Doğru tahmin ediyorsam, insanlar zamanla, gereksinme duydukça, karışıklıkları engellemek amacıyla, duyularımızla algılayabildiğimiz nesneler için ölçme birimleri oluşturmuşlardır, böylece her şey ölçülmüş, biçilmiş, tartılmıştır. İş, duyularımızla algılayamadıklarımıza, soyut olanlara gelince, onların ölçülebilmesi için, sanırım, sezgiler devreye girmiş olmalı… Pekâlâ, doğru sonuçlar elde edilebilmiş midir? Hiç ummam.
Hayalleri düşünelim mesela… Nasıl ölçülür onlar, hayalmetre ile mi? Nedense kendimi çocukluğumdan beri, hep frenlemeye çabalamışımdır, korkmuşumdur, büyük hayaller kurmaktan. O küçük yaşlarda bile ürkek olduğumu düşünüyorum. Neden acaba? Yaşım ne, başım ne; ben kimim, ürkek olmak kim? Belki de çevremdeki büyüklerin konuşurlarken, hayallerinin peşinde koşarken, tökezlenip yıkılmış birinden söz ettiğini duymuş olmalıyım. Yoksa neden adımlarımı bu kadar dikkatli atmaya uğraşayım, hele de çocukken, hele de ilk gençlik yıllarımda…
Bana göre, uzun metrajlı hayallerin, altından kalkılması olanaksız, ağır tonajlı düş kırıklıkları olur. Bu ürküntü, bugüne kadar hep benimle birlikte, attığım her adımda yanı başımda olmuştur. Doğru yaptığımı savunmuyorum ama ne yazık ki öyle!
Bir de itiraf etmesi hiç kolay değil ama utanırım da… Hatta dua ederken, her insan gibi yaşamımı kolaylaştıracak bir şeyler dilerken, gerçekleşmesini istediğim hayalleri sıralarken, “acaba çok şey mi istedim, aç gözlülük mü yapmış oldum” diye kendimle karşı karşıya gelir, pişmanlıklara kapılırım.
Oysa ki, kişisel gelişimciler, bize hep yükseklerden uçmamızı önerirler, benim yaptığımın tam tersini söylerler. “Hayallerini büyük tut!” derler ama söz konusu insanın çocuğu, çocukları oldu mu, bu kez, en ürkek anne baba bile, kendini sınırlamaz. Alır rüzgârı arkasına, şişirir yelkenlerini, hayal teknesinin burnunu açık denizlere çevirir, salıverir gidebildiği kadar gitsin diye!
***
Victoria ile Yuri aynı semtte büyümüş, aynı okullara gitmişlerdi. Ailesi Kiev’e gelip yerleştiğinde, Yuri henüz on dört yaşındaydı. Lise ve ardından üniversite yılları… Birbirlerini çok seviyorlardı. Yuri, Victoria’nın her halini seviyordu ama gülmesine bir başka bayılıyordu. Çünkü o zaman çekik gözleri daha da kısılıyor, minik burnu kayboluyor, geriye yalnız yanaklarındaki çiller kalıyordu. Kıza sorulacak olursa, boylu boslu, yakışıklı, sporcu ve hepsinden öte güzel yürekli genç için neler hissettiğini anlatmaya bir kalksa, bitiremezdi. Yuri onun her şeyiydi… Evlendiler.
Doktor, bir kızları olacağını söylediğinde çok sevindiler. Kızı mutlaka Victoria’ya benzemeliydi, öyle istiyordu baba adayı. Sonra saldılar hayal teknelerini denize, bıraktılar kendi haline, gidebildiği kadar gitsin, diye… Anne baba olacaklardı, söz konusu olan çocuklarıydı, adını bile koymuşlardı Olga, insanlar çocuklarıyla ilgili sınır tanımayan güzel hayaller kurarlar; onlar da öyle yapıyorlardı. Birden düşlerinin ortasına bir bomba düştü, duymazdan geldikleri savaş patlayıverdi! Bu durumda yapılması gereken tek şey dağılmamaktı, birbirlerine tutunmaktı, çünkü artık bir sorumlulukları vardı, onlar da öyle yaptılar. Ama nereye kadar.
Yuri’yi cepheye götürecek trenin kalkacağı istasyona, ikisi yine çocukluk yıllarında olduğu gibi, el ele geldiler. Adamın üzerindeki üniformayı ve kadının doğumunun yakın olduğunu görmezden geliyorlar, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorlardı fakat oyunu, öyle kötü oynuyorlardı ki… Başladıkları cümleler hep yarım kalıyordu. Tren kalkarken Victoria son kez Yuri’ye sarıldı, gülümsemeye çalışan gözlerinden çillerinin üstüne düşen damlayı, elinin tersiyle sildi; karnını göstererek, “Bize döneceğine söz ver” dedi, “unutma burada bekleyenlerin var”
“Söz!” dedi adam, “bekleyin beni, geleceğim”
İstasyonda bekleyen gözleri nemli tüm insanlar el sallayarak, kalkan treni uğurladılar. Uzaklaşmasını beklediler. Artık ağlamak serbestti…
Yuri’ye kalsa, verdiği sözü tutardı da tutamadı. Karşı taraf asker yüklü bir trenin yerine ulaşmasına izin verir miydi? Vermedi. Geride ne ne genç baba adayı kaldı, ne hayalleri…
Doğum sancıları tutan, hastaneye yetiştirilen anneye bu haber özellikle verilmemişti. Dışarıda buram buram kar yağıyordu, hastane yeterince sıcak değildi, iyi ısıtılamamıştı. Yine de ter içinde kalmış olan Victoria, kucağına verilen Olga’ya sarıldı, kokladı, kulağına ilk ve son kez, kimsenin duymadığı bir şeyler fısıldadı. Kim bilir, belki de, “sakın korkma, hepsi bitecek, yalnız değiliz, baban gelip bizi bulacak” dedi… Olga’yı bebek odasında, on altı numaralı bebek karyolasına yatırdılar. Kayıt işlemleri tamamlanmadığı için o henüz on altı numaralı yataktaki bebekti, adı yoktu.
Bütün ajanslar, bir doğum hastanesinin bombalandığı haberini veriyorlardı. Görüntüler, çok can acıtıcıydı, yürek dayanmazdı. Üzerinden bir hafta, on gün kadar geçmişti. Bu kez ekranlarda, gazete sayfalarında Polonya’da bir hastane odası yer aldı. Odada, yan yana bir sürü bebek karyolası ve karyolalarda savaşta annesini babasını kaybetmiş, kurtarılmış bebekler görünüyordu. Şu anda bulundukları yerde bekletiliyorlardı. Ukrayna’dan kimlikleriyle ilgili belgeler geldiğinde, Londra’ya yollanacaklardı; tıpkı kargoyla gelen bir paket gibi… O yolla gelen bir paketi aldığımızda, ürün ile birlikte, yanında ürünün ne olduğunu belirtir bir belge de olmaz mıdır? Bu kez de bebeklerle ilgili sağlanabilen belgeler, onları bekleyenlere iletilecekti! Polonya’daki yetkililer, o belgeleri tamamlar tamamlamaz, ellerindeki küçük canlı paketleri, onları merakla bekleyen, anne baba adaylarına yollayacaklardı.
Bekleyenlerin ne tür duygular içinde olduklarını kim bilebilir? “Bir çocuğumuz olacak” diye seviniyorlar mıydı, daha şimdiden hayaller kurmaya başlamışlar mıydı? Palamarlar çözülmüş, yelkenliler hayal denizlerine salınmış mıydı? Gün gelip hayaller gerçekleşebilecek miydi? Bütün bu soruların yanıtlarını kim bilebilir? Belki ilerde zaman…
***
Elbette Victoria’yı, elbette Yuri’yi, elbette minik Olga’yı tanımıyorum, bilmiyorum fakat bombalanan doğum hastanesini, Polonya’da, Londra’ya sevk edilmek üzere bekletilen bebeklerin fotoğraflarını gördüm. Benim gördüğüm gibi, dünyadaki herkes de gördü. Gerisini tahmin etmek o kadar zor mu?
İşte tam bunları yazarken, kızım yanıma geldi, ileride her şey değişirse, kızıyla, kendisiyle ilgili hayallerinden söz etti. “İnşallah” dedim, gerçekleşmesini diledim. Her zamanki korumacı halimle, düş kırıklığına uğramasın endişesiyle, yeterince güçlü söylememiş olmalıyım. Yetmedi, “yine de fazla hayale kapılma” diye ekledim. Bu kez sabrı taştı:
“Lütfen yine gamlı baykuşluk yapma anne!” diye beni uyardı, geçmişten örnekler verdi. Hiç sesimi çıkarmadım, haklısın da demedim, haksızsın da… Dilerim o haklı çıkar.
Ayla Özberk