Sonbahara yaklaştığımız bu günlerde, mevsim koşullarından bağımsız olarak canlılığını ve güzelliğini sürdüren bir çiçek var: Sardunya. Ben yıllardır yaza girmeden, nisan sonu ile mayıs ortası arasında çatı bahçeme koyu kırmızı sardunyalar ekmeyi alışkanlık haline getirdim. Sardunyaların koyu kırmızı olanlarını tercih etme nedenim ise en çok bu rengin onlara yakıştığını düşünmem ve çocukluğumda annemin kapalı balkonunda yetiştirdiği ve çoğalttığı kırmızı sardunyaların zihnime yerleşmiş anı fotoğrafları. Yaşlandığında bile her sabah o balkonunda sardunyalarına bakar, onlarla konuşur ve onları üretmek için çabalardı. Şimdi yazarken içim sızlasa da bu anılar bana ondan kalan önemli bir mirastır.
Ege kıyılarındaki evlerde, pencere önlerinde, teneke kutular içinde neredeyse küçük bir ağaç boyutundaki sardunyalar büyüleyicidir. Yapraklarının üzerinde hoş kokulu incecik tüyler vardır ve özellikle yapraklarına hafifçe dokunduğumda ortaya çıkan kekremsi hoş kokuları içime neşe saçar; susuzluğa olan dayanıklılıkları da bana hayata bağlılıklarını ve yaşama dirençlerini anlatır. Kolay çoğalmaları, küçücük bir dallarının toprağa gömüldüğünde koca bir saksıya dönüşmesi ise paylaşmayı sevdikleri ve sevildikçe çoğaldıkları, coştukları duygusunu yaşatır.
Sardunyanın, büyük bir kısmının ana yurdu Güney Amerika olan birçok çeşidi vardır. Ben sadece üç çeşidini biliyorum. Biri klasik yağ tenekelerinde ürettiğimiz kırmızısı, pembesi ve beyazı olan bahçe ve balkonlarımızın vaz geçilmezi sardunyalar. Diğeri mercan gözlü sardunyalar, çiçekleri iki rengin karışımından oluşup yaprakları diğer türlerine göre daha serttir. Bunlarda favori rengim eflatun-mordur. Üçüncüsü ise sakız sardunyalardır. Onların bordoya çalan kırmızı renklileri, derin Menemen saksılarında hızla üremeleri ve aşağı doğru sarkmaları, kırılgan ama yine de güçlü duruşları inanılmazdır.
Bu güzelim çiçeğin sanat dünyasındaki yerine gelince, “Canım Sardunya Kokulum” adlı kısa öyküsünde Rukiye Özdemir sardunyanın kuruması, evdeki sardunya kokusu ve kedilerin olmayışı aracılığıyla yalnızlık duygusunun hüznünü çok güzel betimlemiştir. Selahattin Yolgiden ise “Sardunya” adlı şiirinde, “Sardunyalar hüzünle büyür derdin ya annem / Bundan mı hiç solmuyor çiçekleri?” diye sorar.
Görsel sanatlarda sardunyaları en güzel Paul Cézanne resmetmiş ve “Sardunyalar ve Meyveler” tablosundaki hüzünlü ve naif, beyaz ve pembe karışımı hafif boynu bükük sardunya, çevresindeki meyvelerle sanki canlanmıştır. Son yıllarda sosyal medyada keşfettiğim adaşım Füsun Ürkün’ün, sardunyaları tığ işi nostaljik perdeler ve kedilerle birlikte resmedişi bende yaşamaya, geçmişe, yaza girişe, romantizme ve pencere önlerine dair hoş duygular yaşatır. Sinemada, Yavuz Turgul’un “Muhsin Bey” filminde Şener Şen’in sardunyaları ile konuşması ve onları sulaması ile ilgili sahneler, onun duygularını yansıtması ve dünyaya bakışının özetini sunması nedeniyle beni çok etkilemiştir.
Müziğe gelince, Ezginin Günlüğü topluluğunun 1993 yılında yayınladığı “İstavrit” albümündeki “Sardunya” isimli şarkılarında doğa ile sardunya arasındaki uyum ve ilişkiyi dinlerken hep büyük bir coşku hissetmişimdir. Sanırım bunda müziğin sözleri kadar bestesinin de katkısı vardır. Sezen Aksu’nun 1995 yılında söylediği “Son Sardunyalar” parçası ise yazlık sinemaları, kapı önü sohbetlerini, ilk sevdaları ve sardunyaları anlattığı için bana yıllarca yaz tatillerini geçirdiğim Cunda Adası’nın teneke kutulardaki sardunyalarını ve akşamüstü kapı önlerinde sohbet ederken dantel işleyen orta yaşlı göçmen kadınların naif ve hüzünlü hallerini hatırlatır.
Çocukluğumun kıymetli çiçekleri arasında olan sardunyalarla ilişkimin hala devam ediyor olması benim bazı değerlere olan bağlılığımı kuvvetlendiriyor. Köklerimiz sadece nereden geldiğimizle ilgili değildir. Bana göre bize çağrıştırdıkları da önemlidir. Çünkü imgelerle renkler, şarkılar ve kokular birleşince, sardunyada olduğu gibi, pek çok anıyı bize çağrıştırır ve kişisel tarihimize ve ruhsallığımıza katkıda bulunur.
Füsun Aygölü