Yemek Söylemek, Yemek Yazmak

25 Kasım 2024

 

Yemek, belki de kültürün diğer boyutlarından çok daha fazla hayatın tam içerisinde bir kavram; yaşamın başka yönleriyle sürekli etkileşim halinde. Bu yüzden de her toplumda, özellikle gündelik konuşmaya, halk müziğine ve edebiyatın çeşitli dallarına, pek çok kez ilham kaynağı olmuş. Dilin gündelik kullanımına yerleşmiş çok fazla yemek ve yemek kültürüne dair kelime ve kavram var.

Dilimiz deyimler, benzetmeler ve atasözleri açısından oldukça zengin. Bu tür kullanımlarda, daha karmaşık ve daha soyut bir olguyu veya kavramı, basit, yalın, sıradan herkesin bildiği bir kavramla özdeşleştirmek esas. Böylece, anlatılmak istenen, kolayca kavranabilecek hale geliyor çünkü herkesin her gün yaşadığı bir olaydan farkı kalmıyor. Eh, “herkesin her gün yaşadığı olay” deyince, yemekten daha uygun bir şey var mı? İşte bu nedenle, “yemekli” benzetmelerimiz ve tanımlamalarımız ve eskilerin deyimiyle “darb-ı mesellerimiz” pek bol. Sık sık derdimizi anlatmak veya bir şeyleri tanımlamak için, yemek malzemelerini, gıda ürünlerini ve farklı lezzetleri yardıma çağırıyoruz. Gündelik konuşma dilimiz, yeme-içme kültürüne dayanan benzetmeler, tanımlar, göndermelerle dolu. Sevgimizi, aşkımızı, isteklerimizi, yakınmalarımızı, iyi bildiklerimizi karşımızdakine, çoğu zaman farkında bile olmadan, bir yemek terimiyle sembolize edilmiş şekilde ifade ediyoruz. Üstelik, bu alanda, sevgiye ait göndermeler ilk sırada gibi. Aşk, cinsellik, hayranlık ve sevgi kavramları, galiba en romantik olmasa da, en kolay şekliyle ancak böyle dile gelebiliyor. Örneğin, başka hiçbir şey söylemesek, her gün birilerine mutlaka, “tatlım” veya “şekerim” diye hitap ediyoruz. Bunun, diğer dillerde de pek çok karşılığı var. İngilizce’de mesela,  “tatlım”ın yerini, “balım” (honey) alıyor.

Mesele hitap kelimeleriyle bitmiyor, tabii ki. İltifatlar ve kadın güzelliğini anlatan tanımlar da çoğu kez yeme-içme imgeleriyle dolu. “Lokum gibi kız”, “yeme de yanında yat”, “bir içim su” gibi deyimler ve zeytin gözlü, kiraz dudaklı, elma yanaklı, fıstık, piliç gibi tanımlar hep karşıdakine olan hayranlığımızı, arzumuzu veya sevgimizi gösteren yemek içerikli iltifatlar. Yalnızca biz mi? Amerikalılar, genç kızlara “kurabiye” (cookie) diyorlar; Fransızlar ise, “genç ve sempatik sevgili”ye hitap etmek için, “benim küçük lahanam” (mon petit chou). Yani bu işin kültür farkı tanıdığı da yok. İşte her dilde, bazı farklarla ama üç aşağı beş yukarı aynı şekilde kullanılan birkaç tanım daha; kimisi methediyor, kimisi dalga geçiyor, kimisi de yalnızca betimliyor; bazısı argodan, bazısı edebiyattan ama özünde, hepsi mutfaktan: Bal dudaklı, üzüm gözlü, Türk lokumu, kaymak gibi, buğday tenli, balıketi, badem gözlü…

Kışkırtıcı tanımlamalar

Cinsel yaşama gönderme yapan pek çok yemek terimi ve kökenini yemek tanımlarından alan birçok erotik söylem de var. “Mercimeği fırına vermek” ve “çok cevizler kırmak” bu türden deyimler. Kadın göğsünün turunç veya kavunla kıyaslanması, ya da erkek cinsel organının salatalık veya muza benzetilmesi de öyle.

Mutfağımızdaki bazı yemek isimleriyse, gastronomiden çok erotik edebiyatın faaliyet alnına girer nitelikte; özellikle de Osmanlı mutfağından kalanlar: hanımgöbeği, dilberdudağı, kadınbudu, vezirparmağı, şekerpare… Sanırım, haremde geceye hazırlanarak bekleyen kadınların, haremağalarıyla paylaştıkları mahremiyetlerinde hep cinsellik baş sırada olduğundan, yine aynı gecelerin başka bir keyfini, yemekten gelen tatları tanımlamak için de, aynı kavramlara başvurulmuş, yani sarayın büyülü atmosferinde, lezzetler birbirine karışmış iyice. Bunlara bir de, saray dışından, Anadolu mutfağından bir örnek ekleyebiliriz: Urfa yöresinin meşhur tatlısı, şıllık.

Aşk, sevgi ve cinsellikle ilgili tanımlarla bitmiyor dilin yemekle ilişkisi. Dilimiz, yemek imgeleriyle oluşturulmuş deyimler ve atasözleriyle dolu. Örneğin, mutluluğun bozulmamasına “ağız tadının sürmesi”, herhangi bir olayı layıkıyla yaşamaya “tadına varmak”, günümüzü aydınlatan ufak ama önemli güzelliklere “yaşamın tadı-tuzu”, seçimlerini beğendiğimiz kimselere “ağzının tadını bilen insan” diyoruz. Bazı yiyeceklerinse, önemlerinden mi, büyülerinden mi bilinmez, dilimizdeki yerleri diğerlerinden çok daha fazla. Bu alanda, özellikle sembolik anlamından ötürü ekmek ve çeşit ve lezzet zenginliğinden ötürü şeker ve tatlılar önde geliyor. Türkçede pek çok ekmekle ifade edilen kavram ve içerisinde ekmek kelimesi bulunan deyim var. “Ekmek parası”, “ekmek aslanın ağzında”, “ekmek kavgası”, “ekmeğini taştan çıkartmak”, “birinin ekmeğiyle oynamak”, “ekmeğine yağ sürmek”, “eli ekmek tutmak”, “ekmek elden su gölden”, “ekmek kapısı” ilk ağızda akla gelenler. Dikkatinizi çekmiştir mutlaka, tüm bu deyimler, yaşam mücadelesi, karın doyurmak, hayat kazanmak üzerine; çünkü ekmek, tüm bunların en bilinen sembolü. Bir de halk arasında çok popüler olan bir yemin var ki, ekmeğin ne denli kutsal sayıldığını da gösteriyor: “ekmek, Kuran çarpsın ki…”

Tatlı ve şekere geçmeden önce, en az ekmek kadar sembolik anlamlar tfaşıyan başka bir yiyeceğe, çorbaya da, kısaca değinmek gerekir çünkü çorba da, ekmek gibi dilimizde tokluğun ve bereketin ifadesi olarak kullanılır. “Bir çorba parası kazanmak” tabirinde olduğu gibi. Bakın çorbayla neler ifade ediyoruz; bir kere, “çorbada bizim de tuzumuz bulunsun” diyoruz, bir işe katkıda bulunmak istediğimiz zaman. Reddedilmeyecek önerilerin ve çarelerin ifadesi, “hastaya çorba sorulur mu?”;   karışık işlerin tarifi, “çorbaya dönmüş mesele”…

Tatlı tatlı iltifat

Tatlıya gelince, her şeyden önce, hemen tüm dillerin kendine göre bir “tatlı” hitabı var; tatlım, balım, şekerim gibi. Deyimler de pek bol: “ağzından bal damlıyor”, “Allah ağız tadınızı bozmasın”, “yarin bal dudağı”, “tadından yenmiyor”, “tatlı yiyelim, tatlı konuşalım”…

Dilimizde, içerisinde “tatlı” kelimesi geçen pek çok deyimin yanı sıra, “tatlı”yla tanımlanan birçok durum da var; tatlı dil, tatlıya bağlamak, tatlı bela, tatlı hayat gibi. Sanırım bu, Türkçe dışında birçok dilde de geçerli çünkü sonuçta tatlı, dünyanın her yerinde, her yaştan insana, aşağı yukarı aynı keyfi ifade eden sayılı kavramlardan birisi. Bu alanda İngilizceden bir örnek; a piece of cake, “bir lokma kek”, yani kolayca halledilecek bir konu. Üstelik tüm bu tatlılara ilaveten, “şeker” kelimesinin yalnız başına yaygın bir kullanımı da var. Şeker, yalnızca “şekerim” kelimesindeki gibi sevgi dolu bir hitap olarak değil, birini gıyabında onaylayarak anlatmak için bir sıfat olarak da kullanılıyor; “çok şeker çocuk” ifadesinde olduğu gibi. Ayrıca şeker, yalnızca insanlar için değil, başka olgular ve maddeler için de bir tanımlama oluşturabiliyor; “şekerli bir uyku”, “şurup şeker anılar” gibi. Hatta bazı meyveleri bile tatlarıyla betimlemek için, yine şekere müracaat ediliyor; şekerli erik (sugar plum) veya şeker portakalı…

Öte yandan, dilimize katılan yiyecekler, her zaman tatlı değil; bazen acı bile olabiliyor. Bu konuda önemli rol oynayan bir başka yiyecek grubu baharatlar. Yemeklerimizde baharat kullansak da kullanmasak da, hepimiz mutlaka kötü söz söyleyenlerin ağzına biber sürmek ve yaşantımızın tuzu-biberi olan olayların tadını çıkarmak istiyoruz çünkü. Yani, günlük dilimize bir biçimde mutlaka bir tutam baharat ekliyoruz. Hatta bu şekilde oluşturulmuş “tezat iltifatlar” bile var dilimizde; örneğin, “biber gibi tatlı”. Baharatların, gerçek anlamlarının dışında gündelik dilde kullanılması da yalnız Türkçede değil, başka dillerde de rastlanan bir durum. Örneğin İngilizcede, yaşama tat katmak ve herhangi bir şeyi monotonluktan çıkarıp keyifli hale getirmek anlamında çok sık kullanılan bir deyim var: to spice something up, yani “herhangi bir konuyu baharat ekleyerek tatlandırmak”.

Her ne kadar, bitki değil maden olduğu için teknik olarak baharat sayılmasa da, biberin can yoldaşı ve mutfağımızın baştacı tuzu da bu kategoride incelemekte yarar var. İçerisinde tuzu barındıran deyim ve atasözü de az değil Türkçede. Yaraya tuz basmak”, “üzerine tuz biber ekmek”, “tuzla buz etmek”, “tuzu kuru olmak”, “çorbada tuzu bulunmak”, “tuzluya mal olmak”, “ekmeğini tuza banmak”… veya “tuzlayayım da, kokma!” ve “tuz, ekmek hakkı bilmeyen kör olur” gibi…

Balık, fasulye ve diğerleri

Gündelik dilden edebiyata geçmeden önce, yiyeceklerin konuşma dilindeki kullanımlarına birkaç örnek daha verelim. Önce balıklar; çünkü bu yiyeceğe gönderme yapan, özellikle atasözlerini çok eğlenceli buluyorum. “Balık baştan kokar”, “iyilik yap, denize at; balık bilmezse, halik bilir”, “kaçan balık büyük olur”, “sudan çıkmış balık gibi”, “balıketi kadın”, “ölü balık gözü gibi”, “oltada balık, çantada keklik”, “bir işe balıklama atlamak”, “büyük balık küçük balığı yutar”… Gördüğünüz gibi, balıkla ifade edilen durumlarda, hep bir hareket, bir canlılık söz konusu; denizin canlılığından olsa gerek.

İkinci olarak, fasulye. Bu da insanı eğiten ve eğlendiren ifadeler üretmiş bir yiyecek. “Kendini fasulye gibi nimetten saymak”; “fasulyenin faydaları”; “fasulyeden iş”; “fasulye sırığı gibi boy” ve niceleri… Söz fasulyeli deyimlerden açılmışken, çok sık kullanılan bir İngilizce deyimi de tercüme edelim: to spill the beans, yani “fasulyeleri dökmek”. Bir konuyu gereğinden fazla açık etmek; nihayet içindekileri dökmek, gerçeği açıklamak; sırları ortaya vurmak gibi anlamlara geliyor.

Bunlar daha sık kullanıldıkları için, ilk anda akla gelenler. Farklı yiyeceklerle yaratılmış daha pek çok keyifli deyim var; “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”, “sarımsak yemedim ki, ağızım koksun”, “ununu elemiş, eleğini asmış”, “tereyağından kıl çeker gibi”, “ye kürküm ye”, “kestane kabuğundan çıkmış, kabuğunu beğenmemiş”, beğenmemek dedim de, “dilenciye hıyar vermişler, o da eğri demiş beğenmemiş”.

Bu konu çok zengin ve şenlikli. Neredeyse yaşamın her boyutunda, yeme-içmeyle ilgili bir benzetme bulunabilir veya her yiyecek maddesiyle bir deyim yaratabilir. Mesela, “pilavdan dönenin kaşığı kırılsın”; “pirinci çok su kaldırmamak” ve “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” pilav ve pirinçle ilintili olanları. Ben aslında, belki konunun bu boyutuyla ilgilendiğim için, kendimi sık sık soğan soyarken soğanla ilgili bir atasözü düşünür veya pirinç kavururken, konuyla ilgili bir deyim arar buluyorum. Ama dilimiz bu açıdan o denli zengin ki, sanırım benimki gibi bir huy söz konusu olmasa da sözcükler, deyimler, atasözleri kendiliklerinden geliyorlar zaten. Baksanıza, “laf salataları” ve “etekleri salatalanan kumaşlar”; “sucuk gibi ıslanmalar”; “hoşafın yağı kesilmeler”; “dut yemiş bülbüle dönmeler”…

Farkında olmayabilirsiniz ama, mutfak ve sofra araç-gereçlerinin de dilde önemli bir yeri var. Bardaklar, tabaklar, çatallar, kaşıklar… “Bardağı taşıran damla”; “bir bardak suda fırtına yaratmak”; “kaşık düşmanı”; “kaşıkla aş verip sapıyla gözünü çıkarmak”; “kepçe kulaklı”; “tencere dibim kara, seninki benden kara”; “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş”… Tabakla ilgili olanları da başka dillerden alalım; birisi İngilizceden; gündeminde çok fazla konu olanlar veya kafası iyice meşgul olanlar için söylenen bir söz: “Tabağında gereğinden fazla şey var” (she has too much on her plate). Diğeri de Fransızcadan: “Küçük yemekleri büyük tabaklara koymak” (mettre les petits plats dans les grands). Eh, “önemsiz konuları süsleyerek sunmak”, hiçbir şekilde bundan daha iyi ifade edilemez herhalde. Türkçede, anlatmak istediğini yiyeceklerin herhangi birisinden hareket ederek anlatan pek çok atasözü daha var. Bazı yiyecekler, bu iş için daha uygun bir malzeme oluşturuyor. Bal bunlardan birisi mesela; “bal tutan parmağını yalar”, “bedava sirke baldan tatlı” veya “her arı bal yapmaz” örneklerinde olduğu gibi. Genelde meyve ve sebzeler bu konuda diğer maddelerden daha verimli görünüyor. “Üzüm üzüme baka baka kararıyor”, “meyveli ağaç taşlanıyor”, “acı patlıcanı kırağı çalmıyor”, “iki karpuz bir koltuğa sığmıyor”, “armut dibine düşüyor” vs. Ama doğrusu, dünyanın hemen tüm dillerinde pek çok farklı yiyecek maddesinden, herhangi bir hayat dersi çıkaran bir atasözü mutlaka bulunuyor.

Edebiyatın derinliklerinde

Daha az gündelik ve daha süslü dil alanlarına, yani edebiyata gelince; bence ilk başta sözü edilmesi gereken, divan edebiyatı çünkü divan edebiyatı, sevgiliye olan tutkuyu da, Tanrı aşkını da şarap içeren imgelerle ifade eden şiirlerle dolu. Özellikle tasavvuf içerikli pek çok divan şiirinde şarap, “ilahi aşk”, meyhane de “bu aşkın terennüm edildiği tekke” anlamında kullanılıyor. Dantel gibi ince ince örülmüş imgelerde, aşk, sevgi, ıstırap, hep şarap kadehlerinde ifadesini buluyor sanki.

Şarabın şiirdeki kullanımından söz edince, Ömer Hayyam’ı ihmal etmek olmaz. Ömer Hayyam, yaşama dair her konuyu, şaraba gönderme yaparak ve şarap içme ritüeline paralellik çizerek, sonsuz bir başarıyla ifade etmiş bir sanatçı. Onun ünlü rubailerinde, şarap içmenin anlamı ve keyfi, yaşamın felsefi anlamına ve ebedi keyfine eşdeğerde.

Yeme-içme kültürüne gönderme yapan şiirsel anlatımlar, her zaman bir yiyecek maddesinin kendisiyle ilgili de değil. Konu herhangi bir yiyeceğin üretilmesi, elde edilmesi veya kaybedilmesi de olabiliyor. Örneğin, Tevfik Fikret, balığı değil de balıkçıları ve balık tutabilmenin yaşamsal anlamını anlattığı “Balıkçılar” şiirinde, böyle bir boyutunu kullanıyor konunun: “Bugün açız yine evlatlarım, diyordu peder / Bugün açız yine; lakin yarın, ümid ederim / Sular biraz daha sakinleşir…  Nazım Hikmet’in “Japon Balıkçı”sı da yine böyle bir örnek; balık tutmayı anlatırmış gibi göründüğü şiirinde, Pasifik’te balık tutan balıkçının çilesini sembol olarak kullanıp kendi dünya görüşünü aktarıyor okuyucuya Nazım Hikmet.

Edebiyatta şiirden başka alanlara geçecek olursak, yemek konusunun pek çok düzyazı türündeki eserin de ana temasını oluşturduğunu görüyoruz. Bu alanda en çok rastlanan yazın türü olan anı kitaplarının sayısı, eski yaşam biçimlerine duyulan özlem arttıkça çoğalmakta çünkü geçmişteki sofralarla, bu sofralarda yapılan sohbetlerle ve yenilen yemeklerle ve tabii, o yemekleri hazırlayan kişilerle ilgili nostalji kolay tükenmiyor. Nostalji yaratan şeyler arasında, kokular ve lezzetler hep başköşede; dolayısıyla yemekten söz eden anı kitapları da hep başköşede. Bir kısmında yemek tarifleri de var; bir kısmı yalnızca yaşananları aktarıyor. Yemeği konu alan kitaplar arasında benim en severek okuduklarım, Ayfer Tuzcu Ünsal’ın  “Ayıntap’tan Gaziantep’e Yeme İçme”; Soula Bozis’in “İstanbul Lezzeti” ve Collete Rossant’ın “Tadı Damağımda Kalan Ülke: Mısır” adlı kitapları. Ne yalan söyleyeyim, bu kitapların son sayfalarını da çevirince, hem burnumda dayanılmaz lezzette yemek kokuları, hem de ruhumda, midemdekiyle kıyaslanmayacak kadar kesin bir doygunluk duygusu kalmış oluyor.

Yemek, edebiyata yalnızca anı kitaplarıyla girmiyor. Dünya edebiyatında konusunu yemek kültüründen alan roman ve öyküler de, hiç azımsanmayacak sayıda. Pek çok roman ve hikayenin konusu da yemek ve yemeği seven, pişiren insanlar etrafında dönüyor. Kimi yazar öyküsünü sırf bu konu üzerine kuruyor; kimisi de yemekle ilgili imgeleri ve olayları, yalnızca bir sembol veya bir çeşni olarak kullanıyor. Laura Esquivel’den “Acı Çikolata”, Eva Eckstein’dan “Casanova’nın Aşk Mönüsü”, Isabel Allende’den “Afrodit”, Joanne Harris’den “Çikolata”; Andreas Staikos’dan “Tehlikeli Yemekler” ve Lily Prior’dan “Aşk Mutfağı” ilk gruba örnekler. Bu kitapların hepsi, keyifli bir öyküyü, mutfak, yemek, sofra ekseninde anlatan ve bittikleri zaman öyküdeki karakterlere yakınlaşmak kadar, anlatılan yemekleri ağzı sulanarak hatırlamak veya hemen mutfağa girip pişirmeyi denemek gibi istekler de uyandıran kitaplar. Yani ana karakterlerin arasında mutlaka, kimi zaman bir çikolatalı kek tarifi, kimi zaman bir pizza hamuru, bazen bir sap fesleğen, bazen de eski bir mutfak fırını var. Bunlar çoğu zaman kolayca okunmak, hoşça vakit geçirtmek için yazılmış öyküler.

Konusu aslında yemekle ilintili olmamasına rağmen içerisinde derinden derine bir yemek imgesi taşıyan ve kendisini geri planda hep hatırlatan bu imge sayesinde pek çok şey aktaran edebiyat eserlerine gelince, ilk aklıma gelenler, Lewis Carroll’un ünlü parabolü “Alice Harikalar Diyarında”daki bitmek tükenmek bilmeyen, daha doğrusu bir türlü başlayamayan çay saati; Ahmet Ümit’in “Patasana”sında kazı ekibinin akşamları yorgunluk giderdiği masa başı toplantılarındaki yemek mönüleri; Johannes Mario Zimmel’in ünlü kitabı “Papaz Her Zaman Pilav Yemez”deki detaylı ve gerçek yemek tarifleri; M.R. Lovric’in “Karnaval”ından yemek imgeleri ve Elif Şafak’ın “Baba ve Piç” romanında, aşure malzemeleri ve tarifi üzerinden anlatılan öykü.

Asıl üzerinde durulması gereken, Balzac, Shakespeare, Cervantes, Çehov, Hemingway, Chaucer, Dickens, Jane Austen gibi ölümsüz yazarların, her biri birer klasik haline gelmiş birçok eserlerinde, yazdıklarını süslemek veya bir karakteri tanımlamak için bol miktarda kullandıkları yemekle ilgili imgeler. Cervantes’in “Don Kişot”undaki Camacho’nun düğün yemeği sahnesi, gerçek bir gastronomik şöleni betimliyor. Balzac’ın tüm romanlarını bir araya topladığı “İnsanlık Komedyası”, neredeyse bir yemek ansiklopedisi gibi; onlarca çeşit balık ve meyveyi anlatmakla kalmıyor, karakterlerin yediği ve en ince detayına kadar tarif edilmiş yemek sahneleri de içeriyor. Shakespeare’in pek çok oyununda, benzetmeler ve kıyaslamalar, türlü yemekler ve açlık-tokluk kavramları üzerinden yapılmış. Bunların en sevimli örneği, “Antonius ve Kleopatra” oyunun birinci perde, beşinci sahnesinde Kleopatra’nın genç ve tecrübesiz günlerini anlatırken söylediği, “Ah, salata günlerim; yargılarım daha yemyeşilken” sözleri. Hemingway ise, ömür boyu müdavimi olduğu bar ve restoranları ardından kendi adıyla anılacak kadar benimsemiş ve yazılarında da keyifle anlatmış. “Güneş de Doğar” adlı eserinde anlattığı Paris yeme-içme mekanlarına ilaveten, Havana’daki La Bodeguito del Medio bunların en ilginç olanları. Chaucer’ın eserleri yemek konusuna yapılmış göndermelerle dolu. “Centerbury Hikayeleri”inde anlattığı öyküler arasında belki de en ilginç olanı, içerisinde bir aşçının da yer aldığı hikaye. Dickens’ın zengin yemek detaylarıyla dolu eserleri arasında en belirgin yemek sahneleri içerenlerse, detaylı sofra tarifiyle “Müşterek Dostumuz”, açlıkla ve yemek aramakla boğuşan çocukların öyküsü olan “Oliver”, Bayan Havisham’ın pastasıyla ünlenen “Büyük Umutlar” ve ana mekanı olan meyhaneyle hayat bulan “İki Şehrin Hikayesi”. Jane Austen ise, İngiliz çay saatlerini ve sofralarını ve bunların günlük yaşamdaki yerini hemen tüm yapıtlarında o denli başarılı canlandırmış ki, edebiyat dünyasında kendi adını taşıyan yemek ve yemek dünyasında aynı adla edebiyat toplulukları kurulmasına neden olmuş.

Tahmin edebileceğiniz gibi, bu alandaki örnekleri de çoğaltmak mümkün. Jorge Amado’dan “Tarçın Kokulu Kız”, Bruno Schultz’dan  “Tarçın Dükkanları”, Chitra Banerjee Divakaruni’den “Baharatların Efendisi”; Oktay Akbal’ın ölümsüz eseri “Önce Ekmekler Bozuldu” ve Ignazio Silone’nın “Ekmek ve Şarap”ı gibi…Bir de çocuk edebiyatından çok keyifli parçalar var: Sulhi Dölek’ten “Kestane Şekeri”; Roald Dahl’den “Charlie ve Çikolata Fabrikası”; Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan “Şeker Yiyen Resimler” ve ünlü masallar: Kurabiye eviyle “Hansel ve Gretel” ve dünyanın en sihirli sebze bahçesiyle “Jak ve Fasulye Sırığı”.Tatlı ve şekerli konular ve başlıklarsa, özel bir kategoride değerlendirilmeyi hak edecek kadar bol; Sait Faik Abasıyanık’tan “Az Şekerli”,  Vasconcelos’tan “Şeker Portakalı”, Paul Verlaine’in “Tatlı Şarkılar”ı, Sheila O’Flanagan’ın “En Tatlı Veda”sı bir şekilde tatlıların yanından geçmiş edebiyat eserlerinden birkaçı.

Sonuç olarak, yemeğin dilimizle ilintisi gerçekten küçümsenmeyecek boyutta ve derinlikte. Yalnızca günlük hayattaki aşk ve sevgi anlatan deyimler veya can yakıcı hakaretler değil, edebiyatta birçok tanımlar, kıyaslar, betimlemeler ve nice kadim öyküler de aynı kaynaktan alıyor gücünü.

Güzin Yalın

Bu yazı Güzin Yalın’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Mutfaktan, Tabaktan, Sokaktan adlı kitabından alınmıştır

 

 

Yukarı