Yemek; Her Dinin Kutsal Töreni

21 Nisan 2022

Görüntülenme Sayısı: 511

İnsanların inançları doğrultusunda “bir şeyler” yapmaya başladıkları günden itibaren, bu amaçla gerçekleştirdikleri eylemlerle biyolojik yaşamı garantiye almak amacıyla yaptıkları bir faaliyet olan yemek yemek hep çok ilintili olmuş; kısacası, yemek ve dinler inkâr edilemez bir biçimde birbirini etkileyen adetler yaratmış tarih boyunca. Örneğin, birbirinden farklı özel dini tören günlerinin hepsinde, yemek mutlaka kendisine bir yer bulmuş; hatta dini törelerin bir kısmı tamamen yemek üzerine kurulu kurallara sahip; bazı dinlerin ritüellerinde yemek başköşede. Tarih öncesi zamanlardan beri, dini inançlarımız için yemek yemekten vazgeçiyoruz; yüce ruhları çeşitli yiyeceklerle besliyoruz; hayvanları Tanrı’ya kurban ediyoruz; inançlarımız doğrultusunda bir kutlama için ziyafetler veriyoruz, vs…

Aslında, bunun nedeni çok temel bir gerçeğe dayanıyor. İnsanoğlu, tüm eksiklerine ve zayıflıklarına rağmen, bütün canlılar arasında, yaşamını sürdürmek için gerekli olanları kendi becerisiyle bulup geliştirme yönünde en iyi programlanmış olan yaratık. Bu nedenle de, sürekli olarak, gerek bedeninin, gerekse ruhunun türlü gereksinimlerini en kolay ve etkin yoldan karşılama çabası içerisinde. Dolayısıyla yemek ve yemeğe ait adetler de, insanın yaşamaya ve sağlıklı olmaya yönelik olarak gerçekleştirdiği eylemlerin başında. Bedenin en temel gerekleri karşılandıktan hemen sonra, sıra ruhun gereksinimlerine geliyor. Bu alandaki önceliklerin başında da, insanın bir şeylere inanma ve bu inanç doğrultusunda yaşamını düzenleme isteği var. Yani ruhun gereksinimlerini karşılayacak faaliyetler listesinin de en önemli kavramlarından birisi, dini inançlar, ibadet uygulamaları ve bunlara ait ritüeller. İşte insan yaşamında bu kadar önemli yer tutan bu iki temel konunun bir noktada kesişmesi kaçınılmaz olduğu için, yemek ve dinler, tarih boyunca hep iç içe olmuş. Üstelik bir araya geldiklerinde, bir adım ileri giderek, bireysel düzeyden toplumsal düzeye de aktarmışlar beraberliklerini; adetler paylaşılmış; çoğu törenler toplu halde yapılmış; gelenekler birlikte geliştirilmiş.

 

Dinlerin Yemeğe Farklı Bakış Biçimleri

Yemeğin dinlerin özel öğretileri veya kuralları arasında yer alış biçimi, dinden dine veya yemekten yemeğe değişiyor. Kimi yemekler, bazı dinde bir yasak olarak, kimi başka yemekler de, bir başka dinde özellikle tüketilmesi gereken maddeler olarak karşımıza çıkıyor. Şarap gibi bazı özel maddelerse, bir dinde tamamen yasakken, bir diğerinde kutsama aracı olarak belirebiliyor.

Bu konudaki yasaklar genellikle sağlığı, esenliği, toplumsal düzeni korumak için koyulmuş oluyor. İslamda içkinin ve domuz etinin haram olmasını, bu anlamda örnek olarak gösterebiliriz. Bunun yanında, Hinduların inek yememesi veya Musevilikteki koşer kuralları gibi, pratik nedenlerden ziyade, dinin felsefesi açısından içerdiği sembolik anlamlar yüzünden uygulanan bazı kurallar da var. Aslında tüm yasakların ve yaptırımların mantığı zaten dinlerin çıktığı zamana ve toplumun yaşam koşullarına göre geçerli olduğu için, bu farkların fazla bir önemi yok. Bizim açımızdan önemli olan, türü ve kaynağı ne olursa olsun, bu yasakların bugünkü mutfak yaşantımıza yansıması.

Tabii ki, burada söz konusu olan, yalnızca yasaklar değil; din gereği özellikle tüketilmesi gereken yiyecekler de aynı şekilde değerlendirilmeli çünkü bazen de bazı yemekler, belirli bir dinin inançları arasında özel bir anlama sahip oluyor ve bu anlamdan ötürü, farklı ve önemli bir konumda bulunuyor; bu yüzden de, özel bir muamele görmeleri ve özellikle sık sık veya farklı şekillerde tüketilmeleri tavsiye ediliyor. Ekmeğin, hemen her dinde Tanrı tarafından verilen nimetleri, yaşamı sürdürebilmeyi, bereketi ve tokluğu sembolize etmesi gibi. Veya İslamda hurmanın kutsal sayılması gibi. Bu tür yiyecekler, sembolik anlamlarından ötürü kutsal oldukları için, tüketilmeleri sevap anlamına geliyor; bu nedenle de, belirli bir saygıyı hak ediyorlar. Bir de, yalnızca dinin belirli zamanlardaki törenlerinin gerçekleşmesi için gerekli olan, yani özel zamanlarda mutlaka tüketilmesi önerilen yiyecekler var; Musevilikte roş aşana sofrasında yer alanlar ve yine İslamda hac sırasında içilen zemzem suyu gibi.

Dini uygulamalarla yemek arasındaki bariz ilişkinin nedenleriyle ilgili çeşitli fikirler yürütmek veya bazı sosyolojik ve teolojik analizler yapmak mümkün. Örneğin aynı ritüel için, hem düşünsel ve soyut olarak, yemeğin dini inançların içerisindeki temsilinden ve felsefesinden söz edebiliriz; hem de çok daha somut ve gerçek bir boyut olarak, yiyeceklerin dini uygulamalardaki, yani gündelik yaşamdaki yerinden. Örnek vermek gerekirse, birinci boyut, yani felsefi anlam için, İsa’nın etinin İncil’de ekmek olarak tanımlanmasını gösterebiliriz. Bilindiği gibi bu, Hıristiyanlık felsefesinde, İsa’nın kendisini, insanlığın günahlarını affettirip varlığını sürdürebilmesi uğruna feda etmesini betimler. Doğal olarak, tamamen sembolik bir anlam taşır ve sembolize ettiği felsefi boyutu anlatabilmek için kullanılır. Öte yandan aynı konu, ikinci boyutta, yani daha somut anlamıyla gündelik yaşamın içerisinde, bir ritüel olarak vaftiz töreni sırasında karşımıza çıkar. Katolik vaftizi sırasında İsa’nın etini simgeleyen bir lokma ekmek yenir ve kanını simgeleyen bir yudum şarap içilir. Anlam hâlâ sembolik ve felsefi olsa da, artık uygulama fiziki olarak gerçekleştirilen ve günlük hayatımızda yer alan bir harekete dönüşmüştür.

Yeme-içme yaşantımızın dini uygulamalarla kesiştiği noktalarda en fazla karşımıza çıkan şeylerden birisi, hangi dinden söz edersek edelim, yemeğin kimi zaman dini bir terbiye aracı olarak kullanılması. Belirli zamanlarda yemek yememe veya bir süre için belirli şeyleri yemekten kaçınma uygulamaları bu kategoride. Ramazan, hamursuz ve diğer tüm oruçlar, bu durumun örnekleri. Hem açlığa, hem de lezzetli ve keyif verici bir şeyin yokluğuna dayanmak, gerçek bir irade terbiyesi gerektirdiği ve bu terbiye de dinlerin önem verdiği iyi davranış biçimlerinden olduğu için, bu tarz bir ibadet pek çok dinde mevcut.

Scandinavian midsummer feast with potato salad, herring, salmon and beetroot

Öte yandan yemek, kimi zaman da bir dini ödül haline geliyor. Şenlik ve kutlamalar bu kategoride. Bunun pek çok örneği arasında, ilk akla gelenler, iftar sofraları ve benzer ibadet sofraları veya şeker bayramı ve benzerleri ki, bunlar genellikle, açlık veya kısıtlama döneminin bitiminde gerçekleşiyor ve söz konusu açlık süresine gerektiği gibi dayanmış olmanın ödülü niteliğini taşıyor. Bir de karnavallar var ki, bunlar da, açlıktan önce, birlikte yaşanacak oruç dönemine hazırlık veya bunların ön kutlaması niteliğini taşıyor. Bu karnavallar süresince, yemek ve içkiyle şenlikler yapılıp oruca, dolayısıyla da açlığa hazırlanılıyor.

Şöyle bir düşününce, insan, inancı ne olursa olsun, bazı dini törelere ait uygulamaları, din dışı günlük yaşantısına da mutlaka taşıdığını fark ediyor. Bunun tersi de, aynı oranda geçerli. Kökenini gündelik yaşantımızdan alan birçok din dışı görenek ve adet de, zamanla dini törenlerin içerisinde yerini bulabiliyor. Böylece aslında gündelik yaşamın bir parçası olan yiyecekler, zamanla dini inancın da parçası haline geliyor ve o dinin tüm törensel uygulamalarında, yani ritüellerinde sürekli yer alıyor.  Böyle olması da son derece doğal zira insanlar mideleriyle ruhlarını aynı anda ve aynı oranda doyurmak istiyorlar. Dolayısıyla, yemek adetleriyle dini adetler kendiliğinden iç içe gelişmiş.

 Tek Tanrılı Dinler

Tek Tanrılı dinler deyince, yalnızca kitap getirmiş peygamberlerin dinleri anlaşılmamalı elbette. Üç büyük dinden birisine mensup olmadığı halde tek Tanrı’ya inanan bir sürü insan ve bunların din olarak kabul ettikleri inançlar var. Ama biz bu yazının sınırları içerisinde, konuya kitap sahibi üç büyük dinle başlayalım.

Tek Tanrılı dinler, her şeyden önce, birer ceza ve ödül dinidir. Yani inananlardan beklenen davranışlar vardır ve bunlar ödüllendirilir; yasak olan davranışlar vardır ve bunların yapılması cezalandırılır. Dolayısıyla, ortaya bir “haram” yani, “yapılması din tarafından yasaklanan eylem” kavramı çıkıyor. Genellikle, insanların aşırı zevk ve keyif peşinde fazla zaman harcayarak daha yararlı işlerle ilgilenmemesi veya tadını aldığı bir zevk veya lezzeti tekrar tadabilmek için zararlı ve ahlak dışı hareketlerde bulunabilmesi düşüncesinden kaynaklanan bu sistemin yaptırımları da, zararlı ve yaralı olan kavramları saptama yetkisi olan yüce bir makama, yani “Yaradan”a ve onun elçi peygamberlerine itaat edilmesini sağlamaya yönelik oluyor. Yemeğin yasaklanması, kimi zaman iyi şeyler yapabilmek için gerekli olan irade ve nefis terbiyesini sağlamak (oruçta olduğu gibi), kimi zaman da, yanlış hareketlere yol açacak maddeleri kısıtlamak (akollü içkilerin haram olması gibi) için oluyor. Oruçlar tutulur, haram olanlardan kaçınılsa, sürekli bir tokluk ve ziyafet hakkı tanınıyor veya öbür dünya için bunun sözü veriliyor. Bu dinlerin hepsinde, cennet tanımı için yiyeceklerden yola çıkılması bunun en güzel örneği; Tevrat da, İncil de, Kuran da yemekler tasvir eden veya yiyecek maddelerinden söz eden bölümlerle dolu. Genelde de bu betimlemeler, istenilenlere uyan iyi kullara neler vaat edildiğini anlatıyor.

Musevilik

Musevilik, yiyecek maddelerine pek çok sembolik anlam yükler ve tüketilmelerini de çoğu kez bu anlamlarından ötürü yasaklar veya tavsiye eder. Örneğin, bir yargı günü olduğu kabul edilen roş aşanada mutlaka herkesin pırasa, kabak, pancar, hurma, pazı ve balık yemesi beklenir çünkü bunlar “iyi yiyecekler”dir.

Gerek Musevilerin en önemli dini günlerinden birisi sayılan ve bağışlanmak için oruç tutulan yom kippur günü, gerekse, sadece belirli yiyeceklerin tüketildiği pesah (hamursuz), orucun en karakteristik örneklerini oluştururken; hamursuzun bitimini kutlayan pesah bayramı (paskalya) sofrası ve İranlı Yahudilerin yok olmaktan kurtuluşunu kutlayan purimin çeşitli yemekleri de, ziyafetler için çok iyi birer örnek teşkil eder. Hamursuz sırasında, işlenmiş et ve süt ürünleri, beş cins tahıldan oluşan hamurlu yiyecekler ve baklagiller de dahil olmak üzere pek çok yemek yenmez. Pesah sofrasında ise, tamamının tüketilmesi gereken, “pesah kuzusu” mutlaka bulunur. Hatta bunun yenmeyen parçaları, tükenip bitmesi için, yakılır. Purimde de ufak tefek, çerez tarzında bir sürü yiyecek tüketilir. Bunlardan en tipik olanı, hamantaschen denen bir tür çörektir.

Tüm bunlar dinin yemek aracılığıyla uygulanmasının en güzel örneklerinden olmakla birlikte, Museviliğin yemekle ilgili en ilginç uygulamasını koşer kuralları oluşturur. Aslında, temel olarak, tüm yasakları özetleyen ve nedenlerini sembolik olarak açıklayan bu kurala göre, domuz ve kabuklu deniz hayvanlarının yenmesi tamamen yasakken, etin de süt ürünleriyle karıştırılması yasaklanır. Hatta bu kısıtlamalar, kullanılan kap-kacağa kadar da uzatılır; içerisinde et pişen tencereye süt koyulursa veya tersi gerçekleşirse, bu tencerelerde pişen yemek koşer sayılmaz. Hangi yiyeceklerin yasak olduğu, kutsal kitapta belirtilmiştir ve nedeni, fiziki bir sakıncadan çok, dinin sembolik ve felsefi kurallarıdır.

Hıristiyanlık

Hıristiyanlığa gelince; pesah sofrasında yediğimiz kuzunun, Eski Ahit’ten Yeni Ahit’e, yani Tevrat’tan İncil’e geçince, İsa’nın eti halini aldığını tahmin etmek zor değil. İsa, insanlık için kendisini feda etmesinden ötürü, İncil’de “günahsız kuzu” olarak betimleniyor ve bu haliyle, insanlık tarihi boyunca bereket ve yaşamın sürmesi anlamına gelen buğday ve ekmeğin de sembolü oluyor. Farklı Hıristiyanlık mezhepleri arasında, inanç ve uygulama farkları olabiliyor ama, sonuçta hepsi, ekmeğin İsa’nın bedeni, şarabın da kanı olduğunu sembolik olarak kabul ediyor.

Şarabın dinle ilgisi hakkında belirtilmesi gereken biraz sembolik, daha çok somut bir nokta daha var: Hıristiyan keşişler, üzümlerini manastırlarda kendileri yetiştirerek, şarapçılık kültürünün gelişmesine büyük katkıda bulunuyorlar. Bu keşişler, çoğunlukla Katolik mezhebine mensup ve bunun nedeni herhalde, Katolik mezhebinde kuralların ve yasakların, Hıristiyanlığın diğer mezheplerine göre daha katı olması. Nefsin terbiyesiyle ilgili yaptırımlar ve özellikle de cinsellikle ilgili kısıtlamalar, din adamlarını şarapla teselli armaya yönlendirmiş sanki. Zaten en fazla karnaval, yani oruç öncesi veya sonrası kutlama şenliği de yine Katoliklerde var. Bunların arasında en ünlüsü, bir ay süren ve kırmızı et ve yağ yenmemesini emreden Careme (Karem) orucu dönemi başlamadan önce yapılan Mardi Gras şenlikleri. Bir süre sonra başlayacak olan kısıtlamaların intikamı bu karnaval sırasında çılgınlar gibi yiyip içerek peşinen alınmış oluyor. Zaten “karnaval” kelimesinin etimolojisi de, bu durumu açıkça gösteriyor. Carne, “et”; aval ise, “önce” anlamına geliyor; dolayısıyla, carnaval kelimesi aslında, “oruç öncesi et” anlamında. Doğal olarak, “et” burada, hem sözlük anlamında, hem de “tüm dünyevi zevkler” anlamında kullanılmakta.

Hıristiyanlıkta yemekle çok yakından ilgili bir özel gün de noel ya da İngilizce tabiriyle Christmas. İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen bir tarihin kutsaması olan noel, birçok değişik adetin yanı sıra, sadece bu güne özgü geleneksel yemeklerle de kutlanıyor. Bu kutlamada söz konusu olan yemekler, her ne kadar ülkeden ülkeye ve mezhepten mezhebe değişiyorsa da, bildiğiniz gibi, hindi ve içerisine doldurulan kestaneli iç pilav, Christmas pudding denen ve aslında bizim bildiğimiz anlamda bir puding olmayan bir tür tatlı ve çeşitli kuruyemişlerle yapılan özel noel ekmeği hemen her Hıristiyan ülkede, noelde sofraya gelen tipik yiyecekler.

Noelden sonra en önemli Hıristiyan bayramlarından birisi, paskalya. Paskalyanın da kendisine özgü pek çok geleneksel yemeği var. Paskalya yumurtaları ve paskalya çöreği, bunların başında geliyor. Genelde nisan ayı, aralık ve ocağa göre çok daha sıcak ve bereketli olduğu için, paskalyanın yiyecekleri de noele göre, çok daha bahar yeşilliğinde ve tazeliğinde. Bahar doğanın yeniden doğuşu anlamına geldiğinden, baharın müjdecisi olan paskalyada tüketilen yiyecekler de, bu yönde sembolik anlamlar taşıyor. Yumurta, Hıristiyanlar tarafından da benimsenen bir pagan inancına göre, dünyanın yeniden doğmasını sembolize ediyor; paskalya çöreği ise, tüm ekmekler gibi, bereket ve bolluğu.

Tüm bu yiyecekli kutlamalar, dinin inananlardan talep ettiklerinden olduğu kadar, inananların sosyal yaşantılarından dini uygulamalara taşıdıkları alışkanlıklardan da oluşuyor. Örneğin, kutlama değil ama yas tutma konusunda, Ortodoksların bir uygulaması, bu durumu çok net olarak yansıtıyor. Yunanistan’ın pek çok bölgesinde, ölüleri gömerken, mezara mutlaka nar taneleri de koyuluyor çünkü her bir nar tanesinin bir ampul gibi ışık verip öbür dünyada ölenin yolunu aydınlatacağına inanılıyor. Tamamen dini kurallara uygun bir törenle gömülmüş bir kişi de böylece İncil’de herhalde yeri olmayan bir uygulamayla da kutsanmış oluyor.

 

Hıristiyanlığın yemekle ilişkisi konusunda bana en ilginç gelen şeylerden birisi, İsa’nın “son akşam yemeği”. Bu konu hem sembolik ve felsefi boyutta benim çok ilgimi çekiyor, hem de somut olarak uygulama boyutunda merakımı uyandırıyor. Düşünüyorum da, sanki İncil’de veya İsa’nın yaşantısında, daha önce sofrabaşı sahneleri veya ziyafet masaları çok sık rastlanan şeylermiş gibi, bu çok kritik son sahne neden yemekte geçiyor? Niye son toplantı sofra başında da başka bir mekanda değil? İsa tabii ki, sembolik anlamda da şarap içip kadehini kaldırıyor ama Yahuda İskaryot’u (Judas) tanımlayan ve kışkırtan her şey başka bir dekorda da gerçekleşemez miydi? Bu temel felsefi sorunun yanı sıra, bir de, son derece teknik bir konuya takılıyor aklım: Mönüde neler olduğunu çok merak ediyorum. Bu sahneyle ilgili betimlemeler var, yemeğin canlandırıldığı ünlü resimlerin bazılarında da bir şeyler görünüyor ama bunların tamı tamına “son yemek”te var oldukları ne belli? Doğal olarak, bu resimlerdeki sofralarda görünenler, eserleri yaratan ressamların bu konudaki fikirlerini yansıtıyor sadece. O zamanki toplumsal gerçeklerden, o tarihlerde kullanıldığı bilinen mutfak malzemelerinden ve İsa’nın da mensup olduğu Musevilik inancının gereklerinden giderek, sofrada nelerin olmadığını söylemek daha kolay. Nelerin var olduğuna gelince, gerek bu konuyu canlandıran ünlü resimlerin bilimsel yakın plan incelemelerinden, gerekse İncil başta olmak üzere bu konuya gönderme yapan dini bazı yazıtlardan çıkarılan bazı varsayımlar mevcut sadece. Bu varsayımları çıkaranlar, genellikle Hıristiyanlar olup mensup oldukları mezhep veya grubun inançlarına göre sofranın kurulduğu mekandan yemeğin yendiği güne kadar birçok farklı yorumlar yapıyorlar. Yine de, genel hatlarıyla akla yakın bir ortak noktada, aşağı yukarı herkesin kabul ettiği bir mönü şöyle: Balık, pide benzeri bir ekmek, bal, şarap ve nar, hurma ve incirin aralarında bulunduğu bazı meyveler. Böyle tahminlerde bulunmak benim bu konudaki merakımı tamamen gidermiyor tabii ki. Ben sormaya devam ediyorum; “acaba bu yemekler nasıl bir tarife göre hazırlanıp pişirilmişlerdi? O zaman yapılan bir balık herhalde sossuz bir ızgara balık mı olurdu?” ya da belki uzmanların yaptığı gibi temkinli davranmakta ve düşüncelerimi varlığından emin olduğum yemeklere yoğunlaştırmakta yarar var; ekmek ve şaraba yani.

İslam

İslam da, diğer tek tanrılı dinler gibi, bir ödül ve ceza sistemi üzerine kuruludur. Pek çok haram, yani yasak ve murdar, yani kirli olan yiyecek vardır ve bunların tüketilmesi ceza gerektirir. Buna karşılık, yalnızca “helal” olan gıdalardan yemiş olan iyi Müslümanlar için ödül kesindir. Bu, tüm ödül/ceza dinlerinde olduğu gibi, daha ziyade öbür dünya için geçerlidir. Cennetin belki de en iştah açıcı tanımı Kuran’dadır. Irmaklardan bal ve süt akar; ağaçların dalları, olgun ve ballı meyveden eğilmiştir.Vakıa Suresi’nde, inananlara “canlarının çektiği kuş eti”, Zuhruf Suresi’ndeyse istedikleri meyveler söz verilir. Üstelik Kuran’a göre tüm bu yiyecekler, cennete girmeyi hak edenleri temiz, tozsuz, ayıklanmış, pişmiş, hazır halde bekler. Aslında burada ilginç olan nokta, Müslümanlığın Hıristiyanlıkla paylaştığı bir inançtır; buna göre, inananların cennette acıkma ve susama gibi bir sorunları olmayacak, sunulan tüm bu yiyecekler ve içecekler sadece zevk almak için yenip içilecektir.

Diğer dinlerde sık sık karşımıza çıkan oruç, İslamda da mevcuttur. Ramazan boyunca tutulan orucun iftar sofrasında açılması da, öncesinde yenen sahur da, her ne kadar dinin gerekleri de olsa, gerçek sofra geleneği gösterileri aslında. Bu sofralarda tam olarak neler yeneceği, daha ziyade yaşamın içerisinden çıkan geleneklerle saptanıyor. Orucu açmak için, hurma gibi kutsal bilinen yiyecekler ve su ve zeytin gibi mütevazı yiyecekler mutlaka tercih ediliyor. Geleneksel iftar yiyecekleri arasında, mutlaka çorba bulunuyor çünkü boş mideyi birden yiyeceklerle doldurmak yerine önceden ılık bir sıvıyla “cilalamanın” daha sağlıklı olacağına inanılıyor. Zaten iftar sofralarını, sağlığımızı düşünerek çok karmaşık yapmamak ve fakirleri de düşünerek abartılı bir şölene dönüştürmemek İslamda özellikle tavsiye ediliyor. Yine aynı nedenden, iftar sofrasının bereketini, ihtiyacı olanlarla paylaşmak da sık rastlanan ve teşvik edilen uygulamalardan.

Oruç döneminden sonra gelen şeker bayramı da, karnavallarda ve pesahta olduğu gibi, açlık süresinin bitimi için bir kutlama niteliğinde. Aynı şekilde, kurban bayramında kurban etinden pişirilen kavurma da, benzer biçimde bir bolluk ve kutlama anlamı taşıyor. Yine kurban bayramı sırasında, kesilen kurbanın etinin mutlaka komşularla paylaşılması ve muhtaç durumda olanlara dağıtılması da, İslamın sosyal adalet anlayışından kaynaklanan uygulamalar.

Aynı kategoride sünnet düğünü ve evlilik kutlamalarını da sayabiliriz.Sünnet, dinin gereklerinden ama bunun için düğün yapıp ziyafet vermek ve bu sofrada illaki zerde pilav yemek, değişmez hale gelmiş bir halk geleneği. Evliliğin bereketini kutsamak için gerçekleştirilen ekmek ve narla ilgili uygulamalar da öyle. Bu iki yiyecek, Müslüman toplumların berekete yönelik farklı ritüelleri arasında sık sık yer alıyor.

Müslümanlıkta böyle, Kuran’da belirtildiği için değil de, tarih boyunca o şekilde yorumlandığı veya giderek adet haline geldiği için sürdürülen dini içerikli yemek gelenekleri oldukça fazla aslında. Mevlit şekeri, ölünün arkasından helva kavrulup dağıtılması (ki bu diğer dinlerde de mevcut), kandillerde simit ve helva pişirilmesi gibi. Bunlardan özellikle iki tanesi, büyük olasılıkla pagan adetlerin devamı niteliğinde; ölü evine yemek götürülmesi ve muharrem ayında aşure dağıtılması. Ölü evine dostları tarafından yemek götürülmesi adeti, cenaze çıkan evde üç gün süreyle ocağın yanmaması gerektiğine dair, pagan kökenli bir inançtan kaynaklanıyor ve tabii pratikte de, cenaze sahibini acılı gününde yemek pişirme külfetinden kurtarmak gibi yararı var. Bunun asıl çıkış nedenini oluşturan pagan inanç ise, büyük olasılıkla, ateşe tapılan dönemlerden kalma, “ölenin ocağının sönmesi” kavramının sembolik bir ifadesi. Zaten bu geleneğin kökeninin bu denli eski olduğu, yalnızca İslamın değil, birçok başka dinin de ortak uygulamaları arasında bulunmasından da anlaşılıyor.

Muharrem ayında pişirilerek, komşulara dağıtılması adet olan aşureye gelince, kırk çeşit malzemeyle yapılıyor olması İslamiyet öncesi bir mitolojinin, Nuh Tufanı söylencesinin, bir uzantısı çünkü ilhamını Nuh’un, gemisinde kalan son malzemeleri bir araya getirerek pişirdiği son yemekten alıyor. Birçok Batı dilinde “Nuh’un muhallebisi” adını alması da bu yüzden. Aşurenin ayrıca, içerisinde bulunan malzemenin çeşitliliğinden ötürü bolluk ve bereket sembolü olmak gibi bir özelliği var. Üstelik komşularla paylaşılan bir şey olduğu için de, İslamiyet’in özellikle üzerinde durduğu paylaşım ve sosyal adalet kavramlarına pagan inançlardan gelen bir katkı gibi.

Müslümanlıkta aynı şekilde, evliyalarla ilgili, Kuran’da yeri olmadığı halde, söylence haline gelen hikayelerden, yani menkıbelerden kaynaklanan bazı sofra uygulamaları var. Kırk bir çeşit ateşe değmemiş yiyeceğin konduğu zengin Zekeriya Sofrası’na karşılık, yalnızca mercimekli bulgur pilavı ve ayranın yendiği mütevazı Derder Baba Sofrası gibi. Bunun sofra şeklinde olmayan bir başka örneği de, ramazanda türbesinde tahin helvası yenilerek oruç açılan Oruç Baba. Tüm bu uygulamalar da, diğer birçok İslami ritüel gibi, pagan yemek gelenekleriyle çakışıyor.

İslam inancında sofra ve yemeğe çok net gönderme yapılan bir konu da, Kuran’daki Maide Suresi’nde karşımıza çıkıyor. Bu ayetlerde, Tanrı’nın gücünden şüphe edenlerin, inanmanın ön koşulu olarak Tanrı’dan bir sofra istedikleri anlatılıyor. Zaten surenin bu isimle anılmasının nedeni de, “maide” kelimesinin Arapçada sofra anlamına gelmesi. Böyle bir sofranın gökten inip inmediğine dair din adamlarının farklı tefsirleri varsa da, indiğine inanalar net bir şekilde sofradaki yemekleri tanımlıyorlar. Buna göre, Maide sofrasında, “kızarmış, pulsuz ve kılçıksız yağ akıyor bir balık, baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke ve etrafında pırasadan başka her türlü sebze ve beş yufka ki birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir, beşincisinde pastırma” yer alıyor.

Müslüman yemek gelenekleri arasında en ilginçlerinden birisi de, sufizme ait olanlar. Özellikle, ünlü “Bektaşi sofrası”, gerçekten ilgilenmeye değer ve aslında, diğer dini uygulamalardan çok uzak nitelikte olduğu için de, bir “anti-örnek” teşkil edebilir. Fıkralara konu olan içki masaları ve dini kural ihlalleriyle başlı başına bir inceleme konusu Bektaşi sofrası. Sofraya, yenilip içilenler kadar (ki aralarında alkollü içki genellikle var) sohbet, hoşgörü ve paylaşım da tat veriyor. Bu da, Bektaşilerin inançlarından kaynaklanan dünya görüşlerini en özgür ve net biçimde sergiledikleri yerin sofrabaşı olduğunu göstermesi açısından ilginç. Öte yandan, farklı dünya görüşüyle dinin çok özel bir boyutunu oluşturan sufi inancının yemek gelenekleri, bütünüyle çok özel bir konu başlığı sayılır. Mevlevilikte, sofranın, mutfağın ve aşçılığın çok önemli sembolik anlamları var. Aşçılık Mevlevilikte özel bir konum ve cemaat içerisinde çok büyük bir saygınlığı var. Sofra düzeni de pek çok özel anlamlara sahip. Kaşıkların kullanılma biçimlerinden, sofraya oturmak üzere yapılan çağrıya ve yiyeceklerin yenme sırasından başlama seremonisine kadar pek çok şey sahip olduğu anlamlara uyan bir düzen içerisinde gerçekleştiriliyor. Bu bağlamda özellikle belirtilmesi gereken bir nokta, tuzun sembolik anlamı; Sufi sofrasında yemeğe tuz ile başlanıp yine tuz ile bitiriliyor. Su içimi de belirli bir törene tabi. Bir kişi su içerken, sofradaki herkes yemek yemeyi kesip onun su içmesinin bitmesini bekliyor. Sufizmin bir diğer önemli sembolü de şarap. Çok kısaca özetlemek gerekirse, bu inanca göre, meyhane ile tekke aynı anlamı taşıyor.

Uzakdoğu Dinleri

Batıda “Uzakdoğu dinleri” olarak bilinen dinlerin en eskisi, Hindistan kökenli Hinduizm. Hinduizm şu anda hâlâ inananları olan en eski din olarak kabul ediliyor çünkü temelini, en azından MÖ 2000 yılına uzanan öğretilerden alıyor. Oldukça karmaşık bir felsefe içeren bu dinin bugünkü inananları, temel olarak iki büyük tanrı etrafında kurulmuş gelenekler yürütüyorlar. Öldükten sonra yeniden doğma ve darma kavramlarına inanıyorlar.

Sidhartha Guatama adlı bir Hintli prensin öğretilerine dayanan Budizm ise, Tanrı veya tanrıların varlığıyla ilgilenmeyen bir din olarak tanımlanıyor. Buda, kendisi de Tanrı yerine koyulmak istemiyor. Önemli olan kendi iç benliğindeki anlam ve huzura ulaşmak, ki bunun algılanış biçimindenBudizmin farklı uygulamaları oluşuyor.

Tüm bu dinlerde, tahmin edebileceğiniz gibi, belirtilen haramlar, yasaklar veya vaat edilen ödül ve cezalar, bir Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekten ziyade, kendinizle barışmak ve inançlarınız doğrultusunda huzura erişmek için. Bu durum, yemek konusunda da geçerli. Dolayısıyla, Uzakdoğu dinlerine inanlar, yemeklerle ilgili tercihlerini de, kendi ruhlarını huzura kavuşturacak biçimde yapıyorlar. Örneğin, Hindular, kutsal saydıkları için inek yemiyorlar; ayrıca Hinduizm, temel olarak, öldürmeye karşı olduğu için zaten hiçbir hayvanın öldürülmesini doğru bulmuyor ama bu yasaklamanın altında yatan şöyle de bir gerçek var; Hindulara göre, yediklerimiz benliğimizi ve içimizin temizliğini belirliyor; dolayısıyla, vejetaryenlik insana en fazla huzur veren yeme-içme biçimini oluşturuyor. Öldürülmüş bir hayvanın etini yemektense, bir bitkiyi yemek Hinduları iç huzuruna çok daha fazla yaklaştırıyor. Hatta çok dindar olanlar, aynı nedenle soğan ve baharat gibi çok kokulu bitkileri veya ekşi şeyleri de yemiyorlar. Hinduların, bazı dini yemek gelenekleri bizimkilere çok benziyor. Örneğin, İslamın, “bir lokma ekmeğini komşunla paylaşma” prensibi, onlarda da var. Bunun “iyi karma” olduğuna inanıyorlar ve tapınaklarda yoksullara yemek dağıtıyorlar. Diğer dinlere benzer bir diğer inançları da, uygulaması farklı olsa bile, oruç. Bir de, bebekler ilk katı yiyeceği yiyebildiği zaman yaptıkları annapransana seremonisi var ki, ülkemizde uygulanan “diş buğdayı” geleneğinin hemen hemen aynısı.

Vegetarian Indian food. several people eat Indian food at a common table together, a view from above.

Bu inançların uygulaması, Budizm’de de çok farklı değil, ancak Budistler için, bir hayvanı öldürmekle et yemek arasında fark var. Sıradan insanlardan oldukça farklı bir yaşam süren keşişler, karınlarını doyurmak için, dilenmek ve verileni itiraz etmeden yemek zorunda. Dolayısıyla, “Budist bir keşiş et yiyemez” diye bir kural olması olanaksız çünkü dilendiği sırada eğer kendisine sadaka olarak et verilirse, bunu yemek zorunda; hatta Buda’nın da et yediği biliniyor. Kesinlikle yasak olan, insan, leopar ve fil eti yemek. Tahmin edebileceğiniz gibi, günümüzde bu kurallar, günün koşullarına uyarlanmış durumda. Yani bugün dünyanın dört bir yanındaki büyük kentlerde, Budizm’e inandığı halde et yemeye karşı olmayan binlerce insan var çünkü hem tarım yapılabilen ve taze bitkilere kolayca ve doğal yoldan ulaşılan kırsal yaşama göre, kentte yaşamanın temposu bu tür koşulların uygulanmasını zorlaştırıyor; hem de belki dünyanın diğer gerçeklerine ve alternatif inançlara daha yakın olan kentli bakış açısı, kuralları daha kolayca sorgulamayı getiriyor.

Uzakdoğu dinleri arasında, yemekle ilgili olarak mutlaka sözü edilmesi gereken bir tanesi de Taoizm çünkü bu dinin kurallarına göre, inananlar ne yiyeceklerine, mantık sınırları içerisinde olmak koşuluyla, kendileri karar veriyor. Ayrıca, Taoizm, oruç ve diyetlere de pek hoş bakmıyor çünkü bu konudaki temel felsefesi, bedenini dinlemek ve onun en sağlıklı olacağı şekilde dengeli beslenmek. Bu yüzden, Taoizme göre, çok fazla acıkmayı beklememek gerekiyor. Taoizmin bir ilginç yanı da, tatlıları gıda saymaması. Şeker ve çikolata, yemek malzemesi değil, alışkanlık yapan malzeme sayılıyor ve bu yüzden fazla tüketilmeleri tavsiye edilmiyor.Taoizm, bilindiği gibi Çin’de yaygın. Çinlilerin din boyutunda inanıp uydukları bazı kurallar da, Konfüçyüs’ün vazettiği felsefeye ait. Buna göre, yemek yemenin temel kuralı sağlıklı olmasına dikkat etmek, özellikle bozuk ve çürümüş hiçbir şey yememek. Bu bize, söylenmesine gerek olmayacak kadar bariz bir şey gibi gelebilir ama Konfüçyüs’ün yaşadığı dönemdeki beslenme alışkanlıklarına göre değerlendirilirse, oldukça önemlidir. Konfüçyüs ayrıca, yemek yemeyi hiçbir zaman fazla abartmamaktan yanadır. Kendisinin de, herhangi bir şeyi öğrenip aydınlanmanın peşine düştü mü, yemek yemeyi aklına bile getirmediği veya güzel bir müzik sesi duyduğu için aylarca etin tadını unuttuğu olur.

Pagan Dinler

Günümüzde inanılan ve uygulanan büyük dinler, yani üç büyük din ve Uzakdoğu dinlerinin belli başlılarına böylece göz attıktan ve dünya nüfusunun aşağı yukarı % 99’unun şu anda geçerli olan inançlarını ve bunlara ait yemek uygulamalarını anlattıktan sonra, konuyu gerçek anlamda tamamlayabilmek için, geçmişte kalan ve/veya azınlıkta olan dinlere de değinmek gerekir, hiç şüphesiz. Bu nedenle, teknik olarak uygulanmaları sona ermiş olan pagan inançların yemekle ilişkisinden de kısaca söz etmekte yarar var.

“Pagan dinler” terimi, daha ziyade tek Tanrılı dinler öncesinde var olmuş farklı “inançsız” dinleri ifade ediyor. Buradaki “inançsız”, kitap getirmiş dinlerin tanımına göre, yani “tek bir Tanrı’ya inanç” düşüncesine göre belirlenmiş bir kavram; yoksa pagan dinlerin takipçilerinin de çok güçlü inançları var. İslam öncesi Türk toplumlarının dini Şamanizm, Mısırlıların Firavun dini, eski Yunanlıların Olimpos tanrılarını esas alan dini ve bunun Romalılar tarafından uygulanan versiyonu, Mezopotamya uygarlıklarının ve eski Anadolu uygarlıklarının dinleri, Afrika’da bazı kabilelerin doğaya taptığı dinler, pagan dinler için verilebilecek örnekler arasında.

Daha ziyade gözlerinin gördüğü, kulaklarının duyduğu, yaşamlarını nasıl etkilediği somut biçimde belli olan güçlere inanıyor paganlar ve izah veya kontrol edemedikleri ve dolayısıyla da korktukları tüm doğa olaylarını, o konuyla ilgili olduğunu düşündükleri bir soyut güce atfediyorlar. Böylece, insanların karşısında çaresiz kaldıkları konuları yönlendirdiğine inanılan farklı tanrılar doğmuş oluyor. Bu tanrılar anlaşılmayanları anlayabilmek ve korku duyulanlardan korunabilmek için yaratıldığından, pagan dinlerde çok sık görülen ortak bir “tanrıların gazabı” kavramı var. Aslında insanı rahatsız eden doğa olaylarının dini ismi bu. Tapınma ritüellerinin bel kemiğini oluşturan kurbanlar ve adaklar da, işte bu gazaba engel olmak için, yani doğanın insanların acı çekmeden yaşamasına izin vermesini sağlamak üzere geliştirilmiş olgular.İnsanlığın oluştuğu günden beri yaşanan en büyük korkuların başında aç kalmak geldiği ve en büyük başarılardan birisi doymayı başarmak olduğu için de, yiyeceklerin var olabilmesi veya eksiklikleri, örneğin kuraklık veya ekinlere hastalık düşmesi de, o çağ insanlarının kontrol edebilmeyi çok istediği ama tıpkı deprem veya yangınlar gibi, kolay kontrol edemediği için çok korktuğu olgular.Dolayısıyla,  yiyecekler ve içecekler için pagan dinlerin hemen hepsinde, özel tanrıları bulunuyor. Bereketi, bolluğu ve doğurganlığı simgeleyen kadınlar olduğu için, bu alanda tanrılardan daha çok tanrıçalar var; Anadolu tanrıçaları Demeter ve Kibele gibi. Ancak en tanınmış örneklerini Yunan ve Roma mitolojilerinde gördüğümüz şarap tanrılarının önemi de azımsanmayacak kadar büyük. Dionysos ve Bacchus, gerek temsil ettikleri konu, gerekse şenlikli, kutlamalı, bayramlı ritüelleriyle, dinler ve yeme-içme arasındaki güçlü bağın en iyi göstergeleri.

Zaten yiyecekler yaşam için hayati bir anlam taşıdığından, zaman içerisinde, bu özür dileme, bir şey isteme veya teşekkür etme ritüeli için sunulan şey, her şeyden çok yiyecek maddelerine dönüşmüş. Bunun bir nedeni tanrıların ihtiyaçlarını karşılayarak onların gözüne girme niyetiyse, bir diğer nedeni de sahip olunan en değerli şeyleri onlara sunma isteği. Örneğin, tanrılara sunulanlar arasında tarih boyunca en sık rastlananlardan birisi, zeytin. Özellikle Hitit tapınaklarında sunulmuş zeytinlerin kalıntıları bulunuyor. Armağan verilen tanrının hangi konunun tanrısı olduğunun bu anlamda bir önemi yok çünkü söz konusu olan, örneğin gemicilik veya savaş tanrısı da olsa, eninde sonunda yiyeceklere hayır diyecek durumda değil.

Witch in a long black dress walking through the village in the dark

Pagan dinlerin hemen hepsinde, ait oldukları toplumun coğrafi özelliklerinden ve söz konusu uygarlığın içerisinde bulunduğu zamandan kaynaklanan farklara rağmen, aşağı yukarı aynı konuları kapsayan ritüeller var. Bu çok doğal çünkü sonuçta dinler, aynı ihtiyaçtan ortaya çıktığı için, aynı istekleri, korkuları ve ümitleri yönetiyor. Dolayısıyla da, hepsi toplumun sahip olduğu en kutsal şeyi adak ya da kurban olarak hak ediyor. Bu nedenle, Kelt, Nors uygarlıklarının veya Kuzey Amerikalı Kızılderililerle Azteklerin de, tıpkı Anadolu ve Mezopotamya uygarlıklarında olduğu gibi, dini inançları doğrultusunda, kutsal sayılan bir yiyecek maddesini tapınaklarda tanrılara sunak olarak sunduğunu düşünmek yanlış değil.    Örneğin, Kızılderililerin ünlü yağmur duası da, farklı pagan inançlarında çok yeri olan bir uygulama ve bu da aslında sonuçta, bir kıtlıktan kurtulma, yeterli ekin hasadı alma ve sonuçta karnını yeterli doyurabilme duası. Buna benzer bir uygulama, Afrika’daki bazı Pigme kabileleri arasında hâlâ sürdürülüyor; “Yüce Ruh”, her şeyin olduğu gibi, avlanmanın ve buradan elde edilecek yemeğin de efendisi sayılıyor ve yerliler, karınlarını doyuracak yiyeceği elde etmek üzere ava çıkmadan önce, mutlaka Yüce Ruh’la konuşup danışıyorlar.

Pagan dinlerde ayrıca, ölülerin öbür dünyada rahatını sağlamak için ölen kişinin mezarına mutlaka öbür dünyada karnını doyuracağı temel gıda maddeleri koyuluyor. Bu konuya özellikle önem verenler, Mısırlılar. Mısırlıların mezarlarında, pek çok başka gıda maddesine ilaveten, mutlaka nar taneleri bulunuyor çünkü bu sayede ölülerin yeniden doğarak, dünyaya geri geleceklerine inanılıyor.

Alternatif Dinler

Günümüzde çoğunluğun inançlarına aykırı veya daha iyimser bir ifadeyle “alternatif” sayılan birçok farklı dini inanç da var. Bu dinleri biraz da, “günümüzün pagan dinleri” olarak tanımlamak yanlış olmaz aslında, en azından ritüelleri açısından. Bugün uygulanan şekliyle Şamanizm, buna en iyi örnek. Ayrıca, alternatif inançların, “İlahi Güç” olarak tanımladıkları varlıklar da, çoğu zaman çıkış noktasını pagan inançlardan alıyor, ateşe tapanlarda veya satanistlerde olduğu gibi.

Alternatif dinlerin büyük bir bölümü, en azından çıkış noktası olarak, mevcut büyük dinlerden birisine dayanıyor. Bazen de, büyük dinlere ait bazı mezhepler, dinin başlangıçtaki temel esaslarından o denli uzaklaşıyor ki, bunları, belirli bir dinin herhangi bir mezhebi yerine, yepyeni alternatifler gibi değerlendirmek gerekiyor. İslamdan kökenini alan Bahailik veya Hıristiyanlıktan kaynaklanan Yahova Şahitliği bu türün örneklerinden. Bir Ortadoğu kavmi olan Dürzilerin inançları da, yine bu grupta anılabilir. Bahailer, yemek konusunda, dinin tüm diğer boyutlarında olduğu gibi, İslamdan daha serbest, daha gündelik yaşamın gerçeklerine yönelik uygulamalara sahipler. Örneğin, Bahailikte, Müslümanlıkta olduğu gibi bir haram veya helal yiyecekler kavramı mevcut değil. Yahova Şahitleri ise, Hıristiyanlığın kabul ettiği pek çok temel konuya farklı yaklaştıkları halde yiyecekle ilgili inançların çoğunu aynen kabul ediyorlar; ekmek ve şarabın sembolik anlamı gibi.

Bir de, aslında tüm diğer dinlerden önce var olduğu, bir tek Tanrı’ya inandığı ve bunu kutsal kitabı Avesta’da belirttiği için, ilk tek Tanrılı din olarak kabul edilmesi gerekirken, yüzyıllardır “alternatif” kabul edilen Zerdüşt dini var. İran kökenli bir inanç ve Mazdacılık felsefesinin ve onun kutsal gücü Ahura Mazda’nın öğretilerinin ritüeller halinde tanımlanarak günlük hayata uygulanmasından oluşmuş. Hatta ondan sonra gelişen tek Tanrılı dinler ve özellikle de İslam, Zerdüştçülüğün pek çok boyutunu benimseyip geliştirmiş. O kadar ki, Zerdüştçüler, Müslüman olmaları için yapılan baskı ve kıyımı, zaten aynı şeylere inanmakta oldukları için, hiç anlamamışlar. Müslüman toplumlarda Mecusiler olarak da isimlendirilen bu insanlar, ateşe taptıkları düşünüldüğü için, diğer tek Tanrılı dinler tarafından kâfir ilan edilmişler.Oysa, ateşi, sadece aydınlığın ve iyiliklerin kaynağı olan ışığın sembolü olarak yüceltiyorlar. İslamiyetten farklı olarak, “öbür dünya” yerine, iyilik ve kötülük yeryüzünde olduğu için, cennetin ve cehennemin de yeryüzünde olduğuna inanıyorlar. Mazdacılığın yorumlamasını yapan ve kendisini bu görüş ve inancın peygamberi olarak adlandıran kişi Zerdüşt olduğu için, ortaya çıkan din Zerdüşt dini veya Zerdüştçülük diye adlandırılmış. İran’ın ve Hindistan’ın belirli bölgelerinde yaygın olan Zerdüştçülükte, gahambaradı verilen ve yılda altı kez tekrarlanan dini festivaller, yılı altı mevsime bölüyor ve kökenini de, tamamen tarım ve hasat şenliklerinden alıyor. Özellikle Zerdüştçülüğün Hindistan’daki takipçileri olan Parsiler, Hindistan gibi vejetaryenliğin anavatanı sayılan bir ülkede yaşamalarına rağmen, daha ziyade et, balık ve tavuk etinden yapılmış yemekleri tercih ediyorlar. Bazı sebze yemekleri de pişirmelerine rağmen, özel bir vejetaryenlik merakları yok. Bununla birlikte, yaptıkları et yemekleri daha ziyade, bir tür haşlama ya da sebze ve baharatlarla pişirilmiş sulu yemek niteliğinde.

Tüm Dinler

Türünden, hatta tarih içerisinde yer aldığı farklı dönemlerden bağımsız olarak, neredeyse tüm dinlerde uygulanan bazı yemekli adetler de var. Bunlar daha ziyade, tapınak ortamı dışında gerçekleşen ve aslında sosyal içerik taşıyan uygulamalar ve yukarıda da kısaca değindiğim gibi, daha ziyade kutlama ve yas geleneklerini içeriyorlar.

Kutlama konusunda ilk akla gelen örneklerden birisi, yılbaşı sofraları. İsa’nın doğum tarihi olarak belirlenen bir tarihe göre tanımlanmış bir takvim söz konusu olduğu için bir Hıristiyan bayramı sayılan yılbaşı, aslında her din ve mezhepten insanın kutladığı bir bayram artık ve neredeyse dini tüm özelliklerini yitirip bir tür “yeni bir döneme başlama” bayramı olarak kabul ediliyor. Aslında burada sözü edilen, yalnızca miladi takvime göre 31 Aralık günü kutlanan yılbaşı. Oysa zaten, her dini inanç kendisi için geçerli olan takvim hesabına göre farklı bir günü yeni bir yılın, ya da dönemin başlangıcı olarak kutluyor da olabilir. Tarihi ne olursa olsun, bir yıl bitip yenisi başlarken yapılan kutlamalar veya yeni yıl için tutulan niyetler, genellikle bir sofra başında, yine yemek aracılığıyla gerçekleşiyor; hemen hemen yeryüzündeki tüm dinlerin, en belirgin ortak yemek adetlerinin başında yılbaşı sofrası geliyor yani. Kimisi, mütevazı bir mönü seçeneğini tercih ediyor ve noeli daha kurallara bağlı kutlayıp yılın son gecesindeki sofrada daha basit yiyecekler seçiyor; kimisi de, yılbaşı yemeğini bir şölene dönüştürüyor.

Yılbaşı sofraları gibi, düğünler veya daha doğru bir deyimle evlilik adetleri de, dinler üstü özellikler taşıyan pek çok sofra geleneği barındırıyor. Aslında normalde, dinle alakası bulunmayan, sosyal gelenekler olması gereken bu adetler, giderek uygulanma sırasında bir biçimde dine bağlanmışlar. Örneğin, Müslümanlıkta sünnet düğünü sofraları gibi ve pek çok dinde görülen gelinin başına bereket için pirinç serpe adeti gibi. Evlilikler de, bunların sonunda doğan çocuklar da, dinlerden bağımsız olarak veya daha doğrusu, tüm dinlere ortak olarak, yemeklerle ve yemekli şölenlerle kutsanıyor. Hıristiyanlıkta vaftiz, Musevilikte bar mitzvah, Müslümanlıkta loğusa şerbeti ikramı, Hinduizm’de annapransana toplantı veya törenleri en bilinen örnekler.

Kutlamak kadar yas tutmak da, hemen tüm dinlerde, yeme-içme törelerinden büyük ölçüde destek alıyor. Daha önce sözünü ettiğim ölü evine yemek götürme, ölünün ardından helva kavurma, anma törenlerinde gülsuyu ve şeker dağıtma gibi adetlere ilaveten, ölüyle birlikte yiyecek maddelerinin gömülmesi, pagan dinlerin hemen hepsinde mevcut uygulamalar. Günümüzde de bunlar, az çok farklı şekilde devam ettiriliyor ve ölünün yakınlarına teselli sağlıyorlar.

Daha önce de belirttiğim gibi, tarihöncesi zamanlardan beri, hemen tüm dinlere ortak bir yemek uygulaması da, adaklar ve kurbanlar. İnsanların henüz bugünkü tanımıyla bir dini inanç oluşturmalarından bile önce, istekler gerçekleşsin diye adak tutulmuş ve korkulan güçleri memnun etmek için kurban kesilmiş. Bu adakların ve kurbanların önemli bir bölümü de, yiyecek maddelerinden oluşmuş. Özellikle buğday, şarap ve zeytin, tapınak sunaklarını süsleyen maddelerin başında gelmiş tarih boyunca. Daha sonra bu uygulamalar, üç büyük din başta olmak üzere, günümüz dinlerinin de hemen hepsine bir biçimde yerleşmiş. Üç büyük dinin ödül/ceza dinleri olması, inananların sürekli suçluluk duymasına ve bu suçları affettirmek için çare aramasına neden olduğundan, din kitapları öyle emretmese de, halk uygulamaları adak adamak ve kurban vermek konularını sürekli geliştirmiş. Aslında adak ve kurbanlar çoğunlukla çok tanrılı dinlerin uygulamaları olduğu halde, bazı her kültürde ve her zaman bereketi temsil eden yiyecek maddeleri, zaman içerisinde yalnızca pagan dinlerin gelenekleri olarak kalmayıp günümüze de ulaşmış; bazen inandığımız tek Tanrılı dinin bir kuralı olarak, bazen de yalnızca bir sosyal alışkanlık olarak. Tek Tanrılı ödül/ceza dinlerinin inananları, öbür dünya için hazırlığın bir gereği olarak, Tanrı’dan beklentileri uğruna neleri feda edebileceklerini gösterme çabası içerisinde oluyorlar ve yaşamak için gerekli temel maddeleri, yani yiyecek ve içecekleri, kimi zaman Tanrı’ya teşekkür ifadesi, kimi zaman da O’nu kazanmak için yapılmış bir yatırım, bir tür rüşvet olarak kullanıyorlar.

Yemekle dinin ilişkisi işte böyle eski, böyle zengin, böyle karışık ve böyle vazgeçilmez. Bu yazının sınırları içerisinde inceleyebildiğimiz kadarıyla da kısıtlı değil üstelik çünkü insanlığın en temel iki ihtiyacını bir araya getiriyor. Günlük yaşantının pek çok önemli boyutunun ardında yatan nedenleri açıklıyor. Düşünsenize, hemen hemen tüm dinlerin ortak öğretisi olan Adem babamızla Havva anamızın macerası bile, bir gıda maddesiyle, elmanın sembolize ettiği reddedilemez lezzetlerle başlamıyor mu?

Güzin Yalın

Bu yazı Güzin Yalın’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan adlı kitabından alınmıştır

Yukarı