Ruhlar, Hayaletler, Mistik Varlıklar ve Özgür İrade Üzerine

9 Kasım 2021

En iyisi, baştan anlaşalım: Ben bir “şüpheci”yim yani bilimsel ispatını görmediğim konulara şüpheyle yaklaşırım. Fiziğe inanırım. Şu an bildiğimiz ve henüz bilemediğimiz boyutlarına… Ruhlar, hayaletler veya başka mistik varlıklardan söz eden öykülere alerjim vardır.

İnandığım insanlar vardır; Einstein, Bohr, Penrose, Bohm gibi… “Yaradan” adını verdiğim bir Tanrıya inancım da vardır. Ona dişi bir cinsiyet yakıştırmış olmaktan gurur duyarım. Bence Yaradan bizi bir beklentiyle yaratmıştır. Ve Büyük Plan’ın dışına çıkmamamızı ister bizden. Eğer böyle bir şey olursa, bize karşı çok sertleşebilir. (Laf aramızda, aslında bu da haksızlıktır çünkü kimse bize Büyük Plan’ın ne olduğunu açıklamamıştır!)

Ama benim manevi dünyam ile ilgili bu kadar konuşmak yeter… Zira tüm bu söylediklerimi size anlatmamın nedeni sadece algılarımızın, bu dünya ile ilgili anlayışımızın ve Fizik kavramından anladıklarımızın ötesine geçen şeylerden biraz söz etmek istememdir. Böyle, bilgilerimizin sınırları içerisinde izahı zor olan olağanüstü durumlarla birçok kereler karşılaştım ve bunları görmezden gelemeyeceğimi hissediyorum. Peşlerini bırakamam.

Aklıma takılan bu olguları tam anlamıyla anlatmayı denemem bile çok zor… Ama onları, bilim insanlarımızın bir yanıt oluşturması için özenli sorular haline getirebilirim.

Bugün size denize dair ikinci bir öykü anlatacağım: Gümüş balıklarının öyküsünü.

GÜMÜŞ BALIKLARININ ÖYKÜSÜ

Yirmi dört yaşındayım ve Atina yakınlarındaki Cape Sounion’da, yüzümde şnorkelim ile denizdeyim. Derin mavi sularda yüzüyorum ve yazın sıcaklığının, denizin serinliğinin ve tasasız gençliğimin tadını çıkartıyorum. Birden önümde, su yüzeyinin hemen altında kocaman bir gümüş balığı sürüsü görüyorum. Gerçekten koskocaman bir sürü: En az on metre genişliğinde ve iki metre derinliğinde bir alanı kaplıyor. Bu noktada suyun derinliği zaten on iki metre civarında.

Küçücük balıkların sürüsü kusursuz bir geçit töreni düzeninde hareket ediyor, bana doğru yüzüyor ve ben de ritmimi hiç bozmadan onlara doğru yüzüyorum. Sürünün üstüne doğru giderken, bir yandan da içimden, “Görelim bakalım, şimdi ne yapacaksınız?!” diye geçiriyorum.

Ve evet, gözlerimin önünde inanılmaz bir şey gerçekleşiyor: Bana bir buçuk-iki metre yaklaşır yaklaşmaz, mükemmel bir uyum içerisinde hareket ederek, üç gruba ayrılıyorlar. Bir grup sağıma geçiyor, bir diğeri soluma, üçüncüsü de altıma. Olağanüstü olan, bu hareketin kusursuz olması: Tıpkı mükemmel gerçekleştirilmiş bir bale adımı gibi, balıkların tümü aynı anda yön değiştiriyorlar, hiçbirisi hangi yöne gideceğine dair bir kuşku göstermiyor ve hiç kimse sırayı bozmuyor.

Orada durup ağzım açık bir şekilde, on metre uzunluğunda mükemmel sıralar halinde etrafımda resmi geçit yapmalarını seyrediyorum. Onlara bu eşsiz kareografi için kim talimat veriyor? Kimin sağa kimin sola ve kimin aşağıya gideceğini nasıl biliyorlar? Tam ayrılma çizgisinde olanlar, hangi yöne gitmeleri gerektiğini nereden biliyorlar? Ve nasıl oluyor da ideal bir eğri oluşturan sınır çizgisini hiçbirisi aşmıyor? Tek bir milimetre bile!

Bin tane askere böyle bir egzersiz hareketi yapmaları talimatı verilse, aylarca çalışıp prova yapmaları gerekecektir; yine de hataları olur. (Eğer Çinli değillerse!)

Bu olay yıllarca aklımın bir köşesine takılı kaldı. Tüm balıkların tereddütsüz ve kusursuz olarak itaat ettiği sihirli talimatı kim veriyordu?  Bize görünenin arkasında ne vardı?

Ve bu, aklımdaki sorunun sadece başlangıçtaki haliydi. Kısa sürede gelişip genişledi: Gümüş balıklarının yaşadığı/yarattığı bu olay başka yerde de gerçekleşiyor muydu? Benzer durumlar doğadaki daha üstün yaratıkların da başına geliyor muydu; mesela insanların? Ve gerçekleştikleri zaman acaba moleküller veya asal partiküller gibi çok daha saklı ve özel birimlerde mi gerçekleşiyorlardı?

Yıllarca bu soruların etrafında dolanıp bir cevap aradım. Yol boyunca, birçok bilim insanının da bu fenomeni merak edip varlığına dikkat çekmiş olduğunu anladım. (Başta, “Bütün, parçalar ile iletişim halindedir” veya “Bütün, parçalarının toplamından büyüktür” yorumunu geliştiren psikolojideki Gestahlt okulu olmak üzere.)

İyi de bu olağanüstü durum için önerilebilecek açıklama neydi? Sadece, “Bu oluyor çünkü biz olduğunu söylüyoruz” mu?  Bu, Newton’un yerçekimi kanunu için yaptığı yorumdan da beterdi: “Cisimler aşağıya doğru düşerler çünkü büyülü bir güç yayılıp onları ağırlığı daha fazla olan kütleye doğru çeker…” Ulaştığım nokta, “Einstein olmasaymış, fizik bilimi ejderhalar ile cadılara dair bir peri masalı olurmuş!” demek oldu. Ve kurduğum bu cümle bile aslında meselenin vahametini olduğundan küçük göstermek sayılabilirdi. Benim daha sağlam bir açıklamaya ihtiyacım vardı.

Çok geçmeden, çok önemli fizikçilerin sunduğu, aynı davranış biçiminin bazı cansız varlıklarda da gözlemlenmiş olmasına dayanan, bir dizi yeni ipucuna ulaştım. Kimyasal reaksiyona girmiş olan moleküllerde, doğal mıknatıs moleküllerinde, ışıkta… Örneğin, Nobel ödülü sahibi Ilya Prigogine, kimyasal reaksiyonların tanımlanmış dengeleri bozulduğunda oluşan davranış biçimini incelemişti. Bu aslında, “maddelerin etkileşime girerek yepyeni ve çok güzel bir dünyanın kapısını açtığında oluşan” demekti…

Prigogine şöyle yazmıştı: “Genç bir adam olarak, çalışmamı biraz da mahcup bir biçimde ünlü iş arkadaşlarıma sunduğumda, kafalarını eleştirel bir eda ile sallayıp ‘İyi de denge dışı oluşan düzen ile neden ilgileniyorsun ki!’ dediler. ‘Biraz beklersen, sistem yeniden dengesini bulur ve incelemeni o zaman yapabilirsin’”. Ve devam etmiş Prigogine; “İyi de sadece dengeyi incelerseniz, dünyadaki tüm güzel ve önemli şeyleri kaçırmış olursunuz. Biz insanlar bile doğanın kendisini denge dışı düzenlemesiyle ortaya çıkan bir olgunun sonuçlarıyız. Denge alanında, sistemler kördür. İnsanlar, dengeden çıkar çıkmaz görmeye, üretmeye, seçmeye, kendilerini düzenlemeye ve yaratmaya başlarlar. Yaratım sadece dengeden uzakta gerçekleşir.”

Maddenin kendi farklı durumları arasındaki değişimi konusunda yaptığı çalışmalarla Nobel ödülüne layık görülen ve Cornell üniversitesinde profesör olan fizikçi Kenneth Wilson, yine aynı alandaki çalışmalarıyla “Harvard Centennial” ve “National Medal of Science” madalyaları almış olan Michael Fisher ve Wolf Prize, Boltzmann Medal ve Lars Onsager Prize sahibi fizikçi Leo Kadanoff, maddenin denge dışında olduğu süreçteki davranışları üzerine teoriler geliştirdiler.  Üçü de, birbirlerinden bağımsız olarak, maddenin durum değişimlerine (bir formdan -katı, sıvı, gaz- bir diğerine veya manyetize olmamış halden olmuş hale) eşlik eden fenomeni incelediler.

Durum değişimleri, doğaları gereği, bir bilmece oluştururlar: Değişim gerçekleşirken her molekülün bir seçim şansı vardır. Örneğin, kaynama sırasında her molekül gaz mı yoksa sıvı mı olacağına karar verir. Aynı şey, bir mıknatıs manyetize olduğunda da geçerlidir. Her molekül, ne yönde polarize olacağını seçebilir. Ama ilginç biçimde, bu seçim her zaman moleküllerin hepsinin aynı polarizasyon yönünü seçmesi şeklinde gerçekleşir. Su molekülleri her zaman toplu halde, kaynama prosesinin istatistiki olarak tahmin edilebilir kalacağı şekilde bir seçim yaparlar; tıpkı karıncaların topluluklarına ait iş yükünü hiç şaşmadan doğru paylaşmaları gibi. Benzer bir biçimde, Pazar günleri hava güneşliyse herhangi bir kentteki insanlar arabalarına binip yürüyüş yapmak için şehir dışına giderler ve kavşaktaki trafik polisi, havanın durumuna göre, kentin ana yolundan o gün kaç arabanın geçeceğini oldukça doğru biçimde tahmin edebilir.

Tüm bunları algılayınca anladım ki kafama bunca yıldır takılmış olan olağanüstü olgu genel bir durumdu ve fizik bilimi buna, “yerel olmama durumu” (non-locality) adını vermişti.

Yani gümüş balıklarım kaynayan bir suyun moleküllerinin yaptığının veya biz insanların Pazar günleri tekrarladıklarımızın aynısını yapmışlardı!

Şahit olduğunuz sihirli bir olgunun büyüsünün ortadan kalkması biraz sinir bozucu doğrusu. Ama bu durum aynı zamanda da yepyeni bir bilgi alanına açılan kocaman bir kapı gibi.  İzlemiş olduğum bu sihirli durum ve onun ardındaki büyüyü yıllar sonra nihayet çözmüş olmak beni “Sistemler Teorisi”ni incelemeye yönlendirdi. Her sistemin kendi özerk bölümleri ile iletişim halinde olması, bu teorinin temel kuralıdır. Söz konuşu iletişim, her düzeyde, sistemde mevcut olan hiyerarşik düzen aracılığıyla gerçekleşir.

O halde, bu durum her yerde söz konusu mudur? Her koşulda geçerli olur mu? Hayır… Sadece sistemlerde gerçekleşir; bir sistem halinde yaşamayan sıradan topluluk veya gruplarda oluşması söz konusu değildir.

Peki, bunca inceleyip araştırdıktan sonra, iletişimin gerçekleşmesini sağlayan mekanizmayı çözebildik mi?

Hayır! Ama onu etrafımızda her yerde gerçekleştiğini görebiliyoruz.

Savaşların veya doğal afetlerin hemen sonrasında yeni doğan erkek bebeklerin kız bebeklere oranının kendiliğinden, nüfusun erkek/kadın oranı belirli sınırlar içerisinde kalacak şekilde, değişmesinde görüyoruz.

Herhangi bir konuda korku duyduğumuz zaman bize kendi köşemizde oturmamızı söyleyen içgüdüde ve ikna edici bir içses boğulmakta olan küçük bir kızı kurtarmak için buz gibi bir suya atlamamızı sağladığında görüyoruz.

Veya bir silah kapıp savaş alanına koştuğumuzda.

Ya da çocuğumuz ile ona yöneltilmiş bir tabancanın arasına girip durduğumuzda …

Sizi gümüş balıklarımın öyküsüyle yeterince meşgul ettim. Eğer bu öyküden bir şeyler hatırlamak isterseniz, şunu düşünün: Bizler genlerimizin arzularına hizmet etmek için yaratılmışız. “Alttan” gelen komutlara ilaveten, “üstten” de komutlar alırız. Aile, doğduğumuz coğrafya, din, iş hayatımızda mevcut olan kümeler, insani çalışmalar yapan kuruluşlar… Hepsi bize böyle bazı mesajlar yollayıp dururlar; aynı anda, aynı konuda ve genellikle birbirleriyle çelişen anlamlarda.

Doğa bilimci, biyolog, yazar Edward Osborn Wilson küçük bir kızı kurtarmak için buzlu sulara atlayan adamın davranışını, el tipi bir bilgisayar yardımı ile matematiksel olarak yorumladı. “Fedakarlığı” açıkladı. Sonuçta ulaştığı noktada oluşturduğu yoruma, “Akraba Genlerin Yayılımı Teorisi” adı verildi. Bu gelişme, bir yandan “Sosyobiyloji” olarak adlandırılan yeni bir bilim dalı oluştururken bir yandan da irademizin özgürlüğü konusuna kocaman bir soru işareti ekledi. Sözün özü şuydu:

Elbette, ne yaşamayı seçersek onu yaşayacağız. Ama kavşaktaki trafik polisi bugün tam olarak kaç adet arabanın ana caddeden geçeceğini hep bilecek. Bunun üzerinde biraz düşünün, olmaz mı?

Andonis Panayotopoulos

 

Yukarı