Olmaz Öyle Şey!

6 Nisan 2022

Ufacıktım, erimiş, bitmiş olduğum için, olmam gerekenden de ufak, çelimsiz ve yapayalnız… Yedi yaşında bir çocuğun hastayken yanında olmasını en çok isteyeceği kişiden, annesinden ayrı, bir hastane odasında yapayalnız… Gözlerimi açmıyor muydum, açamıyor muydum, orasını bilemiyorum. Zaten açtığımda sol tarafımda beyaz bir duvar, sağ tarafımda yine bir beyazlık vardı. Yalnız tuhaf bir şekilde zaman zaman sağ tarafımdaki beyazlığın hemen yanından bir kadının konuştuğu duyuluyordu. Yıllar sonra düşüne düşüne, sağdaki beyazlığın iki yatağın arasına konmuş bir paravan olduğunu bulmuştum. Alışılmadık bir ses tonu ve aksanla konuşan kadının ağzından her hece adeta patlayarak çıkıyordu. Arada sırada onun bulunduğu tarafa giren sağlık görevlileriyle konuşuyor olmalıydı.

     “Bu yaşamaz” diyordu, “Ölecek”, “Benim Ramadan’ım gibi iyileşmeyecek.” Benden söz ediyordu. Hem küçüktüm, hem çok hastaydım; onun için kadının sözleri beni ne korkutuyor, ne üzüyordu. O sırada, yorulmadan oynayabileceğim bir oyun bulmuştum kendime. Görmediğim sesin sahibine bir yüz ve bir beden oluşturmaya çalışıyordum. Uzun boylu, erkeksi yapılı, kuru bir kadındı bu. Kemikli bir yüzü, kocaman bir çenesi fakat küçük sert bakan gözleri vardı. Elleri, ayakları çok iriydi, annemin elleri ayakları gibi minicik değil. Oğlu Ramadan da benim gibi ikinci sınıfta okuyan saz benizli, sekiz yaşında bir çocuktu. Aradan çok uzun yıllar geçti ve inanır mısınız, o görmediğim ana oğul, nedense gözümün önünde hep o günlerde hayal ettiğim görünümleriyle belirirler. Oğlu gerçekten iyileşmiş olmalıydı ki, kadın, geri kalmasın diye ona yatağın içinde derslerini yaptırıyor, hastalanmadan az önce okulda öğrendiklerimizi anlatıyordu fakat anlattıkları yanlıştı. Doğrusunu biliyordum ama şimdi onun söylediklerini düzeltecek gücüm yoktu. Gücüm olsa, “öyle değil” derdim, düzeltirdim. Ben bir küçük öğretmendim.

Yedi yaşına basmadığım için ay farkından kaybetmiş ve o yıl ilkokula başlayamamıştım. Oysa geçen yıldan beri okuyup yazıyordum. Bir gün annemin arkadaşı Reyyan teyze geldiğinde, beni yere yayılmış, dergilerimin, kitaplarımın arasında bulmuştu. Anneme dönüp “Mukadder, bu kız basbayağı okuyor,” deyince, annem çaresizlikle boynunu bükmüş,

“Ay farkından kaybetti,” demişti. Reyyan teyze, öyle yenilgileri, çaresizlikleri sevmezdi.

“Ben gidip bir Hikmet Bey’le konuşayım, ilerdeki 56. İlkokulun müdürü, bizim aile dostumuzdur.” Annem karşı çıktı:

“Okullar açılalı kaç ay oldu, şimdiden sonra ne olur ki?” Reyyan teyze aldırmadı bile. Ne konuşmuşlarsa artık, sonunda Hikmet Bey, benim öylesine, kayıtsız filan okula gidip gelmeme izin vermiş.

İlk gün, annem çekinerek 1C sınıfının kapısını tıklatıp Muzaffer öğretmene müdürün verdiği kâğıdı uzattı. Öğretmen adımı bile sormadı, böyle oldubittilerden bıkmış olmalıydı. Başıyla oturacak yer olan sırayı işaret etti. Etrafıma bakmaya başladım. Okumaya geçmişlerdi, öğretmen tahtaya bir sözcük yazdı, kim okuyacak diye sordu. Sınıftan çıt çıkmadı. Herkese sordu. Korka korka, ”ben okuyayım mı” dedim.

“Sen okuyabiliyor musun?” Başımı salladım, yazılanı okudum. Daha sonra yazdığını da, daha sonrakini de… Bu kez adımı sordu, sonra “bu yanında oturduğun arkadaşın var ya, ona okumayı söktüreceksin” dedi. Yılsonuna kadar bu böyle sürdü gitti. Sınıfta hiç belli bir yerim olmadı, o sıradan o sıraya dolaştım, durdum, arkadaşlarıma yardımcı oldum, sınıfça okuduk.

Yeni öğretim yılının başında, birinci sınıfı okumuş gibi, ikinci sınıftan okula başlattılar. Artık 56. İlkokul’un 2C sınıfının en resmisinden, önlüklü yakalı, kayıtlı kuyutlu bir öğrencisiydim; öyle “geçsin şuraya oturuversin” diye lütfen sınıfa kabul edilmiş herhangi bir ufaklık değildim.

Onun için Ramadan’ın ikinci sınıfta olduğunu, annesinin ona yanlış öğrettiğini anlayabiliyordum. Ben küçük öğretmendim.

Muzaffer öğretmen, biz ilkokul dördüncü sınıftayken, hastalandı.  Çok acı veren hastalığa o zamanlar şir-i pençe denirdi, bir süre okula gelemedi, geldiğinde de bizimle ilgilenmekte zorlanıyordu. Yine iş başa düştü, öğretmenlik görevini üstlendim. O arka sırada oturur, arkadaşlarımla dersi işlerken, bir yanlış yapmayayım diye, devamlı beni izlerdi. Zaten gözlerim hep onun gözlerinde olurdu… Şimdi düşününce, belki de benim çizgim, daha doğmadan çizilmiş ve öğretmen olmak için gelmiştim bu dünyaya!

Söylediklerine göre, hastaneye yattığımın dördüncü günü annem yanıma gelebilmiş. İkisi birlikte olur mu, onu da bilmiyorum, ben hem tifo hem paratifo olmuşum, öyle demişlerdi… Annemi, babamı, anneannemleri evcek aşılamışlar; kullandığım ne varsa, dezenfekte etmek, etüvden geçirmek üzere götürmüşler, kapıya da sarı kâğıdı yapıştırmışlar, “girmek yasaktır” diye…

Aşıdan herkes yüksek ateşle serilip yatmış ve annem ancak dört gün sonra bana refakat etmeye başlayabilmiş. O arada Ramadan ve annesi gitmişler, annem karşımdaki yatakta kalmaya başlamıştı.

O yokken bana bakanlar, gelirler giderler, beni evirirler çevirirler, bir şeyler takar, bir şeyler çıkarırlardı ama ben pek yapılanların farkında olmazdım. Annem yanımda ağlamasa da koridordan hep gözleri yaşlı dönerdi. O gün hemen kapının dibinde onun hıçkırıklarına doktorun sesi karışıyordu. “Sana söz veriyorum,” diyordu, “Kurtarmak için elimden ne geliyorsa, yapacağım”. Babam genelde zayıf görünmek istemezdi ama annem de ben de aslında onun yufka yürekli olduğunu, hele hastanelere hiç yüzü olmadığını bilirdik. Oraları ona göre yerler değildi, çok paniklerdi. Bu kez panik filan hak getire! Şişli Etfal Hastanesi’nde ameliyathane gibi bir yerde yan yana sedyelerde yatıyorduk. Doktor her yolu deneyeceğine söz vermişti ya! Babamdan kan alıp bana verdiler, galiba üç kez… İkimizin arasındaki şişede birikip dinlenen kanı veriyorlardı. Yani doğrudan, yani şimdi yapıldığı işlemlerden geçirilmeden… Çünkü 1944 yılındaydık, pozitifler, negatifler, RH’lar dillerde dolanmıyordu henüz…

Ne için gerekliydi, orasını doktorum bilirdi, her gün tartarlardı, terazinin üstünde duramayan, dengeyi sağlamak için karşılıklı işaret parmaklarıyla destekledikleri bu küçük kızı!

Sonunda çok sonunda, sevgili doktorum, anneme verdiği sözü tuttu, kızını sağ olarak ona teslim etti. Bu sefer bir başka doktor, evde aylarla süren tedavi döneminde, beni ayağa kaldırmak, yeniden yürütmek görevini üstlendi. Ve yürüttü de…

Okula gidemiyordum fakat derslerimi evden sürdürüyordum. Karnelerin dağıtıldığı gün, öğretmenim eve geldi, yanında üçüncü sınıf öğrencisi olduğumun belgesini, karnemi getirdi. Erimiş, hastalıktan saçları dökülmüş, cascavlak kalmış çocuğunu görünce Muzaffer hocanım kendini tutamadı, ağlamaya başladı, onu ağlarken görünce ben de ağladım, tabii annem de… Hüzün, sevinç birbirine karıştı.

  Ailemizde doktorlar, çok değerlidirler, çok sevilirler. Dedem beni hep “mucize kızım benim” diye sever, kucağından indirmezdi. Doktorlarım olmasa o mucize nasıl gerçekleşirdi? Gerçi, laf aramızda, mucize olmamın kaymağını epeyce yemişliğim vardır. O yıllarda, büyüklerin bile saati yokken, sekiz yaşında bir çocuk olarak, benim saatim vardı, dedem almıştı. Sınıfta kimsede yoktu, herkes gerekli gereksiz, bana saati sorardı. Teneffüste de bahçede çevirip sorarlardı! O kadar nanemollaydım ki, okuldan eve dönerken, önce o sıralarda hangi vitamin iğnesi yapılıyorsa, önce onu yaptırır, öyle gelirdim. Doğrusu bizimkiler alfabenin hiçbir harfinin hatırı kalsın, istemezlerdi. Bugün kıymetlilerimiz olan o doktorların hepsini, sevgiyle, saygıyla, kaybettiklerimi rahmetle anıyorum.

Vaktiyle, dostumuz, arkadaşımız Doktor Halim Dinç’in Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz’da, şifa veren elinin değmediği, gece veya gündüz, bir şekilde yardımına ulaşmadığı bir ev bile olmamıştır. Eskilerden bu yazdıklarımı okuyanlar olursa bilirler; vefatında onu uğurlamaya gelenleri, koskoca Kanlıca meydanı almamış, kalabalıkta Mihrabat’a kadar taşmıştı! Öylesine bir sevgiydi…

Sevgili, değerli doktorlar ve tabii sağlık çalışanları, son zamanlarda çok yoruldunuz, çok hırpalandınız, çok üzüldünüz hatta çok öldünüz… Kalbiniz çok kırıldı. Her ne deseniz, her ne yapsanız, haklısınız ama siz uymayın. Kimselerin bize sizin baktığınız gibi özveriyle bakacağını düşünmeyin. Bugün tıbbın pek çok alanında, ancak burada ellerinizde şifa bulacaklarını, iyi olacaklarını düşünen, uman insanlar, dünyanın her yerinden kalkıp size geliyorlar. Hal böyleyken, siz bizi nasıl başkalarına bırakabilirsiniz? Öyle herkesin lafına bakılmaz ki! İşte şimdi, Mevlana’nın bu duruma tam uyan, cuk oturan bir sözü aklıma geldi. Yazımı o sözle bitirecektim, sonra vaz geçtim. İyisi mi okuyanlar, o sözü bulsunlar veya yazıyı kendi kapanış cümleleriyle kapasınlar, istedim. Bu kez de böyle olsun, ne olur?

Ayla özberk

Yukarı