Mutfakta ve Sofrada Paylaşım

6 Kasım 2022

Oldum olası, yaşamın paylaşılırsa güzelleşeceğine inananlardan oldum; sahip olduklarını bölüşmenin ve duyguları, fikirleri ve kaynakları paylaşmanın yaşama anlam kattığını düşündüm. Elindekinin bir miktarını başkalarına vermek anlamında da, herhangi bir zorluğun azabına birlikte katlanmak anlamında da, keyifleri bir arada yaşayarak çoğaltmak anlamında da paylaşabilmek, her zaman içimi ısıttı; bana umut verdi. Bu yüzden de, hayatımızdaki paylaşıma açık taraflar beni hep yakından ilgilendiriyor.

Paylaşımdan söz açılınca, her şeyden önce, yeme-içme dünyamızın zenginliğine bir kez daha hayran kalıyorum. Yaşamımızdaki birçok başka olgu gibi, paylaşmak da en temel ihtiyaçlarımızdan başladığına göre, yemek kültüründe çok yönlü ve çok renkli bir paylaşım geleneğinin var olması çok doğal. Aslında, küreselleşmeyle övünen günümüz dünyasında, bir yandan kültürün tüm boyutlarının tam anlamıyla paylaşılması hedeflenirken, bir yandan da, yaşamak için gereken fiziki kaynakların adil olarak bölüştürülmediği inkâr edilmez bir gerçek, ancak geleneklerin korunduğu, ilişkilerin gerektiği gibi yaşandığı, güzelliklerin olabildiğince sürdürüldüğü yaşam alanları hâlâ mevcut ve bunların arasında, yemek kültürüne ait paylaşım adetleri, birçok toplumda, paylaşmanın en güzel örnekleri olarak yaşamaya devam ediyor. Yeme-içme yaşantımızın tüm boyutları, hayatın paylaşıma en uygun, alıp vermesi en kolay, birlikte yaratılması en zevkli bölümlerini oluşturuyor. Bu alanda paylaşımdan söz ederken, yalnızca en basit şekliyle, fiziki olarak kaynakların bölüştürülmesini veya toplumsal bir olgu olarak, daha fazla yiyeceği olanların, daha az yiyeceği olanlara yardım etmesini kastetmiyorum. Çok daha anlamlı ve çok daha keyifli bir başka boyutu da var bu işin; kendi bedenimizin gıdasını sağlarken başkalarının ihtiyacına da bir el vermek kadar, karnımızı doyurmak için yapılan bir dizi eylemi başkalarıyla bir arada gerçekleştirmek ve bunu böyle istediğimiz için yapmak ve bu yaşadığımızdan keyif alıp ayrı bir doygunluk duymak gibi. Hayatta pek çok şeyin, ancak paylaşılarak anlam kazanacağına inananlardan biri olarak, en kolay, en sıklıkla ve en verimli şekilde paylaşabildiklerimizden birisinin yeme-içmeye ait “durumlar” olduğunu iddia ediyorum; adetler, tarifler, gelenekler, malzemeler, verilen emekler, edinilen deneyimler, sofralar, sohbetler, lezzetler, coşkular, efkârlar ve daha niceleri hep yeme-içme yaşantımıza ait ve bunların tümü ancak paylaşırsak helmelenip lezzetleniyor.

Paylaşım tarlada başlar

Yiyeceklerle ilgili ortaklaşa hareket etme ve paylaşma, gıda maddeleri üretiminin henüz en erken safhalarında başlıyor. Özellikle tarımın hemen her aşamasında, tek başına davranmak yerine bir arada olmak; planlama yaparken de, tarla sürerken de, bahçe ilaçlarken de, aynı işi yapan diğer insanlarla fikirlerinizi ve emeğinizi paylaşmak, anlamlı olduğu kadar yararlı da. Hatta belki bu noktada, paylaşmanın yararları, keyfinin önüne bile geçiyor. Örneğin, üretenlerin bu sayede gelir elde edeceği, tüketenlerin de daha sağlıklı olarak besleneceği gıda maddelerinin iyi yetiştirilmesi ve doğru pazarlanması aşamalarında önemli roller üstlenen tarım kooperatifleri veya üretici birlikleri gibi pek çok tüzel kişiliğin, aslında çıkış noktaları, meyve, sebze, buğday veya zeytin üreten ya da balık veya koyun yetiştiren kimselerin bu konularla ilgili sorunlarını birbirleriyle paylaşarak çözüm bulmak arzusu. Uygulamadaki başarı düzeyi ne olursa olsun, kuruluştaki amaç tamamen sorunları da, nimetleri de paylaşmaya yönelik. Problemler paylaşılıyor, çözümler paylaşılıyor,  sonuçlar paylaşılıyor; böylece verim artıyor, lezzet kaybı önleniyor, üretilen madde değerleniyor.

 

Ancak, tarıma yönelik paylaşım denince beni en fazla ilgilendiren ve heyecanlandıran, emekle geçen bir sürecin sonunda, ulaşılan bereketin coşkusunu paylaşmak. Tüm hasat şenlikleri, bağbozumu eğlenceleri, harman ritüelleri, komşularla paylaşılarak, birlikte yaşayarak, eksik kalmış olanları hep beraber tamamlayarak tadı çıkarılan olaylar değil mi? Bu sanırım, özellikle dünyanın bizim yaşadığımız bölgesinde, yani Akdeniz’de çok geçerli bir gerçek. Her ne kadar insanlar, dünyanın her yerinde ve her alanda, belirli bir süreç içerisinde, hem kendilerinin, hem başkalarının işine yarayacak bir şeyi üretmiş ve emeklerinin karşılığını almış olmayı sevgiyle ve sevinçle kutluyor olsalar da, bu kutlama nedense, hasatta ve harmanda daha bir coşkulu, daha bir yaşamla iç içe ve şarkılı, türkülü, danslı gerçekleşiyor; hele Akdeniz havzasında. Tarih öncesi dönemlerden beri bu şenlik ve coşku, üretilen ürünün ve elde edilmiş olan faydanın keyfine neredeyse eşdeğerde bir anlam taşıyor. Ülkemizde bol miktarda mevcut olan, belli gıda maddelerine adanmış şenlikler ve festivaller de bunun en açık göstergelerinden. Kiraz Festivali, Kayısı Şenliği, Üzüm Günleri gibi… Bunların belki, üç-beş tanesi hariç, ticari amaçlarla yapıldığı veya sayıları arttıkça, pek değerleri kalmadığı iddia edilebilir ama çıkış noktalarına geri dönerseniz, aslında çok hoş bir anlam boyutu taşıdıklarını göreceksiniz: Herhangi bir gıda maddesinin varlığını kutsamak ve bunu paylaşmak için, onun adına bir şenlik düzenlemek, yani aslında verimli, bereketli, yemeden içmeden yana kısmetli günlerin sevincini paylaşmak…

 Mutfağın keyfini ve derdini paylaşmak

Mademki, yeme-içme dünyasının keyifle paylaşma yeteneğine üretimden bakmaya başladık, herkesin yaşantısında mutlaka yeri olduğu için kendi hayatlarımızla daha kolay ilişkilendirilebilecek başka bir yiyecek üretim mekanına, mutfağa geçelim. Söz konusu profesyonel boyutta bir mutfaksa eğer, çalışanların sayısı ve iş bölümü, ilk etapta akla sorumlulukların, zamanın ve ekipmanın paylaşılmasını getirir. Doğal olarak, bunun hemen ardından da birlikte ulaşılan sonucun ve yaratılan tadın keyfinin paylaşılması gelir. Böyle büyük ölçeklerde, bu kadar yoğun olarak lezzet üretebilmek için gerekli olan paylaşım ve ahenk mevcut değilse, ortalıkta hüküm süren sadece karmaşa ve ulaşılan sonuç başarısızlık olur.

Kendi gündelik yaşamımızın boyutlarına dönecek olursak, benim kafamdaki mutfak imgesi, daha ziyade içerisinde kuzinelerin veya açık ocakların yandığı geleneksel mutfaklara ait. Pagan zamanlardan beri, ateş yani ocak yani mutfak, tüm ailenin çevresinde toplanabileceği ve güvende olacağı nokta olarak, evin, aşın ve yaşantının paylaşılmasını simgelediği için olsa gerek. Ben mutfağımın, evde yaşayan herkes için yalnızca lezzeti ve doygunluğu değil, huzuru ve güveni de temsil etmesini istiyorum; tüm ev halkının günün sonunda dönüp gelerek, kendini “iyi” hissettiği bir mekan olmasına, bu “iyilik” duygusunun paylaşıldığı bir yer olmasına özen gösteriyorum. Yemek hazırlamanın tüm aşamalarını ev halkıyla paylaşmayı seviyorum; benim hazırladığım salatanın sosunu kocam döksün; sofraya gidecek tuzluğu, çok da resmi bir yemek değilse, konuğum götürsün; ben pilavın demini kontrol ederken, birileri de dibi tutmasın diye çorbayı karıştırsın istiyorum. Kızımla bütün günün dedikodusunu mutfakta, ben yemek hazırlarken yapıyoruz; anneme ne zaman gitsem, mutfağa dalıp tencere kapaklarını teker teker açarak, aslında galiba çocukluğumu arıyorum ve bunu kapıya dayanmış gülümseyerek beni izleyen annemle paylaşmaya bayılıyorum; evde sık sık herkesin hep birlikte mutfağa girip bir şeyler pişirdiği kalabalık davetler veriyorum; yakın arkadaşlarımın mutfaklarında hangi baharatın hangi kavanozda durduğunu biliyorum ve doğrusu, benim için yanmış bir yemeğin üzüntüsünü paylaşmakla, ilk kez denediğim ilginç bir tarifin lezzetini paylaşmanın fazla bir farkı yok. Bazen birisi olabilir; bazen de diğeri; kimi gün sevinçler ve başarılar, kimi gün efkârlar ve başarısızlıklar… Hepsi de paylaşılırsa, kolaylaşır veya tatlanır ve hepsi de mutfağın sıcacık atmosferi içerisinde yaşanarak paylaşılır. Kısacası ben, mutfağın yalnızca yemek hazırlama emeğinin ve keyfinin değil, yaşamın sıcaklığının ve coşkuyla atan ana damarının da paylaşıldığı yer olmasını seviyorum.

Mutfakta paylaşılabilenler, bununla da kalmıyor; birlikte yemek pişirirken veya yemek pişiren birisiyle sohbet ederken, o insanın marifetlerini de paylaşıyorsunuz mutfakta. Bir yemeğin farklı bir hazırlanış biçimine rastlayabilirsiniz; aynı tatlının değişik bir sunumunu görebilirsiniz; bir türlü tutturmayı beceremediğiniz kıvamı, bir tutturabilenden öğrenebilirsiniz; kısacası, mutfak keyfini paylaşmayı bilirseniz, yaşam dağarcığınızı da genişletebilirsiniz. Tabii ki paylaşılanlar sadece uygulamaya yönelik konular değildir; asıl anlamlı olan, bilinenlerin, hatırlananların, tariflerin paylaşılmasıdır. Hiç dikkat ettiniz mi bilmem, yemek pişirmek konusunda maharetli ev hanımları veya meslek sahibi olup yeme-içme kültürüne meraklı insanlar arasında, özellikle yemek tarifleri paylaşmak sürecinde oluşan özel bir dil bile vardır. Yoksa buna, dili de aşan özel bir “dalga boyu” mu demek gerek? Ki, itiraf edeyim, benim bile bazen, ilgili tarafları mutluluk ve keyiften titreten güçte böyle bir paylaşma frekansının dışında kalıp “ah, keşke!..” dediğim  olur. Yediğiniz yemeğin tarifini ısrarla size yazdırmak isteyenler, karşılaştırdığınız iki tarifteki miktarlar konusunda aynı noktaya ulaşmayı hayati derecede önemli bulanlar, verdikleri tarifte bir malzemeyi mutlaka eksik bırakarak, “farklı” bir paylaşma anlayışı sergileyenler(!) ve daha neler neler… Mutfak becerilerini paylaşmanın, beklenmedik derecede eğlenceli boyutları da olabilir yani!

Sofranın bereketini ve sohbetini paylaşmak

Bu şekilde üretilen yemeklerin tüketilme aşamasındaki paylaşıma gelince, aslında, yeme-içme yaşantısında herkesin tercih ettiği paylaşım, galiba bu noktada başlıyor. Hazırlanışının külfetini ve keyfini kimler nasıl ve hangi mekanlarda paylaşmış olursa olsun, asıl yemek sofraya konduktan sonra, karşı koyulması zor bir paylaşım keyfi ortaya çıkıyor. Belki biraz fazla klasik bulacaksınız ama bana göre, bir sofranın başında, yediğiniz her lokmanın lezzetini, kim bilir belki hazırlanış öyküsünü ve sofradakilerin sohbetini paylaşmak, insanın gün boyunca yaşayabileceği en iddiasız ama en etkili güzelliklerden birisi. Burada, paylaşımın iki farklı boyutundan söz edilebilir: Sofranızı herkese açık tutup lokmanızı paylaşabilmek de önemlidir; belirli sayıda seçtiğiniz insanla bir sofrayı, o sofranın bereketini ve muhabbetini paylaşmak da.

Yenen lokmayı başkalarıyla paylaşabilmek için, her toplumun kendine göre yarattığı bir takım sosyal denge kuralları muhakkak var. Kendi küçücük aile toplumumuzda bile küçük ölçekte bunu yaşıyoruz. Örneğin annem, bizim sevdiğimiz şeyleri, kendisi sevmezmiş gibi yaparak, bunların daha fazla miktarının bize kalmasını sağlayan bir paylaşım yaratırdı sofrada. Daha geniş anlamda lokma paylaşmanın ilk akla gelen örneklerden birisi, imaret sofraları. Toplumun, ihtiyaç içerisinde olanlarla kendi sofrasını paylaşması gibi bir şey değil mi bu aslında? Açlar için, fakirler için yemek çadırları, sofralar kurulması şeklindeki uygulama, kökenini biraz dinden, biraz da toplumsal adetlerden alıyor ki, zaten bu ikisinin geleneklerini birbirinden ayırt etmek çok zor. Önemli olan, bu sofralarda insanların, sadece yediklerini değil, yemek aracılığıyla hayatın birçok boyutunu da paylaşmış olmaları; belki biraz şefkat, biraz sıcaklık gibi… Bu tür sofra paylaşımını ifade eden bir de tanım var, bilindiği gibi; “Halil İbrahim sofrası”. Herkese açık olan; isteyen, ihtiyacı olan herkesin gelip oturup bir şeyler yiyebileceği; yani bereketin, bolluğun hiç eksik olmadığı, yani mevcut rızkın paylaşıldığı bir sofra anlamına geliyor “Halil İbrahim sofrası” deyimi.

Sofralardaki bu maddi ve fiziki paylaşım şüphesiz çok önemli ama sanıyorum günlük yaşantımızda çok daha sıklıkla yaşanan ve yaşayana asıl lezzetli gelen, sofranın sohbetinin, muhabbetinin paylaşılması. Öyle olmasa, sırf özlediğimiz birisiyle sohbet edip hasret giderebilmek için, yemek randevusu verir miydik bu kadar çok? Muhabbet paylaşımının en güzel örneklerinden birisi, çilingir sofraları. Rakı sofrasının paylaşıma yönelik özelliği kuruluşundan bellidir; mezeler bile ortaya, tek bir tabak içerisinde gelir; herkes aynı tabaktan paylaşarak yer yemeğini. Ama bu sofrada asıl paylaşılan acaba yemek midir? Cevabı belli; asıl paylaşılan sohbettir elbette. Bu sohbetlerde, öyle güzel bir sıcaklık, öyle doğal bir dertleri ve efkârları dağıtma özelliği var ki, belki de insanlar o sofrada ne yediklerinin çok farkında bile olmadan oturabiliyorlar. Yemek beni her zaman birinci dereceden ilgilendirdiği halde, doğrusu böyle keyifli sohbeti olan bir sofrada, benim bile ne yediğimi sonradan hiç hatırlamadığım oluyor.

Öte yandan, sofralarda paylaşılanlar her zaman hüzünler ve efkârlar etrafında dönmüyor tabii ki; mutluluklar ve coşkular da sofra başında hep birlikte çoğaltılabiliyor. Örneğin, ziyafet sofraları paylaşıma çok açık sofralar, çünkü bu sofralar zaten çoğu kez bir şeyleri kutlamak veya bir mutluluğu paylaşmak üzere kuruluyor; zaten davetli olanlar, sunulan yemekleri paylaşmak üzere oraya davet edilmiş oluyor. Hatta bu sofralarda, başka bir olayın keyfini güzelce ve yeterince paylaşabilmek için, yemek bir tür bahane vazifesi görüyor. Örneğin, bir düğün sofrasında paylaşılan, birbirinden lezzetli yiyecekler mi, yoksa kurulan ailenin coşkusu mu, ayırt etmek çok zor. Ancak önemli olan, şu sorunun cevabı: Neden bu mutluluğu başka bir yerde değil de, sofra başında, özel olarak hazırlanmış bir yemeği de paylaşarak kutluyoruz?

İftar sofrasında paylaşım

Yeme-içme kültürünün paylaşım açısından en önemli sofralarından bir tanesi de, iftar sofrası. İftar sofrası, dini bir ritüelin yerine getirilmesi olarak, paylaşıma çok açık bir sofra. Normal günlerde yenen yemeklere oranla, ortaya çok daha fazla çeşitte yiyecek koyup başkalarına da sunduğumuz ve paylaşmaya en fazla hazır olduğumuz ortamlardan. İslam’ın paylaşım ritüeline de uygun olarak, iftar sofralarında sıklıkla başkaları ağırlanır veya iftar için başka sofralara konuk olunur. Zaten tüm dinlerin paylaşma ritüelleri içerisinde önemli bir bölüm, yemekle ilgilidir. İslam’ın beş şartından birisi olan zekatın amacı, ihtiyacı olan insanların karnının doymasını sağlamaktır. Benzer şekilde, kurban bayramında kesilen kurbanın bir miktarı muhakkak et yiyemeyen fakirlere dağıtılır. Komşun açken yemek yememen, yiyememen; yani kendi sofrandakini onunla paylaşman bekleniyor Müslüman terbiyesinde. Hıristiyanlıkta, aynı mantıkla, kiliselerde aşevleri kurulur; yoksullar doyurulur. Budizm’de, rahiplerin karınlarını doyurabilmek için çalışmaları yasak olduğundan, onlarla yemeğinizi paylaşmanız çok normal, doğal olarak yapılması beklenen bir şeydir. Aslında, tüm dinlerin esası iyi ahlak kuralları ve sosyal adalet anlayışı olduğuna göre, yiyecek kadar temel bir ihtiyaç maddesini paylaşmanın hepsinin gerekleri arasında olması, son derece doğaldır.

Yeme-içme dünyasında paylaşmanın güzellikleri sadece sofralara kısıtlı değildir çünkü herhangi bir sofradaki sunum nasıl paylaşma için en güzel davetse, başka ortamlardaki benzer sunumlar da, aynı şekilde becerinizi, iyi niyetinizi, bilginizi ve tabii yemeğinizi paylaşmaya aracıdır. Örneğin, herhangi bir vesileyle yapılan ikram bence en güzel paylaşım yollarından birisidir. Bir şey ikram ettiğinizde, yaptığınız, pişirdiğiniz, yarattığınız bir şeyi, sevdiğiniz, herhangi bir nedenden ağırlamak istediğiniz veya ortak bir noktanız olduğunu düşündüğünüz insanlara sunuyorsunuz; onlarla paylaşıyorsunuz. Çocukluğumda, annemim kabul günü için hazırladığı ikramlar konusunda ne denli hevesli olduğunu, ne kadar çok emek ve zaman sarf ettiğini çok iyi anımsıyorum. Önceleri, çocuk aklımla, bu kadar uğraştan sonra, her şey bir saat içerisinde tüketilip bitiyor diye üzüleceğini zannetmiştim. Sonra anladım ki, asıl keyif o her şeyin paylaşılarak birlikte tüketildiği; herkesin birbirine duygularını ve övgülerini aktardığı; belki çok beğenilen bir kurabiyenin farklı tariflerinin paylaşıldığı; kısacası, yemeğin bir kez daha inanılmaz biçimde, ortak bir şeyler yaşama duygusuyla insanları zenginleştirip mutlu ettiği o “bir saatte” idi zaten! Bunu fark ettikten sonra, annemin kabul günlerinde pişirdiklerini kimseyle paylaşmadan bize saklamasını gizli gizli istemekten vazgeçip onunla birlikte, ikram edilerek paylaşılacak lezzetler üretmek için çalışmaya başladım.

Aşure, diş buğdayı, adak sofrası

Her ne kadar yeme-içme dünyasındaki güçlü paylaşım olgusunu genel olarak yemeği hazırlarken paylaşılanlar ve yerken paylaşılanlar diye kategorize etmiş olsak da,  yiyeceklerin, malzemelerin, geleneklerin farklı pek çok boyutta daha paylaşılması mümkün. Örneğin, muharrem ayında, herkes kendi evinde, kendi aşuresini pişirir; sizin bir tabak aşure yolladığınız komşu da, size geriye bir tabak aşure yollar. Aslında, her iki tarafta da tüketilen aşure miktarında fazla bir değişiklik olmaz sonuçta. Önemli olan, o geleneği, yılda bir kez yaşanan böyle bir hoşluğu paylaşmaktır. Doğrusu ben,  annemin, muharrem aylarında, biz yiyelim diye değil de, sırf komşulara göndermek için aşure kaynattığını hatırlıyorum. Benzer bir başka gelenek, diş buğdayı. Bebeğiniz için yaptığınız diş buğdayının sembolik anlamı belli. Bu yeni gelişmeyi, yaptığınız diş buğdayını kendi aranızda yiyerek de kutsayabilirsiniz ama nedense yiyeceğinizi birilerine daha sunup paylaşırsanız olay daha anlamlı oluyor; bunun bebeğin gelecekteki yaşantısına daha çok bereket katacağı düşünülüyor. Adak sofraları da, bu anlamda çok farklı değildir. Adak konusu ve sofranın türü ne olursa olsun, bu durumda paylaşılan da yalnızca yiyeceklerle sınırlı kalmaz. Dilek aşamasında kurduğunuz sofrayla, dertlerinizi ve bunlardan kurtulma yolundaki umutlarınızı, seçtiğiniz insanlarla paylaşmış olursunuz; adağınız yerine geldiğinde kurduğunuz sofrayla da, minnetinizi ve mutluluğunuzu.

Yeme-içme dünyasının yalnızca komşuluk ekseninde var olan çok eğlenceli bir paylaşım uygulaması daha var; ödünç alma. Kapıyı çalıp da size, “annem fazla bir havlunuz varsa, istedi” veya “bir sehpa ödünç verir misiniz?” diyen bir komşunuz olamaz ama, hepimizin başına “evde hiç kalmamış, biraz tuz alabilir miyim?”; “kek yapıyordum, yetmedi; bir yumurta ödünç verir misin; yarın geri getireyim”; “aniden misafir bastırdı, salata tabakları yetişmiyor. Sizden iki tane alabilir miyim?” gibi bir istek mutlaka gelmiştir. Hatta ben annemin, komşusuna çok misafir bastırdığı zaman, taze pişirdiği yemeği, içerisine henüz kaşık bile girmeden, tenceresiyle yan daireye gönderdiğini çok iyi bilirim. Böyle bir durumda, isteyen konumunda da olsanız, veren konumunda da, incinmek, rahatsız olmak hiç aklınıza gelmez. Çünkü bu, Türk yeme-içme kültürünün bir alışkanlığıdır; mutfakta ve sofrada olduğu kadar, bu boyutta da paylaşım çok normaldir. Karşı komşunuz gazetenizi istese sinirlenirsiniz belki ama tuz isteyince, seve seve verirsiniz; üstelik çoğu zaman geri almayı pek de düşünmeyerek. Bu alandaki paylaşımda, “üç kuruşluk” şeyin iadesini düşünmek, hatta ayıp bile olur; çünkü Türk mutfağının geleneklerine göre, Allah insanın rızkını nasılsa verir ve yiyecekler paylaşmak içindir.

Paylaşmaya niyet gerek

Yemek kültüründeki paylaşma olgusunun bir başka hoşluğu da, değişen yaşam koşulları içerisinde, herkesin yeni bir paylaşma boyutu yaratabilmesidir. Örneğin, kahve sohbeti çok özel, çok keyifli ve bizim toplumumuz için vazgeçilmez bir paylaşma durumudur. İnsanın kahve içerken sohbet etmesi ve bundan keyif alması, bu işin rahatça yapılabileceği mekanları, yani kahvehaneleri doğurmuştur çünkü asıl güzel olan kahve fincanı etrafında yaşanan paylaşımdır; yoksa, insan kahveyi nerede olsa içer. Ama kahvehaneler giderek seyrekleştikçe, evlere sabah kahvesine gitmeler azaldıkça, insan tam “acaba, kahve sohbeti aracılığıyla dertleri, zevkleri paylaşmak usulü bitiyor mu?” diye tasalanırken, yerine, hem de gençlerin yaşamı paylaştıkları yepyeni mekanlar gelmiyor mu?

Bizim çocukluğumuzda var olmayan yeni paylaşım alanlarından biri de sevgililer günü; yaşamın değişen koşulları sonucunda, toplumumuzun uyguladığı adetler arasına karışmış bulunuyor bu özel gün. Sevgililer gününde alınabilecek yüzlerce hediye arasında en popüler, en fazla aranan, en çok moda olanı, yine yemek dünyasından: Sevgiliyle kalp biçiminde bir çikolata paylaşmak en çok tercih edilen seçim! Nedenini sorgulamaya bile gerek yok, birlikte tüketilebilme özelliği yüzünden çikolata, lezzeti ve verdiği keyif bir yana, ağız tadını paylaşabilmenin sevincini de sunuyor insana.

Yaşam koşulları ne yönde değişirse değişsin hep aynı kalan bir paylaşma klasiği de, yatılı okulda kader birliği ettiğiniz arkadaşlarla, başlangıçta belki istemeden, ama sonra keyfine varınca, seve seve paylaştığınız yiyecekler. Annenizin size yedek veya destek olsun diye yolladığı kuruyemişleri, bir gün birileri mutlaka dolabınızı karıştırıp bulur ve siz buna sinirlenmek şöyle dursun, nevalenizi paylaşmaktan keyif alırsınız. Zaten anneniz de, arkadaşlarınızı da düşünerek, fazla fazla göndermez mi o kuruyemişlerden? Aslında yatılı okulda birileri, herhalde günün birinde çorabınızı da alıp giyer ve nedense bu sizi, geri alabileceğiniz bir şey olduğu halde, kuruyemişlerinizi vermekten çok daha fazla sinirlendirir çünkü kuruyemişler zaten paylaşılmak için vardır; çorap size aittir ama yemek herkesindir.

Bu konuda bir de “anti-örnek” mevcut; fastfood. Yemek keyfinin ve kültürünün paylaşıma açık yönlerini irdelemeye başlayınca fark ediyorum ki, benim fastfood denen olguyu hiç sevmememin nedenlerinden bir tanesi de bu konuyla olan ilintisi. Hep sağlık boyutu, lezzet boyutu konuşulmasına karşın, bence aslında fastfood’un en kötü yanlarından birisi, yemek kültürünün sofra ve yemeğin tüketilmesi aşamasında yarattığı paylaşım olgusunu ortadan kaldırması. Fastfood tüketirken, birlikte yemek yediğin insanlarla sohbet etmek, yanındakine bir şeyler ikram etmek gibi kavramlar anlamsız kalıyor. Her şeyden önce, fastfood tarzında hazırlanıp tüketilen yiyecekler, hem çeşitleri, hem lezzetleri, hem miktarları, hem de sunum biçimleri nedeniyle paylaşmaya müsait değiller. Ayaküstü, kısa sürede, az miktarda, vazife yapar gibi tüketilen bir yiyecek nasıl paylaşılır? Kimsenin kimseye tek kelime söylemeye vakti olmadan, kimse kimsenin suratına bakmadan, yediğiniz ne olursa olsun, alelacele bitirip yanınızdakilerle en ufak bir paylaşıma girmeden, kendi yolunuza gidiyorsunuz. Galiba, işte bu “fast”, yani hızlı kısmı da, iletişime ve paylaşıma en aykırı boyut olarak beni en fazla rahatsız ediyor.

Başka şeyler de böyle paylaşılamaz mı? Yemek kültürüne özgü olan bu kadar vazgeçilmez şey ne? Tabii ki, yemek keyfinden başka pek çok paylaşılan boyut var hayatta ve paylaşmanın değerini bilip bunu gereğince yapanlar için, hepsi de aynı derecede anlamlı. Ama bana sorarsanız, yemek dünyasında söz konusu olan ürünler lezzet taşıdığı için ve arkalarında yatan kültür birikimi çok zengin olduğu için, mutfakta ve sofrada paylaşılanların sunduğu keyif de çok güçlü ve çeşitli oluyor. Öyle ya, bu kadar çok aşaması, bu kadar bol mekanı ve bu kadar farklı insanı olan, böylesine renkli ve zengin başka bir alan bulmak hiç de kolay değil…

Güzin Yalın

Bu yazı Güzin Yalın’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan adlı kitabından alınmıştır

Yukarı