Toz Duman Arasında “Pala ve İsmail”

27 Eylül 2022

Ne kadar uğraşsam boşuna! Pencerelerin camları mı kirli, onun için mi, bakınca uzakları göremiyorum? Yoksa gözlüklerimin camları mı buğulandı? Siliyorum, ovuşturuyorum, nafile… Ama bu hal yeni mi, hayır, şimdilere özgü hiç değil; neredeyse iki buçuk yıl oluyor, yalnızca ben değil, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada insanlar şu korona denen virüsün ortaya çıkışıyla birlikte, ne olup bittiğini ya da daha neler neler olabileceğini anlayamadılar, kestiremediler. Çünkü eski bilgilerimiz, eski deneyimlerimiz işe yaramıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyor ve ancak yaşayarak, başımıza geldikçe öğreniyorduk!

O kadar çok toz kalkıyordu ki, nefes almakta zorlanıyorduk. Koşullar böyleyken, yokluk, yoksulluk, açlık, sefalet, işsizlik, bunalımlar, dal budak sarmalarına uygun bu verimli ortamı bulduklarında, yayıldılar da yayıldılar… Biz çaresizler, hep bir önder arayışındayken, bizi saçlarımızdan tutup bataklıktan yukarı çekecek bir lider özlemindeyken, gözlerimiz geçmişe çevrilmiş, “ama o olsaydı, böyle olmazdık” derken, yetmedi; bu kez de kendimizi, bir dünya savaşına mı dönecek denilen Rus- Ukrayna savaşının kıyısında bulduk. Savaş, tam anlamıyla abartmasız, tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor… Numara yapmama, yürekli görünmeme gerek yok, bal gibi karamsarım. Kapkaranlıktım dün telefonum çaldığında… Dalmıştım, sıçradım.

Arayan, üst katta oturan komşumdu; hoşbeşten, hal hatırdan sonra, “Biliyor musun hocanım, karşıki Sevim’in kedilerinden biri doğurmuş,” dedi.

“E biliyorum, geçen hafta söyledin ya!”

“Bu o değil, başkası; şu anda yavrulardan ancak ikisini görmüş, kaç tane olduğunu bilmiyor. Anne kedi dolabın içine girmiş, orada doğuruyormuş, Sevim’i de yaklaştırmıyormuş.”

İşe bak! Kadıncağızın zaten on beş kedisi vardı, geçen hafta doğanlarla on yedi olmuştu. Bir de bunlar… Komşum işin şakasında, gülüyor:

“Meğerse dişi bildiği kedilerden biri erkekmiş!”

Sevim hanım tam bir kedi sever! Başlangıçta iki üç kedisi varken, evin yanındaki itfaiyeciler, kurtardıkları her kediyi, “abla sen bakarsın” diye ona götürmüşler, sonuç böyle olmuş.

Ayrıca caddelerde onu bekleyenler var. Her gün torbaları kedi maması dolu, Arnavutköy’den yola çıkıp Beşiktaş’a kadar ana cadde boyunca yürüyerek, o mamaları yolunun üstünde, onun gelmesini bekleyen kedilere veriyor.

Oturduğumuz eve taşınırken ne kadar şaşırmıştım:

Karşı pencereden sarı saçlı biri bakıyordu ama bir tuhaflık vardı çünkü yarı belinden yukarısı görünen kadının her yanından bir sürü kedi kafası da onunla birlikte bizim taşınmamızı izliyordu. Omuzlarından, başının üzerinden, kollarının arasından tekiri, sarmanı, beyazı, karası, çok renklisi, bir sürü kedi… Bu tablo gözümün önünde canlanınca ister istemez, gülümsedim. Sanki kısa bir süre için de olsa, beni bunaltan atmosferden uzaklaşmış oldum. Aklıma on, on iki yıl önce yazdığım bir öykü geldi, “Pala ile İsmail”in öyküsü…

Acaba yazsam, bu yazdıklarımı okuyanın havasını değiştirebilir miydim, bilemedim… Öyküye şöyle başlamıştım:

Semt pazarları birer küçük dünyadır. Herkes o dünyadaki yerini bilir; daha doğrusu orada yaşayabilmek için bilmek zorundadır. Başka zamanda, başka yerde olsa, en üzerine gidilmeyecek adam, pazar esnafı içinde, kendinden büyüğüne nasıl davranması gerektiğini anlar; anlamazsa da anlatanı çok olur.

Balıkçı İsmail kurşun rengi gökyüzüne baktı. Kaç gündür yağan yağmur, pazar sokağının taşları arasından küçük dereler halinde akıyordu. E haliyle, bu havada müşteri evinde oturup kıymalı patates yemeği tercih ederdi, sırılsıklam olacağına! İsmail’in karanlık yüzü, Pala’nın taşların üstünden sekerek ustaca, patisini hiç suya değdirmeden gelişini görünce, aydınlanıverdi.

“Keyfin yerinde göründüğüne göre, kilisenin yanındaki evde oturan Madam’ın kedisinden geliyorsun garanti… Hergele seni!”

Kedi, çarşının balıkçılar bölümündeki bütün dükkanlara girer çıkar tezgahları dolaşır ama ona kimse ilişmezdi. Ona yalnız İsmail karışırdı, bir kediye ne kadar karışılırsa işte… Müşterilerden biri ukalalık yapıp da “pist mist” diyecek olsa, İsmail hemen babalanır; “Balığını alacaksan al git, yoksa burada kalabalık etme!” diye tavrını koyuverirdi. 1.90’lık adamın uyarısı genellikle hemen etkisini gösterir, müşteri bir çabuktan işini bitirir, almaktan vaz geçen de epey uzaklaştıktan sonra, o da ancak alçak sesle, söylenirdi:

“A delinin zoruna bak! Kedisi o kadar kıymetliyse, götürsün evinde baksın. Kaba herif!”

Pala’yı dükkanı açtığının ikinci günü, daha sabah besmelesini çekerken, kepenklerin dibinde buldu. El kadar bir şey… Belli ki birisi getirip bırakmış… Yoksa o minicik hayvan kendi başına oralara gelemezdi. Önce bırakana sövdü saydı tabii. Sonra da, “kim bilir belli mi olur, belki de kısmetiyle gelmiştir” diye düşündü. Çünkü dükkanı yeni açmıştı, kendini buna inanmak zorunda hissediyordu.

Yandaki Mezeci Artin Efendi’ye seslendi:

“Artin Abi! Aç bir küçük kutu süt; benden olsun. Şu garibe verelim. Bu daha balık malık yiyemez, anne kuzusu.”

Artin Efendi sitem etti:

“Ayıp ettin be oğlum, benden olsun ne demek!”

Kısa zamanda tutundu İsmail, belli müşterileri oldu. Mert çocuktu. Her zaman gelen müşterisine hiç yamuk yapmaz, yağsız balığı, ızgara yap, diye yutturmazdı. Hani bazıları vardır, buzhaneden çıkma balığa, “Olta balığı bunlar, taze taze, diye çığırtkanlık yaparlar ya; işte böyle şeyleri kendine yakıştırmazdı. Hiç yapmazdı desek, o da pek doğru olmaz. Ukalanın teki gelir, anlarmış gibi, tutar galsameleri kıpkırmızı balığı elinde evirir çevirir; “Bu pek taze değil galiba!” diye, boş atıp dolu tutmaya, bir de yalanını yakalamak için İsmail’in gözüne gözüne bakmaya çalışır ya! Eh o zaman bizimki ne yapsın, nasıl tepesi atmasın! “Haklısın abla,” deyip tazesi yerine dünün balığını tıkıştırmasın? Nihayetinde, o da insanoğlu, evliya değil!

Bu beş on cavalacozun dışında, gelenler güvenerek alışveriş yaparlar; hatta çoğu balık adı bile söylemez, “Bugün bana ne vereceksin?” diye sorarlardı. Artan müşterisinin kerametini biraz da Pala’nın uğuruna bağladığı için kedinin dokunulmazlığı vardı.

Başlangıçta ismi filan yoktu. Kedi aşağı, kedi yukarı… Zamanla, kıraçaların, istavritlerin, küçük mezgitlerin çeşnici başılığını yapa yapa sekiz kiloluk bir kedi oldu. Nedense hamsi yemezdi. Adını koca bıyıklarından dolayı mezeci takmış, İsmail’in onayı ve çarşının oy birliğiyle “Pala” olup kalmıştı. Sade balık mı? Artin Usta’nın salam başları, peynir kırıntıları, kartondan çıkan kırık yumurtalar hep onundu. Tam yaşanası bir ortam olduğu halde, etrafta ondan başka kedi göremezdiniz çünkü kocaman pençeleriyle buna izin vermezdi. Durum böyle olunca esnaf da rahattı. Şimdi burada eğri oturalım, doğru konuşalım: Pala’nın da koca Balıkçılar Çarşısı’nda kimsenin tezgahına pati uzattığı görülmemişti. Dükkanların arasında dolaşırken görmesini bilen bir göz, bir bakışta hayvanın kendini çarşı esnafından saydığını kolaylıkla anlayabilirdi. Herkesi kollar ama İsmail’i bir başka severdi. Arada, canı bir dişi çekti mi, öteki sokağa kadar bir uzanır, sonra o muhteşem soba borusu kuyruğu havada dükkanına yani görev yerine geri dönerdi. Öyle zamanlarda İsmail ona güler, “Ulan, sen yok musun sen! Bu civardaki tüm kedilerin babasısın hergele!” diye, kendince iltifat ederdi.

Tam o sırada göründü, kırklık kartoloş dürümcü karılar… Çünkü Pala için bir yaşın üstündeki bütün dişiler, kartoloş sayılırdı! İçlerinden koca kıçlı olanın İsmail’e yangın olduğu, saçını savuruşundan, kırıtışından, gözlerini süzüp göğüslerini dikleştirişinden bal gibi belli oluyordu. Pala böyle durumları iyi anlardı. Önce bastı küfürü, homurdandı sonra söylendi:

“Kart karı, yedirir miyim onu sana!” Kadın, İsmail’e selam verdi:

“Günaydın İsmail Bey, hayırlı işler!”

“Eyvallah, size de!”

Geçerken Pala kadına doğru bir hamle yaptı, tısladı, kadın korkuyla üç metre havaya sıçradı.

“Ay ben hayvanları çok severim ama sizin bu kediniz bana hep böyle yapıyor.”

İsmail cevap yerine başıyla belirsiz bir işaret yaptı, gülmesi belli olmasın diye, dönüp balıkların üstüne bir tas su attı. Aradaki saniyelerde kediyle adam göz göze geldiler, anlaştılar. Pala gözlerini kısmaya görsün, balıkçı anında anlardı o adamda ya da kadında iş olmadığını.

Yağmur hala devam ediyordu, müşteri yoktu, Artin Abi’nin canı sıkılmıştı, biraz Pala’yla oyalanmak istedi, çağırdı:

“Gel oğlum gel, gel aslan parçası!” Kedi tam çağırıya gidiyordu ki gelen çıtı pıtı kızı gördü, durdu. Hani her geldiğinde İsmail’in aklını başından alan… Onu ne zaman görse, bizim bıçkının bıçkınlığından eser kalmıyor, eli ayağına dolanıyor, ağzı dili bağlanıyordu. Pala kaç kez şaşkınlıktan balığı torbaya koyacağına yerlere boşalttığını görmüştü. O kadar yani… O yüzden duruma el koymalıydı. Başını salladı, karar verdi:

“Pala Efendi, konuştur bakalım deneyimini!”

Müşteri balıklara bakarken, gözlerini baygın baygın süzerek kızın bacaklarına sürtündü. Bir an “bacaklar da ne bacaklar” diye aklından geçirse bile hemen toparlandı.

“Toparlan oğlum, kankana kız ayarlıyorsun, kendine dişi değil!” Kız eğildi, başını okşadı.

“Ne güzel kediymiş bu, muhteşem bir şey! Sizin mi?”

“Evet.”

“Evetmiş…” Pala, İsmail’in yüzünü gözünü paralamamak için kendini zor tuttu… “Biz burada konuşma fırsatı çıksın diye karizmayı çizdiriyoruz, yaltaklanıyoruz, sen ağzını mühürle!”

“Adı ne bunun? Bittim, bittim, bayıldım vallahi ben buna…”

“Pala!”

“Şey… Ben sizden rica etsem, acaba benim istavritlerimden birkaç tanesini ona verebilir misiniz?”

İşte tam o anda gördü İsmail, Pala’nın gözlerinin nasıl alabildiğine açık olduğunu. Birden toparlandı; kedinin ne yapmak istediğini anladı. Hayvana duyduğu sevgi, yüreğini kapladı, taştı. O yağmurlu havada güneşler açtı; bütün çarşı, bahar çiçekleriyle doldu.

Kendine göre en çapkın bakışıyla baktı kıza ki, parantez arasında, Pala’nın değerlendirmesiyle, on üzerinden ancak beş ederdi! Neyse! O da yine bir şeydir! Kırık dökük, kopuk kopuk cümlelerle, elinden geldiğince kibarlaştırmaya çalıştığı bir sesle, onu bir sabah küçücükken bulduğunu, uğuruna inandığını anlattı. Bunları söylerken yüzünün nasıl kıpkırmızı olduğunu bilse, bu kadarını da anlatmazdı. Hatta kız giderken arkasından seslendi:

“Yine buyurun, bekleriz.”

Gönlü rahatlayan Pala, her zamanki saygın yürüyüşüyle, soba borusu kuyruğu havada, iki sokak ötede, tavukçunun orada gördüğü dişi Sarman’a doğru uzaklaştı.

…diye bitirmişim, “Pala ile İsmail’in Öyküsü”nü… Bu yazdıklarım gidivermek.com’da yayınlanana kadar, neler olur biter bilemem ama savaşın bitmesini, silahların, füzelerin, bombaların durmasını, kalkan tozun dumanın dağılmasını dilerim elbette.

Ne olurdu, herkes kendi semtinde kalsa, kendi pazarındaki tezgahtan alışverişini yapsa, komşu mahalle pazarındaki elmalara portakallara imrenmese, “onlar başkalarının değil, yalnızca benim olsun” demeseydi… Ah bu hırslar, egolar, açgözlülükler yok mu? İnsanoğlu aslında hiç de sandığı kadar güçlü olmadığını, alt tarafı bir ölümlü olduğunu nasıl da unutuveriyor?

Şimdi aklıma geliyor desem, yalan olur çünkü hiç aklımdan çıkmıyor, canım Atam’ın, yüce Atam’ın, eşsiz Atam’ın sözü… Gerçi o çok büyük, çok değerli bir söz, böyle bir söyleşinin ardından onu kullanmak yürek ister ama yine de kendimi tutamıyorum ve keşke her ulus ya da ulus adına konuşan herkes “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyebilseydi, diyorum. Dünya çok başka olurdu, yaşanmaya değer bir dünya olurdu, diyorum.

Ayla Özberk

Yukarı