Şemsiye ile ilgili çağrışımlarım beni beş altı yaşlarıma götürüyor. Harbiye ile Pangaltı arasında şemsiyeci dükkanları, annemin bana aldığı kırmızı küçük şemsiyemle uyumlu siyah ponponlu Lion modeli kırmızı mantom ve beremden duyduğum hoşnutluk, kulağımda ise “Tin tin tini mini hanım” nağmeleri… Şemsiyem ile mantom kırmızıydı ama bordo ile pembe arası bir tatlı kırmızıydı. Sonraki tüm gençlik yıllarımda, neredeyse kırklı yaşlarımın sonlarına kadar hep kırmızı renge karşı olmuşum, sanki çocukluğumun bu uyumlu şemsiye ve manto beraberliğinin büyüsü bozulacakmış gibi. Şemsiyemi kullanabilmek için hemen hergün yağmur yağmasını beklerdim. Sonraki yıllarda bu gerekli aksesuarın yanına eldiven ve bereler eklenmişti. Yağmurlu havalarda eve döndüğümüzde şemsiyemi girişte açıp annemin benimkinin iki katı olan şemsiyesinin yanına koymak sanki büyümüşüm de, artık genç kız olmuşum duygusunu yaşatırdı. Hele kurumaya bırakılan açık şemsiyenin altına, korunma içgüdüsüyle kedimin sessizce yerleşip uyuyuvermesi ise evdeki huzurlu ve güvenli atmosferi duyumsatırdı. Zaten bizler de yağmurdan korunmak için şemsiyelerimizi açıp altında dolaşmıyor muyuz? Yağmur hızlı yağdığında damlaların şemsiye üzerine düşerken çıkardığı pıtırtıların adımlarımızla uyumlu bir tempo oluşturması ise bana ayrı bir zevk verir. Ellili, altmışlı yıllardan kalma, anneme ve kayınvalideme ait taşlı veya deri saplı şemsiyeleri değerli eşyalarım arasında saklarım.
Şemsiye kelimesinin kökeni Arapça, şems yani güneş, şemsiye ise güneşlik anlamında. Fransızca’da “parapluie” yağmurluk anlamında, İngilizce’de ise “umbrella”, “umbra” yani gölge kaynaklı olup “umbrella” gölgelik anlamındadır. Yağmurun bol, güneşin az görüldüğü İngiltere’de “umbrella” denmesi bana hep ilginç gelmiştir.
Şemsiye antik Mısır’da güneşten korunma amacıyla kullanılmaya başlanmış, sonrasında ise Roma’ya ve oradan Avrupa’ya yayılmıştır. 1500 – 1700 yılları arasında ise Avrupa’da kadınlar arasında aksesuar olarak moda olmuştur. Günümüzde hem erkek hem de kadınlar için yağmurdan korunma amacı ile kullanılan şemsiyeler o zamanlar sadece kadınları güneşten koruyan bir aksesuarmış. Şimdilerde şemsiyeleri özellikle uzak doğulular, Japonya gibi ülkelerden gelen turistler hâlâ güneşten korunma amacıyla da kullanmaktalar.
Çağrışımlarımda şemsiye, gördüğüm filmlerin mi yoksa empresyonist ressamların tablolarının etkisinden midir bilemiyorum ama bana “Belle Epoque”u (1871-1914) yani “Güzel Dönem”i ve Fransa’yı hatırlatır. Fransa- Prusya savaşı ile Birinci Dünya Savaşı arasındaki bu dönem Avrupa’nın büyük bir kısmı için barış ve refahın olduğu, bilim ve sanatın geliştiği, en önemlisi de iyimserliğin olduğu bir dönemdir. Özellikle Toulouse-Lautrec, Renoir, Monet sonraları Macke gibi ressamların tablolarında gördüğümüz kenarları dantelalı, açık bej rengi şık şemsiyeler beni hep cezbetmiştir.
Claude Monet’nin 1873’de Argenteuil’e yerleştikten sonra yaptığı “Gelincikler” adlı tablosunda resmettiği, gelincikler arasında gezen şemsiyeli kadın ile çocuğu bana baharı anımsatsa da, sanki anneyle çocuk doğada kaybolmuşlar gibi bir duyguya da kapılıp hüzünlenirim. Oysa anne ve çocuk büyük olasılıkla ressamın eşi Camille ve oğlu Jean’dır.
Yine Monet’nin 1886’da yaptığı, Orsay Müzesi’nda sergilenen, en ünlü eserleri arasındaki “Şemsiyeli Kadın” tablosunda ressamın ikinci eşinin kızı bir tepenin üzerinde yeşil bir şemsiyeyle görülmektedir. Tablonun kadının yüzünün sağa ve sola dönük hallerini gösteren iki versiyonu vardır.
Gerçeküstücü Belçika’lı ressam René Magritte 1958 yılında yaptığı “Les vacances de Hegel” isimli tablosunda şemsiyeyi üzerinde su dolu bir bardak ile resmetmiştir. Magritte, “Hegel’in bu tabloyu çok beğeneceğini düşünüyorum çünkü iki zıt işlevi bir arada barındırıyor (şemsiyenin suyu itmesi, üzerindeki bardağın ise suyu kapsaması diyalektiği çağrıştırıyor). Bu tablonun Hegel’i tatildeymiş gibi eğlendirebileceğini düşünerek adını “Hegel Tatilde” koydum” demiştir.
George Brassens “Le parapluie” adlı şarkısında “Yolda şiddetli sağanak yağıyordu/ O şemsiyesiz yürüyordu/ Bende ise kuşkusuz o sabah bir dosttan yürüttüğüm bir şemsiye vardı / Yardıma koşup ıslak yüzünü kuruturken ona bir sığınak önerdim / Tatlı bir sesle bana evet dedi” sözleriyle şemsiyeyi karşı cinsle yakınlaşma unsuru olarak kullanır.
Sinemada şemsiye denince aklıma hemen, beni gençliğimde çok etkileyen Jacques Demy’nin 1968’de yönettiği “Les parapluies de Cherbourg”, “Cherbourg Şemsiyeleri” müzikal filmi gelir. Bol yağmur alan, Fransa’nın en kuzeyindeki bu şehirde, pembe bir şemsiyeci dükkanında, rengârenk şemsiyeler arasında geçen, başrollerinde Catherine Deneuve ve Nino Castelnuovo’nun oynadığı, Michel Legrand’ın müziklerini yaptığı romantik ve hüzünlü bu film çok etkileyicidir. Jacques Tati’nin 1958’de yönettiği “Mon Oncle” (Amcam) filminde Mösyö Hulot’nun ilginç ve krizlerde işe yarayan baston şemsiyesi ve onunla ilginç yürüme biçimi de unutulmazdır. Kız kardeşinin, bahçesinde verdiği partide kaza sonucu çimlerin arasında patlayan borudan fışkıran suyu, deliği şemsiyesi ile tıkayarak kesmesi çok güldüğüm sahnelerdendir. Gene Kelly’nin, 1952 yapımı, kendi yönettiği “Singing in the Rain” filminde şemsiyesi ile yağmur altında şarkı söyleyerek dans edişi sinemanın klasik sahneleri arasındadır. Yine ellili yıllarda Robert Stevenson’ın yönettiği, Julie Andrews’un başrolünü oynadığı “Mary Poppins” adlı çocuk filminde Mary Poppins’in sihirli şemsiyesi de anılarımızda capcanlıdır. 1970’lerde İngiliz televizyon dizisi “Mr. Steed and Mrs. Peel”, (Tatlı Sert), Mr.Steed’in pek çok iş gören maharetli şemsiyesi ile unutulmazlar arasındadır. Son zamanlarda BBC’de seyrettiğim 1960’ların İngiltere’sinde geçen “Father Brown”, (Rahip Brown) dizisinde dedektifliğe soyunan rahip Brown’ın “alâmeti fârika”larından olan şapkası, bisikleti ve baston şemsiyesi oldukça etkileyicidir.
Şemsiyelerle ilgili pek çok şiir yazılmıştır. Şemsiyeler, Turgut Uyar, Edip Cansever, Gülten Akın, Atilla İlhan ve daha pek çok şaire ilham kaynağı olmuştur. Ahmet Telli “İzletiyor seni bu yağmurlar ” isimli şiirinde “Burada yağmur yağıyor/ Aralıksız yağıyor günlerdir/ Ama sen yine de şemsiyeni/ Almadan gel ilk otobüsle” dizeleriyle sevgiliye erişme, ulaşma isteğini şemsiye üzerinden anlatmaktadır. Ahmet Erhan ise “Hayır, hayır, hayır, hayır” adlı şiirinde “Ne yapsam yağmurdan kaçırılmış bir şemsiye kadar saçma kalıyorum şu dünyada” der.
Bir zamanlar André Gide, “şemsiyelerini bırakmamak için ne çok insan ölüyor” demiş, oysa şimdilerde özellikle gençler ne yazık ki adeta vücutlarının bir uzvu gibi duyumsadıkları akıllı telefonları için aynı duruma düşmekteler.
Şemsiyeler günümüzde bir aksesuardan çok bir ihtiyaç nesnesi. Estetiği veya sağlamlığı göz ardı edilerek yağmur yağdığı anda ana caddelerde beliren şemsiyecilerden veya marketlerden alınan plastik saplı ucuz şemsiyeler bir kaç kullanımdan sonra ya sökülmekte ya da sapları erimekte. Ne klasik şemsiyelerin zerafeti, ne yağmurda onları taşımanın romantik havası kaldı. Her şey gibi bu nesneler de son yıllarda hızlanan yaşamdan paylarını aldılar ve diğer birçok nesne gibi tüketim toplumunun “al, kullan, at ve yenisini al” ilkesine bağlandılar. Şemsiye bozuldu mu, tıpkı kaçan çoraplarımızı çektirdiğimiz veya yırtılan hırkamızı ördürdüğümüz gibi onun da kırılan tellerini veya sapını tamir ettirmeye götürdüğümüz Pangaltı’daki Bursa Pazarı’nın içindeki tamirciler giderek anılarımızda mı kalacak? Yoksa ekonomik krizin getireceği koşullarda tamir ettirmeye ve nesnelerin anılarımızdaki gibi değerlerini bilmeye mi çalışacağız? Bunu zaman gösterecek. Benim gibi orta yaş üstündeki insanların özlemle aradığı tamircilerimiz belki de çoğalacaklar. Aslında geçmişe duyulan özlemin dışında önem verdiğimiz nesneler bozulunca atmak yerine tamir ettirip kullanmayı sürdürmek nesneyle olan bağımızı da güçlendirmekte.
Füsun Aygölü