Görüntülenme Sayısı: 43
Mırıldanmayı severim, ne türde olursa olsun… Böyle demek pek doğru olmadı galiba. Aslında seçerim, o andaki ruh halime en yakın olanları, tür olarak da melodi olarak da… Bu kadar açıldıktan, bu kadar itiraftan sonra, bazen beni ağlatacak şarkıyı, özellikle seçtiğimi de saklamanın bir anlamı yok. Gerçekte sesim yıllardır kısık, istediğim şarkıyı, istediğim gibi söylemem mümkün değil. Başladığımı iyi kötü bitirebilirsem ne âlâ… Eğer elimde hep olduğu gibi bir fincan açık çayım varsa, o zaman işim daha kolay oluyor. Her yudumda, hem mola veriyorum hem de şarkının geri kalanını söyleyebilecek hale geliyorum. O zaman insana, “madem bu kadar zorlanıyorsun, söyleme a hanım” demezler mi? İşte bu olmaz, nefes alıp verebiliyorsak, bunu yaparken bir ses çıkartabiliyorsak, varsın rahatlayalım. Birine söyleyip onu dinlemek zorunda bırakmak şart değil ki!
Pek daralan birine, “ağla ağla, içinin zehri aksın” derler. Bir ezgi mırıldanmak da öyle değil mi? O anda sevincimizi, düş kırıklığımızı, hasretimizi, söylemiyor muyuz? Ya aşk ateşiyle yananların şarkıları! Yürekten çıktığına göre, alev kırmızısıdır her halde, değdiği yeri yakar mutlaka!
Yıllar geçer, insan daha kırılgan, daha alıngan olur; bütün çevresinin adeta elbirliği etmişçesine onu anlamamakta direndiğini düşünür. O kişi eğer benim gibiyse, bir köşeye çekilir, ona eski günleri hatırlatan ne varsa, bir bir aklından geçirir, derken en kırık sesiyle mırıldanmaya başlar: Mesela “Günden güne efsun oluyor kahr ü azabım” diye hem söyler, hem de gözlerinden yanaklarına iki damla yaşın süzülmesini engelleyemez. Şarkısını sürdürürken, içine düştüğü melodramdan öylesine hoşnuttur ki, daha söylediği bitmeden, bu havayı sürdürebilmek için, şimdi bunun arkasından, en az bu kadar karamsar ne söylesem, diye düşünür.
Allahtan bu hal kalıcı değildir. Yaşamımızda sevinç ve keder hep iç içedir; daha doğru bir deyişle öyle olmak zorundadır, sanırım.
Bugün yok ama bir zamanların İstanbul’unda operetlere gidilirmiş. Annem babam da giderlermiş herhalde. Hangilerinden olduğunu bilmiyorum ama kaç kez, onların operetlerden melodilerle karşılıklı atıştıklarını hatırlarım. Farklı akımlar, farklı modalar, beğeniler, bakış açıları, o yıllarda toplumda etkili olmaya başlamıştır. Cemal Reşit Rey ve Ekrem Reşit Rey’in operetlerinden şarkılar dillerdedir. Onlardan birinde, Fatih’te, Saraçhanebaşı’nda ya da Sultanahmet’teki bir konak yerine, “Şişli’de bir apartmanın yoksa eğer, halin yaman” der, Lüküs Hayat’ta… Üzeri işlemeli yastıklar dizili sedirlerin yerine, bu apartman dairesi, kübik mobilyalarla döşelidir, duvarlarda hatlar, hilyeler yerine yağlı boya tablolar vardır.
Ya daha eski kantolar… Direklerarası’nı kırıp geçiren, oradan İstanbul’un cumbalı evlerine yayılan kantolar… O kantolar ki, günümüzden otuz kırk yıl önce birisinin tam kapatamadığı bir çekmeceden dışarı kaçıvermişler, yalnızca müzikhollerde değil, her evin olmazsa olmazı olan televizyonlarda yeniden yaşamaya başlamışlardı. Öylesine popüler hale gelmişlerdi ki, kişiler dünya görüşlerini, tercihlerini, biraz da esprili olarak, kantolardan alıntılarla dile getirirlerdi. “Ben kalender meşrebim” diye başlayan biri, şarkısını sürdürerek öyle pek de kılı kırk yaran biri olmadığını izlenimini verip şaka tadında gözünün yükseklerde olduğunu anlatıverirdi!
Ben bazen şarkı sözlerini düşünerek bayağı iyi vakit geçiririm. Neler söylenmemiş ki, modadan tutun da döneminin güzellik anlayışına kadar! Pembe mantinden feraceler, ince yaşmaklar, kavuşmayan düğmeler, setre pantolonlar, yok yok! Ah o eskinin insanları! Kalpakçılarbaşı’nda eğlenmek derken, on üç, on dört yaşındaki güzellerden bahsetmekten de hiç çekinmezler… Gel de kızma! O şarkılar sevilip tutulduğuna göre dönemin insanı yadırgamamış olmalı! Şarkı, türkü dediğin bazen de insanı ta yüreğinin ortasından vurur. Bir Yemen türküsünü, bir Çanakkale türküsünü dinleyip de içi yanmayan birini düşünemem.
Çocuk büyütürken de, torun büyütürken de şarkı söyledim ve tuhaf gelebilir ama çok faydasını gördüm. Basıncın düşmekte olduğunu, birazdan bir ev fırtınasının kopacağını gördüğüm anda, herkesin bildiği, çocukların rahatlıkla katılabileceği bir şarkıya başlardım, çok geçmeden, inceli kalınlı seslerden oluşan bir müzik evin içini doldururdu.
Torunlarımdan biri yeni bebek sahibi olduğu zaman Etiler-Bebek arasında oturuyordu. Miniği kucağıma aldığımda ona “Uras, İstanbul’un neresindensin, Bebek’ten mi Etiler’den mi” şarkısını söylüyordum. Zaman içinde aramızda kurulan iletişimle, ben “Uras, İstanbul’un neresinden” diye başlayınca, o da pirinç tanesi dişlerini göstererek kıkırdardı.
Her ev böyle midir, herkes birbirine takılır mı, şarkılar söylenir mi, bilmiyorum ama yürekten keşke öyle olsa diyorum, asık suratlı olmaya ne gerek var, insanların birbirlerini iğneledikleri, her an bir tartışma çıkacak diye ödümün koptuğu evleri sevmiyorum, gitmek istemiyorum. Pek çok ailenin fazla ciddi, fazla gergin, her an parlamaya hazır olduğunu biliyorum. Neyse çok şükür ki, ben şarkıların hiç eksilmediği bir ailede hayata merhaba demişim. Sonrasında kendi evimi elektrik süpürgesiyle süpürürken de, köfte yaparken de şarkılar yaptığım işe destek oldular, bana gayret verdiler. Öğretmenliğe başladığım ilk yıl, öğrencilerime yeterince ciddi görünmek kaygısı beni yoruyor olmalıydı ki, okuldan çıkıp eve gelinceye kadar yolda hep şarkı mırıldanırmışım. Komşunun küçük kızı bana, neden hep şarkı söylediğimi sormuştu ve ben o zaman kendi ruh halimi anlayabilmiştim.
Ah o şarkı sözleri yok mu? Yazanın ruh halini içine koyduğu, dinleyenin kendini orada bulduğu, yanındakine, işte tam beni anlatıyor, dediği şarkı sözleri… Bir de melodiyi katın. O dünya öylesine zengindir ki, sizi sizden alır götürür. Hangisine inanacağınızı bilemezsiniz. Bir yanda “beklenip de gelmeyen” vefasızlar varken, öte yanda, terk etmeyeceğine emin olduğunuz, bir kale duvarı kadar sağlam “eski dostlar” olduğunu, yine o şarkılar size söyler. Sevdiğine açılamayan, “sarahatle söylerse, darıltacağından korkan” çekingen âşıklar da o dünyadadır; “ortalığı tenha bulup evin halayığına sataşan” evin çapkın beyi de!
Hani bazı fotoğraflar vardır, hafifçe sararmış kalabalık fotoğraflar; içinde bir yığın genç, yüzü gülen, bastığı yerde izini bırakan insanların olduğu fotoğraflar… Çok kez bakılmaktan, elden ele dolaşmaktan biraz örselenmişlerdir, hatta bir köşeleri kırılmış bile olabilir…
Nedense desem, nedenini biliyorum, o resimlere bakmak beni üzüyor çünkü yıllar geçtikçe o karelerdeki hayat dolu insanlar, teker teker yerlerini terk ediyorlar. Hatta bazılarında tek başınıza kalıyorsunuz; bunun böyle olmasında bir suçunuz yokken, elinizde değil, kendinizi suçladığınız bile oluyor.
Yine öyle günlerden biriydi, elimde okul arkadaşlarımla çekilmiş bir resim, “Birçok giden memnun ki yerinden, çok seneler geçti, dönen yok seferinden” diye mırıldanıyorum. Yahya Kemal’in ünlü dizeleri… Buraya kadarı iyi de, nasıl oluyorsa, hiç kendi sesimi duymuyorum, kulağımda Hümeyra’nın o şarkıya çok yakışan sesi ve yorumu…
Birden durup susuyorum, Hümeyra da susuyor… “Ya ne yapacaklardı? Gitmem, deyince kalabilecekler, dönmek istiyorum, deyince dönebilecekler miydi?” diyen benim. Ciddi ciddi şiiri, şarkıyı karşıma almış, tartışıyorum. İnsanın kendini kaptırması, böyle bir şey olmalıydı, sanırım.
Geçen hafta, keyfim yerindeydi çünkü yeni bir kurabiye denemekteydim, yulaflı. Torunum ne yaptığıma bakıyor. Çocukken annemi mutfakta seyrettiğim günler aklıma geldi, daha doğrusu aklım o günlere gitti. Hüzün ve keyif birbirine karıştı. Bu kez ne yaptığımı soruyor. Omuzlarımı kaldırıp doğruyu söylüyorum:
“Bilmem!” İnanmıyor. Sürpriz yapmak için sakladığımı sanıyor. İçeriden ses geliyor:
“Gerçekten bilmiyordur, yine “bilmem” kurabiyelerinden birini deniyordur!”
Unlu elimle torunumun yanağından bir makas alıyorum, un zerrecikleri yanağında kalıyor, gülüşüyoruz. Çok uzaklardan, çocukluğumda annem babamdan duyup da aklımda kalan bir operet şarkısını mırıldanıyorum:
“Pedimu pedakimu
Sagapo poli poli
Elado çiçakimu
Elado levrakimi”
Torunum hayretle yüzüme bakıyor. “A! Anneanneme bak!” “A! Anneme bak!” Şaşkınlık sözcükleri havalarda uçuyor! “ Hadi bir daha, hadi bir daha” Bu kez onlar da katılıyorlar.
Ekrem Reşit Rey’in “Alabanda” operetinden bir şarkıydı galiba söylediğim. Hatta aynı operet Devlet Tiyatroları’nda sanırım otuz kırk yıl kadar önce yeniden sahnelenmişti. Mırıldanmak, hep olduğu gibi sihirli gücünü göstermiş, evin içinde sıcacık bir ortam oluşmuştu.
Bence her durumda söylenecek bir şarkımız olmalı, bizi ister güldürsün, ister ağlatsın ama onun eşliğiyle yalnız olmadığımızı anlayalım, kendimizi o kucaklayıcı kollara bırakalım. Yoksa kolay mı bu dünyanın bizi, çocukların plastik hamurları gibi şekilden şekile sokup hiç durmadan ezip yoğurmasına katlanmak…
Ayla Özberk