Hava serin ama olsun, güneş var, hiç olmazsa, aydınlık. Kaç gündür, yaşadığımız ortama eşlik etmek istercesine, iç karartıcı bir biçimde, adeta gündüzü yaşamadan, akşam oluveriyor.
Kızım, sırtı odaya dönük, pencereden sokağa bakıyor. Başını çevirmeden “Seninkiler,” diyor. Yine, her zamanki köşemde, hep oturduğum koltukta oturuyorum. Tabletim kucağımda, yıllardır yaptığım gibi, “kelimelik” oynuyorum.
Hareketsizlik, öyle yoğun boyutlarda ki, en ufak bir kıpırtıda, oda insana, içinde ne varsa, incecik bir camdan yapılmışçasına tuz buz olacakmış gibi geliyor.
Başımı kaldırmadan yanıt veriyorum; “Nihayet!” O tamamlıyor, ”Kolay değil, kaç gün oldu”. Haklıydı. Günler süren bir hastalık sürecinden sonra, ilk kez, gelen geçene bakarak, yeniden çevreme “Merhaba,” diyordum.
Aramızdaki konuşkanlığa da şapka çıkartmak gerekirdi yani! Bir duyan olsa, “Yeter, susun gevezeler, diyecek!” O kadar da değil tabii. Uzun zamandır, aynı çerçeve içinde yaşayıp tekrar tekrar aynı şeyleri konuşursanız, sonunda üç-beş kripto sözcükle karşınızdakine, bir A4 sayfası dolduracak kadar çok şey anlatmış olursunuz.
Hani bir fıkra vardır; hiç birbirinden ayrılmayan arkadaş grubu, lâfın tuzu, biberi, zencefili, kişnişi, tarçını, üstüne üstelik maydanozu olan fıkraları tekrar tekrar anlatmamak için, onları aralarında numaralandırmışlar ya! Yeri gelir, konuşurlarken, içlerinden biri, 14 dermiş, diğerleri gözlerinden yaşlar gelinceye kadar gülerlermiş, biri 18 dediğinde hüzünlenirlermiş, konuşmanın en karanlık yerinde biri, zayıf bir sesle bile olsa, 9 dediğinde, gözlerinde umut ışıkları yanarmış. Bugün biz de onlara benzemiştik. Belki bize de birinin 9 demesi gerekiyordu. Pandeminin, karantinanın baskısıyla, kalınlığını, kaç yapraklı olduğunu bilmediğimiz ömür defterlerimizden, üzerine tek çizgi bile çizmediğimiz sahifeleri kullanmadan yırtıp yırtıp atmaktayız.
Geçenler, balıkçılardı, yaz kış, yağmur, kar, fırtına, soğuk dinlemezler, sabahçılar olsun, akşamüzeri çıkanlar olsun, sahile, balığa inerler. Levent’e, Etiler’e çıkan yokuşlardan inenler, civardan, zevk için, nafakası için balık tutanlar, bir kez bağımlı olmuş, bunu bırakamayanlar, denizle baş başa kalıp etraflarında başkasını istemeyenler, yani her türlüsü geçer bizim evin önünden. Bir kısmı çok erken saatlerde iner, öğle güneşi çıktı mı dönerler; bir kısmı öğleden sonra sahildeki yerlerini alırlar, günü akşama kavuştururlar, ya da kıyılardaki ışıkların altında sahil balıkçılığı yaparlar, diye hayal ediyorum. Belki de akıntılı Arnavutköy sahilinde “sıyırtma” yapıyorlardır. Daha neler! Yakıştırıp duruyorum. Balık tutmayalı neredeyse kırk yıl oluyor, eski günlerdeki gibi Kanlıca-Çubuklu yolunda akşam vakti sıyırtma yaptığımı sanıyorum. Gerçekten, “daha neler!” Şimdiyi, şimdiki balık tutma yöntemlerini hiç bilmediğime göre, bugünle ilgili yaptığım her yakıştırmayı “her halde” diye bitirmeliyim.
Genellikle ağır ağır, balık kamışlarını omuzlarına dayamış, sırtlarında içleri dolu çantaları, ellerinde çapçakları, hafif öne eğik, sağla solla pek ilgilenmeden geçip giderler. Aklımı ne kadar karıştırdıklarını, beni içinden çıkamadığım hesaplarla baş başa bıraktıklarını bilmezler…
Evin babasının balık tutmaya meraklı olduğu bir ailede, kız çocuk da olsanız, o balığa giderken, babanızın eşlikçisi siz olursunuz. Arkadaşlarınız fisto jüponlar, daire kloş etekler, dantel bulüzler giyip az buçuk makyaj yaparlarken, siz de olta iğnesi batmış, yaralı bereli ellerinizi yumruk yapıp saklar, üzeri midye lekeleriyle kaplı, size iki beden bol gelen, paçaları kıvrık pantolonunuzla, istavritten kuyruk altı keserken bulursunuz kendinizi… Üstelik de mutlu! Şimdiki motorlu, makaralı kamışların olmadığı dönemde, eğer ucu incecik bir hezaren kamışınız varsa, o kamışla az önce kestiğiniz kuyruk altını oltanızın iğnesine takıp Kanlıca-Çubuklu sahili boyunca bir aşağı bir yukarı sıyırtma yapıp istavrit tutuyorsanız, var mı size yan bakan! Bir siz, bir kendiniz, bir deniz, bir de hayalleriniz…
Derken balık tutmayı seven, babasının yanında balık tutan bir kız görüp bu tablodan hoşlanan biri çıkar karşınıza ve artık yeni hayatınızda onunla balığa çıkmaya başlarsınız.
O, doğma büyüme Boğazlıdır, kırmızı ibrişimle zargana tutmayı ondan öğrenirsiniz. Yeri gelir, “zindandelen” der, “Nedir,?” diye sorduğunuzda, palamutun büyüğü olduğunu; “yaprak” deyince, lüferin en küçüğünü kastettiğini anlarsınız. Kılıç balığının nasıl da bodoslamadan girdiğini, Beykoz’daki dalyanda, o denizdeki kazıkların üstüne tünemiş adamların, kalkan içeri girdiğinde ağları kapatmak için yüksekten gözlem yapıp aşağıdakilere haber verdiklerini duyunca şaşırırsınız.
Karı-kocanın balık çantasındakiler, artık baba-kızınkilere göre daha zengindir. Boşalmış ilaç şişelerinde boy boy balık iğneleri, mantarlara sarılı farklı kalınlıktaki misinalar, ince bedenler, daha büyük kutularda, evde yapılmış, malta taşı kalıplara dökülmüş çeşit çeşit zokalar, kurşunlar ve onları parlatmak için ağzı çok sıkı kapalı şişede cıva, tüyler, süngerler, makaralarda kırmızı ibrişimler…
Bunların hepsi her zaman kullanılır mıydı? Elbette hayır! Ama onların balık kutusunda bulunmalarının bir başka keyfi olurdu!
Bugün Boğaz’ın iki yakasında oturanların artık ne yazık ki, şahit olmadıkları şeylerden söz ediyorum. Bilmiyorum bizim evin önünden her gün geçen balıkçıların ne tuttuğunu… İstavrittir her halde… Belki kaldıysa biraz da izmarit olabilir. Eskiden izmaritlerin arasında sıklıkla eti çok lezzetli istrongiloslar da çıkardı. Ödümüz kopardı onlardan, çırpınırken zehirli dikeni elimize, kolumuza değecek de çarpılacağız, diye. Usta balıkçılar, iğneyi çıkartırken o dikene değmemek için ellerini balığın ağzına sokardı. Bir çarpılmaya görün, acısı, ağrısı, şişmesi dayanılmaz boyutlarda olurdu.
Baltalimanı’nda, şimdiki İstanbul Üniversitesi Sosyal Tesisleri henüz yokken, sahil boştu, iyi de balık yapardı. Bir gün pabuç izmaritler çifter çifter geliyor. Zevkten dört köşeyim. Oltaya nasıl da asılıyorum, hayvanlar gelirlerken, can havliyle kurtulmaya çabalıyor, suyun içinde beyaz parıltılar saçarak, biri oltayı sağa çekerken diğeri, sola çekiyor. Onların kurtulma çabalarına karşın, ben alabildiğine keyifliyim… Birden avucumun içinde korkunç bir acı ama ne olursa olsun, oltayı çekmeyi bırakmıyorum, ganimetimi sahile almalıyım! Bir yandan da “elime bir şey oldu” diye bağırıyorum. Eşim koşarak yanıma geliyor. Avucumun içindeki ölü arıyı görünce anlıyoruz. Az önce iğneye yem takarken, midye bulaşan elime konan arıyı fark etmemişim. Aniden oltayı çekmeye başlayınca avucumu sıkmış ve zavallıcığı sıkıştırmış olmalıydım. Sonrası malum…
Eşim dalga mı geçiyor, övüyor mu belli değil: “Her şeye rağmen, balığı çekmeyi bırakmadın!” diyor.
Ya sabahın beşinde, herkes uyurken, hırsızlar gibi ayaklarımızın ucuna basarak sessizce evden kaçmalarımız… Levent’ten Bebek’e inip o saatte sandal kiralamalarımız… İki saat balık tutup, sahilde bir çay içip, eve dönüp, üstümüzü başımızı toparlayıp işlerimize gitmelerimiz… Bugün o sahil boyunca istemediğin kadar yeme içme yeri var. O yıllarda, Rumeli Hisarı’nda caminin yanında bir adam vardı, sabahçılara çay yapardı; çayı da masa filan yok, musalla taşının üstünde verirdi! Erkenci birkaç yaşlı da birbirleriyle şakalaşırlardı ama ne şaka! “Geçen hafta Tahir Reis’i buradan kaldırdık, haftaya da seni kaldırırız!” gibilerinden…
Yazmaya başladığımdan beri balık balık deyip diyorum. Bir durmanın zamanı gelmedi mi? Asıl içimden geçenleri söylemenin zamanı. “Pekala, anlat o zaman, evinin önünden geçen balıkçılardan ne istiyorsun, neden adamcağızlara kızıyorsun…” diye sorduğunuzda, bunu yanıtlamanın zamanı…
Aradan uzun yıllar geçti; elbette çok yaş aldım, bana kalsa, ağzımı doldura doldura yaşlandım, derim de, kızanları kızdırmamak için öyle diyorum. Gözlüklerim değişti. Burada gözlük camlarımın numaralarının değişmesinden söz etmiyorum. Önce yavaştan yavaştan derken, giderek çevremdeki her şeye ve elbette balıklara da onların gözlükleriyle bakmaya başladım galiba! Bugün balığa çıksam, onların çırpına çırpına gelişlerinin bana zevk vermeyeceğini hissediyorum. Çapçağın içine koyduğum deniz suyunda son yüzüşlerine bakarken, “Amma da tutmuşum ha!” diye sevinemeyeceğimi… Geçmiş günlerin güzel, mutlu günler olduğunu, inkâr etmiyorum. Bugün, et, tavuk, balık yemiyor muyum? Yiyorum ama içimde tuhaf bir şeyler oluştuğunu da saklayamam. Bunun nasıl bir gidiş olduğunu hiç bilmek istemiyorum. Çünkü sıra bitkilere gelebilir. Zaten onlara sevgim ve saygım sonsuz… Nasıl olmasın? Zaman ve zamanlama konusunda benden çok bilinçliler! Doğaya, iklim koşullarına uymak desem, ben pencereden bakıp ceket mi giysem, trençkot mu derken, onlar rüzgâra, yağmura, güneşe, kara karşı ne yapacaklarını, bu dünyada boy gösterdiklerinden beri biliyorlar. Ya üretkenlikleri? İyisi mi, karşılaştırmayı keseyim.
İçinden geçtiğimiz günler, hareketlerimizi kısıtladıkça, daha çok düşünüyoruz. Kendi adıma söyleyeyim, içimdeki kalabalıkla, bir sonuca varamasam, onlarla hep konuşuyorum. Onlar yabancım değiller, daha önceki “ben”ler… Hesaplayamıyorum, bugünkü “ ben”e gelinceye kadar kaç tane “ben” olmuş ve ben onlara uymuş, onların dediğini yapmışım!
Giderek değişir miyim? Bugünün gözlükleriyle bakınca biraz zor görünüyor ama bilemiyorum… İyisi mi balıkçı ağzıyla “rastgele” diyelim, kendimizi gelen günlere bırakalım.
Yazdıklarımı paylaştıklarımın bir kısmı, okuduklarında, “Ha gayret, az kaldı, bırakma kendini, oluyor,” diyebilirler. Bir başka grup, “Eski köye yeni adet mi çıkarıyorsun, otur oturduğun yerde, önüne konanları afiyetle ye,” deseler, onlara da, ötekilere de diyecek sözüm yok ama “Düşünecek, kafa yoracak hiç başka şey yok mu, etrafın nasıl da toz duman olduğunu görmüyor musun? Hangi duyarsızlıkla, oturmuş bunlardan söz ediyorsun,” diye bana sitem edeceklere, “Haklısınız, aslında çaresizlikten, ortalarda top çevirdiğimi ben de biliyorum,” derim.
Ayla Özberk