Yemek yerken sohbet etmek niye çok tatlı gelir insana? Başka bir şeylerden zaman çalmak anlamına geldiği için mi, yoksa bir arada olunca keyifler katmerlendiğinden mi? Nedeni ne olursa olsun, benim günlük yaşantımda, keyifli “sofrabaşı” sohbetlerinin her zaman çok özel bir yeri vardır. Düşünsenize, günün tüm yorgunluğu arkada kalmış ve bir yandan keyifle yemeğimi yerken, bir yandan da evdekilerden, gün boyunca yaşananların hikayesini dinliyorum; ilk kez gittiğim bir lokantanın mönüsündeki en cüretkâr yemeği heyecanla deniyorum; şık bir davette, çoktandır görmediğim dostlarımla hem en sevdiğim şarabımı yudumluyorum hem de en sevgili yazarımın yeni çıkan kitabı hakkında sohbet ediyorum. Veya ellerimle hazırladığım çok özel bir “iki kişilik sofra”da, biten yemeğin ardından, sohbeti gecenin geç saatlerine kadar uzatmışız…
Bence bunların tümü, en az yediğim yemekler kadar tadına doyulmaz keyifler. Ama tabii hayattaki tüm zevkler gibi bazı önkoşulları var: Birlikte yemek yediğiniz insanlardan hoşlanmanız gerek, yediğiniz yemeklerden gerçekten tat almanız gerek, bu sohbete ayıracak yeterli zamanınız olması gerek ve oturduğunuz sofranın usulünce kurulmuş olması gerek. Aksi takdirde keyif, kaçınılmaz olarak yarım kalır. Damak lezzeti tam olsa bile, sohbet lezzeti eksik olur; karnınız doysa bile, ruhunuza haksızlık olur. Etrafında sohbet edebilmemiz için, bir sofrayı kurmaya ihtiyacımız olduğuna göre, önce sofra kurmanın kurallarına bakalım. “Usulünce kurulmuş” bir sofra nasıl olur? Bir sofranın “vazgeçilmez”leri nelerdir? Madem, yemeğin lezzeti kadar yediğimiz mekân da önemli, bu mekânı doğru oluşturmanın kuralları var mı? Sofra sohbetlerini ne başlatır; kim ballandırır?
Tarihin aynasında sofra
Tahmin edebileceğiniz gibi, başlangıçta, üzerine sofra kurulacak masalar bile yokmuş. Uygarlık ve yaşamın her alanında olduğu gibi, bu konuda da, tarih boyunca farklı tarzlar benimsenip farklı şekiller denenmiş. Bugünkü rahat, temiz ve şık sofralara ulaşıncaya kadar pek çok değişik türde sofra kurulmuş dünyanın dört bir yanında. Türlü sofraların farklı özellikleri, başlı başına yeni bir yazının konusu olacak kadar zengin. Ancak, konuya sofra sohbetleri açısından bakınca, bence durum şöyle: Yaşantımıza yerleşen pek çok sofra kurma tarzı arasında, sohbete en uygun olanı, şüphesiz iki kişilik mum ışığıyla aydınlanmış romantik sofralar. Bence bu sıralamada ikinciliği, yuvarlak masa düzeni alıyor. Bu tarz yerleşmede, belirli bir masa başı söz konusu olmadığı için ve herkes birbirine aşağı yukarı eşit uzaklıkta oturduğu için, sofradakilerin hepsinin katılabildiği, çok daha keyifli sohbetler doğabiliyor.
Usulünce kurulmuş sofra
Kurulan sofraların biçimleri ve detayları, ne amaçla kurulduklarına bağlı olarak farklılık gösteriyor. Bir piknikte yemek yiyeceğimiz sofra ile bir ziyafet sofrası, doğal olarak, farklı mekanlarda ve tamamen farklı sofra gereçleriyle kuruluyor ama her ikisinde de, kopkoyu sohbetler yapılacak sıcaklıkta fiziki ortamlar yaratmak mümkün. Renk seçimi, masa örtülerinin deseni, sandalyelerin boyu, tabakların ve bardakların biçimleri, masadaki aksesuarlar, hep bu amaca yönelik olarak seçilebiliyor. Bu konuda en önemli yardımcılar ise, hemen her sofrada, mumlar, çiçekler, ışıklandırma tarzı ve müzik çünkü güzel çiçeklerle süslenmiş renkli bir sofra ve uygun bir yemek müziği, yalnız dış mekanlarda değil evde de yemeği keyifli bir sohbet ortamına dönüştürür.
Aslında, bence işin püf noktası, “usulünce kurulmuş” bir sofranın, duruma göre tanımlanmasında. Yani bu noktada görgü kuralları kadar beklentiler, yaratıcılık ve içtenlik de önemli çünkü bir sofranın asıl “vazgeçilmez”leri, o sofrayı bir sohbet ortamı haline dönüştüren özellikler. Değişik kültürlerde, zamana göre de değişen farklı “sofrabaşı” adetleri oluşmasının nedeni de bu değil mi?
Belirli katı kurallara bağlı kalmaktansa, her kurulan sofrada, o günün gereksinimlerine ve o sofraya oturacak insanların özelliklerine göre bir tarz oluşturmak, galiba sofranın içtenliği ve bereketi açısından en doğrusu. Zaten ancak bu sağlanabilirse, sofranın gerçek bir dostluk ortamına dönüşmesi ve sıcacık bir sohbetin doğması kolaylaşıyor. Bu yüzden de günümüzde pek moda olan, dışarıda kokteyl tarzı ayakta yemekler ve evde tepsi içerisinde televizyon karşısında atıştırmalar, “sofra sohbeti” kavramına tamamen tersmiş gibi gözükse de aslında bunların etrafında zamanla oluşan farklı bir sohbet tarzından da söz edilebilir. Yemeğin, tadının çıkartılarak “yavaş yavaş” yendiği ortamlar, ayaküstü aceleyle yendiği fast food mekanlarına göre çok daha sohbete uygundur tabii ama, esas olan, yemeğin yendiği mekân değil, birlikte yemek yerken ortaya koyulan paylaşım yeteneğidir. Çünkü “sofra”, yalnızca fiziki bir kavram değil, aynı zamanda bir bereket ve huzur sembolüdür. Öyle olmasa, güne başlamadan, yatağa kadar getirilen küçücük bir kahvaltı tepsisinin etrafında, günün belki de en lezzetli sohbetini yapmak mümkün olur muydu? Bu konuda, hepimizin bildiği ünlü bir dizeyi biraz değiştirerek, rahatlıkla, “gönül sohbet ister, sofra bahane” diyebiliriz bence.
Sofranın türüne göre, farklı ruh hallerinde sohbetler mümkün elbette. Bir rakı sofrasında demlenirken anlatılanlarla, bir düğün ziyafetinde konuşulanlar doğal olarak birbirinden çok farklı. Bir iş yemeğindeki konular, romantik bir “ilk randevu”da paylaşılanlarla bir olabilir mi? Elbette gençlik anıları ve fıkralar rakı sofrasında; gelinin saç modeliyle ilgili dedikodular düğün sofrasında; haşin pazarlıklar “iş yemeğinde”; ince iltifatlar “aşk yemeğinde” olacaktır. Aslında, efkârlı dertleşmeler için kurulmuş içki sofraları da mutlu yıldönümleri için kurulmuş kutlama sofraları da sohbete aynı derecede uygun. Eğer sofra, gerçekten keyifli bir mekansa, değişen, sohbetlerin yalnızca konusu; asla tadı değil.
Sohbetin lezzeti
Sofra sohbetlerinin tadı deyince benim aklıma ilk gelen, öğrencilik yıllarımda kaçamak olarak bulunduğum içki sofraları. Hani şu bir yandan önemli dünya meseleleri halledilirken, bir yandan da en basit gönül sorunlarının bile bir türlü çözülemeyip büsbütün ağdalandırıldığı sohbet ortamları. Bazen düşünüyorum da, acaba sırf o sofralarda anlatıp ağlayacak bir konumuz olsun diye mi âşık olurduk o zaman? Çünkü sohbet döner dolaşır, hep aşk acılarına gelirdi; bu sohbetlerin tadına doyum olmazdı ve tabii hiç kimse sohbetin dışında kalmak istemezdi. Sonuçta, o sofralar, sohbetlerin ana teması dertlenmeler ve efkâr olsa da, aslında yaşantımızın en tasasız ve keyifli dönemine ait oldukları için, bana yalnızca mutluluğu çağrıştırıyor. Belki de bu yüzden, içki sofralarında gerçekleşen sohbetlerin bana anımsattıkları, herkesin aksine, umut ve mutlulukla ilgili. Biraz idealizm ve imkânsız olanı gerçekleştireceğine inanma, biraz isteyerek yaşanan hüzünler; bolca ümit ve heyecan; bir de, en hasından içtenlik… Sofra basit bir çilingir sofrası da olsa, saatler süren demlenmelerin rakı masası da; sohbet ayaküstü içilen birahanelerin tezgahlarında da gerçekleşse, lüks bir mekânın son moda barında da, bu duygum değişmiyor.
Sofra sohbetlerine ait çok net başka bir anım da anneannemin sofralarından. Evin kadınları tarafından mutfakta başlatılan ve sabırsızlıkla sofraya taşınan bu sohbetler, yemek bittikten sonra da aynı hızla devam eder ve dedemle babamın isyanına neden olurdu. Onlar, yemek bitince sofranın hemen toplanması gerektiğini iddia ederlerdi, teyzem evin erkeklerini oyalamak için kahve yapmak üzere sessizce mutfağa süzülürdü, annem onların sohbete katılmalarını sağlamaya çalışır ve tüm bu işlerin kaçınılmaz gürültüsü, anneannemin “sadece çeneniz çalışıyor; hiçbir şey yememişsiniz… birer lokma daha alın da şu bitsin” şeklindeki ümitsiz yakınmalarına karışırdı. Neler konuşulurdu o sofralarda? Bunu şu anda net olarak anımsayamıyorum bile. Ama gözümün önüne gelen sahneler, içimi sıcaklık ve özlemle doldurmaya yetiyor. Yıllar sonra, sofrayı toplamadan sohbete devam etme rekorlarını tekrar tekrar kırmak için Yunanistan’da yaşamak gerektiğini öğrendiğimde, bu ülkedeki çok sevgili dostlarımla gece yarısını çoktan geçen bir saatte, asla boş kalmayıp hâlâ doldurulan tabak ve bardakların başında, keyfi tarifsiz bir sohbetin içerisindeyken de, aklımın bir köşesinde hep o eski sohbetlerin takılı kaldığını fark etmem, bu yüzden belki…
Gönül sohbet ister, sofra bahane
Daha sonraki yıllarda, iş hayatının hızlı temposu içerisinde beni en çok rahatlatan, öğle yemeklerinde gerçekleşen sohbetler oldu. Günün koşulları programımı çok zorlamadıkça, öğle yemeği molasından asla vazgeçmedim ve bunu yemekten çok sohbet için yaptım. Zaten artık, eğitim toplantılarındaki kahve molalarından, kahvaltı şeklinde düzenlenen basın toplantılarına; sözleşme imzalanan iş yemeklerinden, bilimsel kongrelerin çay saatlerine kadar, özel yaşantımızın dışındaki pek çok konuda insanların sofra sohbetlerinin birleştirici özelliğine sığınması da aynı nedenden kaynaklanıyor.
Sofra çevresinde sohbet edebilmek için uygulanan senaryolardan en etkileyicisi, şüphesiz, “sıra geceleri”. Şanlıurfa yöresinin bu keyifli adetinin yerini, Diyarbakır’da “eyvan gecesi” veya “mesire gecesi” alıyor ve değişik isimlerle, biraz farklı şekillerde pek çok Güneydoğu Anadolu kentinde gerçekleştiriliyor. Türküler söylenen bir sofra etrafında toplanarak yenen yemeklerin asıl amacı, sohbet edebilmek. Yalnızca erkeklerin katılabildiği bu sofralarda, politikadan ekonomiye, felsefeden günlük sorunlara kadar pek çok konuda sohbet ediliyor. Bu özel gecelerde yenen yiyecekler de gelenek haline gelmiş. Örneğin Urfa’da, sıra gecesi sofralarında, tercihan, bostana, küncü akıtı ve karpuz yeniyor. Diğerleri ne olursa olsun, mutlaka bulunması gereken tek yemek ise, misafirlerin önünde hazırlanan çiğköfte.
Her sofrada, yenen yemekler ve konuşulan konular gibi, sofranın düzeni ve donanımı da, sofra başında geçerli olan adetler de farklı. Ama hep aynı kalan çok önemli iki boyut var: Birincisi tamamen soyut; tüm sofralar aynı zamanda bir bereket, doygunluk ve güven sembolü, paylaşılan bir sıcaklığın, dostluğun mekânı. Bu yüzden, “sofra sohbeti”ne koşulda olursa olsun, sözü geçince bile, insanın içini ısıtan bir mutluluk kavramı. İkincisi ise, çok daha somut; türü ne olursa olsun, düzgün bir sofranın kurulması için gerekli araç-gereçler fazla değişmiyor. Tabak/çanaklar, örtü/peçeteler, çatal/bıçaklar, farklı tarzlarda hep mevcut. Bu yüzden de, keyifli bir sofra sohbetine uygun nitelikte bir sofra hazırlamanın teknik özellikleri, yaratıcılığımızı da harekete geçiren ve apayrı keyifleri olan bir konu.
Sohbet, paylaşmanın en güzel boyutlarından birisi; yemek ise en önemli yaşam keyiflerinden. İkisini bir araya getirmek gerçek bir mutluluk kısacası. Keşke mümkün olsa da, her öğün çevresinde oturup sohbetler üretilebilecek sofralar hazırlasak. Hakkını versek hem lezzetin hem sohbetin; yemek saatlerini alelusul geçiştirmesek. Bıraksak hiç değilse, arada bir alsa bizi sofra sohbetleri bambaşka boyutlara çekse; yeni mutluluklara veya eski sevgilerin anısına…Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizeleriyle özetleyecek olursak, “Haydi Abbas” diyebilsek, “vakit tamam;/Akşam diyordun işte oldu akşam./Kur bakalım çilingir soframızı;/Dinsin artık bu kalp ağrısı/…/Al getir ilk sevgiliyi Beşiktaş’tan;/Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan.”
Güzin Yalın
Bu yazı Güzin Yalın’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan adlı kitabından alınmıştır