Ya ocağın sonu, ya şubatın ilk günleriydi, tam kestiremiyorum. Herkes havaların ılık ve kurak geçmesinden yakınıyordu. “Böyle kış mı olur, sebze, meyve bulamayacağız, bu yaz susuzluk çekeceğiz, ekilenler kar altında uyuyamayacak” diye sızlanıyorduk. İşte o sabahlardan biriydi.
Genellikle, bizim evin en erken kalkanı olarak, çay suyunu kaynatmak üzere çaydanlığı ocağa ben koyarım. Bu sabah da mutfağa girmemle yüzümün gülmesi bir oldu: O sesi duydum, yine çağırıyor, “Üsküdar’a gidelim” diyordu. Küçüktüm, ilk duyduğumda anneme sormuş, “Ne diyor” demiştim. Annem, “Erkek kumru, dişisine, Üsküdar’a gidelim, diyor,” demişti. Doğrusu çok merak etmiştim, ne vardı acaba Üsküdar’da? O arada annem, benim pamuk annem, yumuşacık, tatlı sesiyle, kumruların çıkardığı o inişli çıkışlı sesi, öyle güzel taklit etmişti ki! Heceler yerli yerine oturmuştu, melodi de onlarınkinin aynı olunca, çocuk aklınla, gel de kumruların “Üsküdar’a gidelim” dediğine inanma! Yıllar geçti, ben büyüdüm, bunun hoş bir şaka olduğunu öğrendikten sonra bile, o kadar sevmiştim ki, bana göre, bahar geldi mi, erkek kumru, dişisine hep Üsküdar’a gitmek için “çıkma teklifi” yapar dururdu…
Hava, bahar ılıklığında olunca, bizim bakımsız bahçedeki zavallı karayemişle, sıska defnenin de kafaları karışmış olmalı, bahara giriyoruz sanıp çiçeğe durmadılar mı? Ya ortanca, ön bahçenin bir yarısını kaplayan görkemli ortanca, tam anlamıyla şaşırmış durumda. Dallarında bir yandan geçtiğimiz yazın yaprakları dururken, bir yandan da gelecek yaz için hazırlanmakta. Ablalarının, abilerinin yanında bir sürü körpe yeşil, yeni yetme küçük yapraklar… Sonrasında bu karmaşayı nasıl çözecekler, artık o kadarını bilmiyorum. Onların hayatı, onların kararı… diye başlamıştım bu ayın yazısına. Ardından, bir takım nedenlerden birkaç gün yazamadım. Şubatın beşiydi, akşam yatarken, “yarın yazımı tamamlarım inşallah” diye karar vermiştim.
Sabah beşti, uyandım, henüz ayaklanıp kalkmayacaktım ama yine de, ülkede, dünyada neler oluyor, diye televizyonu açıp haberlere şöyle bir bakmak istedim Bakmamla, kuşlu, çiçekli dünyamdan derin bir kederin içine savruluverdim. Yarabbi neler olmuştu! Olmaması gerekenler… Neden savrulduğumu biliyordum çünkü ben olanları iyi tanıyordum, çok yakından, depremin ta içinden, 99 depreminden. Depremin merkezine 10-15 kilometre mesafedeki evimiz yıkılmamıştı ama bizim küçük sokağımıza, ağır hasar görmüş iki binanın arasından giriyorduk. Solumuzdan Yalova’ya kadar uzanan o cicili bicili siteler yerle bir olmuştu. Oysaki daha evvelki gün, eşimle birlikte, reklamlarla parlatılan o havuzlu siteleri görmeye gitmiştik. Eşim, hafif tertip bir yoklama yapmış, “Ne dersin,” demiş, bir site hayatının getireceği rahatlıktan söz etmiş, “evimizi satıp böyle bir yer mi alsak?” diye, sormuştu. Sonra da eksikleriyle de olsa, evimizi ve komşularımızı çok sevdiğimizi düşünüp konuyu kapatmıştık.
6 Şubat sabahı, depremin üzerinden henüz bir saat geçmiş, televizyonlar, kayıp ve hasar listelerini vermeğe başlamışlardı. 99 da, bizler, “deprem acemisi” olarak, Karamürsel’de küçük 2252. Sokak halkı, sokakta, kapının önünde, komşulardan birinin bulup buluşturduğu bir radyonun etrafında toplanıp ilk haberleri dinlerken, “Aaa, ne kadar şiddetle sarsıldık, oysa şükürler olsun, hasar, o sarsılmaya göre değilmiş” demiştik! Hatta sokak halkı arasında yaşanılanın ne olduğunu hala anlayamamış olanlar vardı. Gerçi biz de onlardan pek farklı değildik… Dedim ya! Hepimiz, deprem acemisiydik! Eşim ve 8-10 yaşlarındaki iki torunumla, karanlıkta elimize ne geldiyse, ne bulabildikse birbirimize giydirmiş, dışarı fırlamıştık. O kadar korkuyordum ki, dördümüz el ele, birbirimizin ellerini bırakmadan duralım, istiyordum. Bırakırsak, dağılıvereceğimizi sanıyordum… O gün biz dışardaydık, sapasağlamdık! Ya bu depremde o dev gibi binaların yıkıntıların arasında kalan insanlar… Sağ mıydılar, sağlam mıydılar? Aynı mekânlarda, farklı odalarda uyuyan aile bireylerinin bile birbirlerinden haberleri yoktu, olamazdı da.
Denir ya, “bir musibet, bin nasihatten iyidir” diye… 99 depremi, az buz ceza mıydı, yeterli ders değil miydi felaketin bu boyutlarda olmasına neden olanlara? Tüm Körfez çevresi yıkılırken, Tavşancıl’ın dimdik ayakta kalmasından hiç kimse, bugün o yıkılan binaları yapan, ya da yapılmasına göz yumanlar olarak, bir pay çıkartmamış mıydı kendi vicdanına? Niçin bu kez de Erzin’de tek bir bina yıkılmamış, kimsenin canı yanmamıştı? Bir deprem ülkesi olarak Türkiye, artık gerekli dersleri almış mıydı acaba? Aklımdan geçenleri yakınlarımla bile paylaşmak istemiyorum.
Şair, “Geç fark ettim taşın sert olduğunu” der, ben de onun gibi, bazen empati kurmanın bu kadar acı verici olduğunu düşünemezdim. Ben, sabah kalktığımda, uyku mahmuru, etrafımdakilere “günaydın” derken, o insanlar, yeni günün doğuşunu göremeyecek, evin annesinin kızarttığı ekmeğin mis gibi kokusu odalara dolmayacak, çaydanlıktan neşeli fokurtular gelmeyecek. Akşamdan tartışıp dargın yatanlar, sabahleyin sarılıp öpüşüp barışamayacaklar, çok sevdiklerinin onlara seslenen seslerini bir daha duymayacaklar, sevgiye, duyguya, umuda, hayata, yaşamaya dair ne varsa, onlar için bitmiş olacak, diye diye dolaşıyorum evin içinde… Bir yandan da kendi kendime pekiştiriyorum: “Geç kalmamak lazım” diyorum. Elimizdeki tek zaman, şimdi, şu an! Gerisi için kimseye, belli bir süreyle, alırken ödediğin paraya göre, üç yıl, beş yıl, yedi yıl için garanti belgesi verilmiyor. Yok öyle bir şey! Kalbi kırılmış bir haldeyken, bir anda tükenen ömürleri, yeniden geri getirebilecek tamir elemanları yok!
Düşününce, bu olanlarda, yaşananlarda, bir suçum, bir kabahatim yokken, yine de içtiğim bir fincan çaydan, bir kâse çorbadan, hatta sudan bile, evimin sıcak olmasından bile utanıyorum. Ya suçu, ihmali olanlar, kaybedilen canların bu kadar çok olmasına neden olanlar, neler hissediyorlardır, bir türlü bilemiyorum.
Dedim ya, bir savruldum, bir türlü yerime gelemiyorum.
Ayla Özberk