çıkmalıyım.
Ayla Özberk