“Adriyatik’in Kraliçesi” Yüzen Şehir; Venedik

16 Şubat 2017

Herkesin kurduğu hayaller, gördüğü rüyalar farklı… Ama mutlaka sizin de her şeyi geride bırakmak istediğiniz, tüm yaşamınıza dışarıdan bakmayı hayal ettiğiniz, tanımadığınız bir kalabalığa karışıp yok olmayı özlediğiniz zamanlar olmuştur. Ne denli mutlu ve memnun olursa olsun, bazen mutlaka şöyle bir süreliğine olağandışı bir maceraya karışmayı istemeli insan. Yabancı bir kentin arka sokaklarında aniden bastıran sisin içinde kaybolsanız mesela; hayatınızdaki pek çok şeyi kısa bir süre için unutsanız, kendi dünyanıza nasıl döneceğinizi bilemeseniz ve buna hiç aldırmasanız; tersine hafiflediğinizi, ne zamandır içinize yerleşmiş olan fark etmediğiniz bir düğümün çözüldüğünü, tüm kaygılarınızdan arındığınızı hissetseniz. Bir tür yer çekiminden kurtulma duygusu yaşasanız… İstemez misiniz?

Bu denli sıra dışı bir “ruh arınmasını” tabii ki size kendi deneyimlerime dayanarak öneriyorum. Böyle bir esrikliği kısa süre önce yaşadığım “gerçek dışı” kent Venedik’e götüreceğim sizi bu sefer. Herhangi bir şeyin gerçek dışı olma özelliği insana cazip olduğu kadar itici de gelebilir, biliyorum. Kimi şeyler için bir üstünlük ifadesi olan bu söz, bazı durumlarda ürkütücü de olabilir. Ama eğer bahsettiğim türden geçici bir kaçışı alabildiğine gizemli bir ortamda, içinize bol bol tarih ve kültür çekerek, döndüğünüz her köşede karşınıza bir müphem maceranın çıkmasını bekleyerek yaşamak arada bir de olsa aklınızdan geçiyorsa, gelin Venedik’e gidelim çünkü bu aslında çok bilindik kent, dünyanın en önemli turist atraksiyonlarından olduğunu bir an unutmayı başarırsanız, insanı adeta bu gezegenin dışında bir yerlere ışınlama gücüne sahiptir; bu yüzden de, benim sevgili kentlerim arasındadır ve fırsat buldukça gidip aşk tazelediğim bir yerdir. Aslında bazı kentler parçası oldukları ülkenin, hatta ait oldukları coğrafyanın şöhretini çok geride bırakan bir üne sahipler; İstanbul gibi, Sydney gibi, Paris gibi ve bu ün hiç de geçersiz nedenlerden değil. Venedik de şüphesiz bu kentlerden birisi… “Adriyatik’in Kraliçesi” yüzen şehir Venedik birçok yönüyle tarihte ait olduğu dönemden de, coğrafi olarak içinde bulunduğu yerden de, parçası olduğu ülkenin tüm diğer güzelliklerinden de çok daha ünlü ve ilginç. Venedik bir aşk kenti çünkü ve orada aşkın türü, nesnesi veya süresi değil sadece gücü ve coşkusu, kısacası varlığı önemli. ‘Neden?’ derseniz, çünkü sisli bir kış akşamı kanallardan birisinden sessizce kayıp giderken veya parlak bir bahar sabahında bir kez döndüğünüz köşeyi bir daha bulamayıp ara sokaklarda kaybolduğunuzda, hiç beklemediğiniz şeylerin gerçekleşmesi mümkündür Venedik’te; ya da ömrünüzce hep beklediklerinizin…

Ama durun, daha fazla ilerlemeden sözünü ettiğim ruh arınmasının gerçekleşmesi için şart olan önkoşulu belirteyim önce: Venedik’e mutlaka kışın da gidin. Yani güzel bir havada gidin önce tabii ve bu sıra dışı kenti sıcak bir mevsimin pırıl pırıl ışığında görün ama ardından mümkünse bir de kışın gidin. Karnaval zamanı değil ama; her şey alabildiğine turistik olduğunda değil. Karnavaldan hemen önce; kenti sisler bürüdüğü ve geceleri sokaklar hala içinizi ürpertecek kadar tenha olduğunda. Venedik’i, hem iliklere işleyen rutubet yüzünden yarı boş, hem de önündeki şenlik günlerinin heyecanlı bekleyişi sayesinde kıvılcımlı bir gerginlikle dopdoluyken yaşayın bir de. Öyle zamanlarda, lambaların sarı ışığında yarı karanlık kalan yüzlerce yıllık köprüleri ürkek ama hızlı adımlarla geçerken, isterseniz tarihi palazzo’lardan birisinde merakla beklenmekte olduğunuz bir baloya gittiğinizi hayal edebilirsiniz; isterseniz sabahtan beri belli etmemeye çalışarak sizi izleyen karanlık bakışlı, kimliği belirsiz bir kişiden kaçmakta olduğunuzu… Erken inen akşamın içinde sadece siluetleri belli olur kıyıya çekilmiş gondolların ve sokak lambalarının elektrikle değil hala gazla yandığına kendinizi inandırmak çok kolaydır.

Venedik için “gerçek dışı” tanımını kullandım ve biliyorum ki, çoğunuz kenti baharda ve yazın gördüğünüz için bununla aslında var olmayan, dekor gibi, oyuncak gibi bir kent olmasını kastettiğimi düşünüyorsunuz. Gerçi olayın bu boyutu da son derece doğru çünkü Venedik adeta hayal bir kent… Hayal kent çünkü gerçekte yok, bir tiyatro sahnesi sanki… Başka bir kentte rastlayacağınız türden hiçbir “gerçek yaşam” belirtisi yok Venedik’in alabildiğine yoğun karmaşası içinde. Her şey sanki bir yanılsama; ancak siyah pelerinli, grotesk maskeleri olan uzun boylu adamlar kadar gerçek. Evlerin içinde aslında kimse yaşamıyor; o ihtişamlı palazzo’larda en son gerçek bir kahkaha duyulalı veya bir pencerenin perdesi orada yaşayan biri tarafından yavaşça aralanalı yüzyıllar geçmiş sanki ve sokaklarda oyun oynayan Venedikli çocuklar yok. Kentin ana meydanında rastladığınız herkes ortak olarak sahnelenen bir oyunun oyuncuları olabilir pekala ve sanki kalabalıkların doldurduğu mağazalar gerçekte var olan bir şehrin değil, film platosu gibi geçici olarak kurulmuş bir mekanın parçalarıdır. Önünüzdeki görüntüleri elinizle şöyle bir yana itip arkadaki gerçek yaşamda neler olduğuna bakmak istersiniz adeta. Bunların hepsi doğru ama ben “Venedik gerçek dışı” derken, bu fiziki özellikten ziyade insanın Venedik’te çok da zorlanmadan yaşayabildiği “kendi yaşamının dışına çıkma” duygusunu kast ediyorum. Oraya kışın soğuk, ıslak ve sisli bir havada gitmekten, meydanları sular basıp da sadece karayla değil tüm dünyayla ilişkinizin kesildiği sanrısına kapıldığınız bir mevsimde karanlık ara sokaklarda iliklerinize kadar üşümekten bahsediyorum. Böyle şaibe yüklü bir gecede sisli Venedik sokaklarında yürümek, ayağınız yerden kesilmiş de gerçekliğin dışına çıkmışsınız gibi bir duygu verir çünkü ve bu tür bir “gerçek dışılık” duygusu, dekor kıvamında bir kentte dolaşıyor olmaktan doğan benzerine göre çok daha kalıcı bir imge haline gelir insanın kafasında. Böyle anlarda hissettiklerinizin, ana caddelerinden sahici bir yaşam akan bir yerde mi, yoksa Venedik gibi neredeyse kurmaca gibi duran bir “hayal kent”te mi yaşandığının hiçbir önemi yoktur kısacası.

Evet, Venedik’te şimdi karnaval zamanı… Her ne kadar karnavalın çeşitli eğlenceleri sayesinde yaşanan coşku aslında bir ay sürmese de, öncesindeki hazırlığın heyecanı ve sonrasında tüm şehri ıslak bir battaniye gibi sarıp havada asılı kalan doygun yorgunluk duygusu bu ayın tümüyle karnaval zamanı haline gelmesine neden oluyor. Şenlikler süresince Venedik, karmaşık beklentilere sahip ve kimliklerinden kısa bir süre için arınıp başka bir yaşamı yaşamak isteyen umutlu ve meraklı insanlarla dolacak. Bu durumun beni en çok ilgilendiren boyutu, herkesin istediğini hayal etme ve yaşama özgürlüğüne kavuştuğu bu kısacık sürede, benim de hayalimde karnavalın bir turistik gösteri haline gelmediği ve kent yaşamının bir parçası olarak gerçekten yaşandığı döneme, Venedik’in tarihine geri gidebilme umudum… Zaten size karnaval öncesinde orada olmayı da bu yüzden öneriyorum. Şimdilerdeki çokça sahte haliyle karnavalı yaşamak bunu yapmanıza izin vermez çünkü. Oysa kenti henüz “istila edilmediği” günlerde yakalarsanız, havada solunan beklentinin içine girip kendinizi istediğiniz zaman dilimine konumlandırabilirsiniz. Hayal gücüm fazla mı çalışıyor? Galiba haklısınız; aslında artık kentle ilgili biraz daha somut bilgilere dönmemde yarar var. O zaman en doğrusu, bu karnaval meselesinin geçmişini biraz daha kurcalayıp bu vesileyle Venedik’in tarihine de bir göz atmak. Ama daha önce belki Venedik’i bir tarif etmeliyiz zira sanırım bu özgün ada kenti pek çok insanın kafasında hiç de açık olmayan birçok özelliğe sahip. Mesela, nasıl ve kaç adet adadan söz ediyoruz Venedik deyince; daha da doğrusu, kentin üzerine yerleştiği kara parçası tam olarak nedir? Var mı öyle bir kara parçası yoksa evler suyun üzerinde mi duruyor? Sokak yerine geçen sular kanal mı, bir nehrin kolları mı? Venedik günün birinde sahiden batacak mı?

Ansiklopediler şöyle söz ediyor Venedik’ten: “Kuzey İtalya’nın doğusunda Adriyatik denizi kıyılarında yaklaşık 118 adacık üzerine kurulu bir ada şehri olan Venedik’te bu adacıkları birbirinden ayıran 170 kanal ve birbirine bağlayan 400 köprü bulunur.” Aynı adaları ayıran kanallar ve bağlayan köprüler… Venedik bir su ve köprüler şehri yani ve adaların bulunduğu ve kentin kurulduğu nokta aslında bir lagün yani bir kıyı gölü, denizin uzantısı olan bir gölcük. Roma İmparatorluğu’nun son demlerinde İtalya’nın kuzeyini barbarlar istila edince bir grup insan güneye inip şu anda Venedik’in olduğu noktadaki adalara sığınmış. O zamana dek burada sadece balıkçı kolonileri varken, Torcello adasında bu vesileyle kurulan kentin etrafında böylece daha farklı bir yaşam gelişmeye başlamış ve bu yerleşim bugünkü Venedik kentinin de temellerini oluşturmuş. Aslında uzun yıllar Bizans İmparatorluğu’na bağlı oldukları halde, coğrafi uzaklıkları sayesinde oldukça özgür bir yaşam sürmüş Venedikliler. Ardından da, bağımsız bir dukalık statüsüne kavuşmuşlar. Bu durum ve genel anlamda hep doğuyla batı arasında arabuluculuk pozisyonu üstlenmesi sayesinde Ortaçağ Venedik için bir “altın çağ” olmuş denebilir. Doğu’dan gelen ticaret yollarının üzerinde olduğu için aldığı vergiler ve denizlerdeki hakimiyeti bu dönemde Venedik’e Avrupa’nın en zengin ve ilginç yerlerinden birisi olmasına yol açan bir güç vermiş; Venedik, ticaretin vazgeçilmez adresi olarak giderek daha fazla parlayıp güzelleşmiş. Üstelik desteklediği ve bizzat yer aldığı Haçlı Seferleri muazzam bir ganimet zenginliğine kavuşmasını da sağlamış. Hatta bu seferlerden birisinde İstanbul’u yağmalamış Venedikliler ve kenti bir süreliğine Bizanslıların elinden alıp tek hakimi olmayı başarmışlar. Venedik’in bu ihtişamı epey bir süre devam etmiş; ta ki Osmanlı donanması tarafından önü kesilinceye dek. Akdeniz’deki Osmanlı üstünlüğü Venedik’i, tüm mücadelesine ve bazı çok önemli zaferlerine rağmen güçten düşürmüş ve deniz ticareti için daha kestirme yolların da keşfedilmesiyle kentin bu alandaki saltanatı sona ermiş. Aslında bundan sonrası tarihte rastlanan klasik gerileme öykülerinden. Her ne kadar kültür birikimiyle Rönesans’a önemli katkıda bulunduysa da, Venedik Akdeniz’deki ticari üstünlüğünü ve buna bağlı olarak Avrupa’daki siyasi gücünü kaybettiği noktadan itibaren sürekli bir düşüş yaşamış ve sonunda İtalyan birliğine katılıp resmen bu ülkenin bir parçası haline gelmek zorunda kalmış.

Venedik’in tarihi çok kısaca böyle ve neredeyse kentle eşanlamlı hale gelmiş olan karnavalın tarihini de bu çizgide izlemek mümkün. Karnaval, Hıristiyanlar tarafından careme adı verilen ve Paskalyadan önceki kırk güne rastlayan dönemden evvel yaşanan şenliklerden oluşuyor. Yani aslında oruç dönemi için yapılan hazırlıkların eğlence kısmını kapsayan bir festival karnaval. Biraz bizim ramazandaki oruç dönemi ve hemen ardından gelen bayram kutlamasının ters sırada yaşananı gibi düşünülebilir kısacası. Careme’de Hıristiyanlığın bazı mezheplerine mensup olanlar, başka bir kısım yiyeceklerin yanında et de yemiyorlar; zaten bir görüşe göre karnaval kelimesi de bu durumu anlatan Latince terimden, “carne lavare”den, geliyor. Eğlencelerin sürdüğü zaman dilimi boyunca herkes dertleriyle birlikte toplum kurallarını da bir kenara bırakıp tanınmadan gönlünce istediğini yaşamak peşinde olduğu için ve bu kısacık sürede efendilerle uşakların sınıf farkı gözetmeksizin birlikte yiyip içip dans etmesi, el ele kol kola eğlenip türlü çeşit maceralara girmesi ve hatta birbirlerine ikram yapıp hizmet etmesi sonradan utanç vesilesi olmasın diye tarihin bir noktasında karnaval boyunca maskeler takmak adet olmuş. Zamanla bu maskeler, karnavalın diğer boyutlarını aşan, başlı başına inceleme gerektiren çok renkli bir kültür ve sanat boyutu haline gelmiş. Başlangıçta kullanım amaçlarına yönelik olarak son derece sade olan maskeler bugün karnavalın en önemli keyiflerinden birisi haline geldikleri için alabildiğine süslü ve renkliler. Yine de, aralarında hala ilk yapıldıkları zamanlardaki gibi tek renk ve yalın olanları da mevcut. Bunların en bilinenleri, “Columbina” denilen, yalnızca gözleri kapatan, genellikle siyah renkte olan ve kenarındaki sapından tutularak kullanılan maske ile “Buata” denilen, beyaz renkli, yüzünüzü tümüyle kaplayan ve herhangi bir yüzün kimliksiz kalıbı görüntüsünde olan maske. Bir de Venedik’e ait tüm korku hikayelerinin vazgeçilmez unsuru olan gaga burunlu maske var ki bunun adı bile ürkütücü. Bu maskeye “Medico della Peste” yani “veba doktoru” deniyor ve gerçekten de geçmişte kent nüfusunun önemli bir bölümünü yok etmiş olan veba salgını sırasında hastalarını kendisine mikrop bulaşmadan tedavi etmek isteyen bir doktor tarafından yaratılmış bulunuyor. Artık çok keyifli zamanlarda eğlence için kullanılsa da, bu maskeden takmış siyah pelerinli birisini birden karşınızda görürseniz tarihe ait bu somut bilgiler doğrusu hiçbir işe yaramıyor ve sanki Azrail’e rastlamışsınız gibi içiniz üşüyor. Kentte o günlere gönderme yapan tek şey gaga burunlu maskeler de değil galiba. Rivayete göre, gondolların siyah rengi de veba salgınının hemen ardından gelen günlerden kalma. Önceleri rengarenk boyalı olan gondolların salgında ölenlerin yasını tutmak için siyaha boyandıkları günden beri bu renk kaldıkları söyleniyor. Neyse ki, dükkanların vitrinlerini dolduran rengarenk maskeler arasında commedia dell’arte karakterlerini temsil edenleri de var ve böylece insan birazcık olsun daha sevimli simalarla karşılaşıyor. Karnaval süresince en fazla sergilenen ve en keyifle izlenen gösterilerin başında açık alanlarda kurulan sahnelerde oynanan commedia dell’arte oyunları, sokak çalgıcılarının konserleri ve hep birlikte yapılan danslar geliyor zaten.

Sanırım artık Venedik karnavalını bir kenara bırakıp kentin başka özelliklerine de bir göz atma zamanı. Gelin ne kadar “gerçek değil” dersem diyeyim kolayca vazgeçemeyeceğim kentlerin başında gelen Venedik’in sokaklarında birlikte dolaşalım. “Sokak” dedimse, sözün gelişi… Bu tamamen kendine özgü ilginç kentte ilk yapacağınız şey, ana caddenin bir su kanalı, ara sokakların da daha küçük ölçeklerde su yolları olduğu hep hatırlamayı öğrenmek. Ada karalarının üzerinde normal sokaklar da var tabii ama bunlar azınlıkta ve siz ne olursa olsun bildiğiniz sokaklar yerine su kanallarını kullanmaya, kapınızı sokak yerine su kanallarına açmaya alışmalısınız. Evlerin önünde araba yerine kayıklar, “sokaklarda” otobüs durakları yerine iskeleler var ve bu durum, alışıncaya kadar insanı her dışarı çıkışında yeniden şaşırtıyor. Çoğu yerde, sokağa çıkınca ayağınızı suya atmış oluyorsunuz. Aslında böyle bir zorunluluk başka bir yerde olsa, geleceğe ait bazı felaket filmlerinde rastlanan türden bir “su dünyası”nda kıstırılmışlık, bir tür kaçacak yeri kalmamış olma duygusu verebilir insana ama Venedik’te istediğiniz anda dönebileceğiniz ana karanın yakınlığı ve sözü geçen o su dünyasının çekiciliği bu rahatsızlığı hissetmenize engel oluyor. Ben yine de kente ilk gelişimde yaşadığım hayranlıkla karışık şaşkınlığı çok iyi hatırlıyorum. Venedik’e giden herkesin bileceği bir duygu bu; havaalanından kente ulaşmak için bindiğiniz taksinin bir deniz motoru olması ve suyun üzerinde sınırları sadece denize çakılmış kazıklarla aşağı yukarı belirlenmiş, “deniz caddesi” denilebilecek bir hayali yolda ilerlemesi insanın dünyada çok fazla yerde başına gelen bir şey değil.

Venedik’in herkes tarafından bilinen ünlü yapıları, cazibelerinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak hala yüzyıllara meydan okuyorlar. Çok daha eski pek çok kent ve tarihi kalıntı görmüş olmama rağmen bu durumu ilginç bulmamın nedeni malum; koskoca saraylar, katedraller ve meydanların pek çoğu karanın değil, suyun altındaki kil zemine gömülmüş ahşap kazıkların üzerinde sapasağlam duruyor. İşin sırrı, kazıkların içinde durduğu suyun oksijen oranının çok düşük olmasında. Bu durum ahşabın çürümesine engel oluyor. Üstelik içinde durdukları suyun mineral yapısının bu kazıkları adeta sağlamlaştıran bir tür tutkal vazifesi gördüğü de söyleniyor. Tahmin edileceği gibi, sözü geçen kazıkların sayısı binlerce, hatta milyonlarca ve kaç tane olduklarını hiç kimse tam olarak bilmiyor. Yine de, Venedik’in sonsuza dek sağlam kalacak bir temel üzerinde oturduğu düşünülmemeli çünkü yakın zamanda yapılan bir takım restorasyon çalışmaları yüzünden suyun durgun niteliğinin ve oksijen dengesinin bozulduğu ve kentin yavaş yavaş batmaya başladığı biliniyor. Hata fark edilerek bu durum şimdilik durdurulmuş olsa da, insan kentte attığı her adımda günün birinde denize gömülüp yok olacak bir yerde yürümekte olduğu bilincinden ve o “günün biri”nin tam olarak ne zaman olduğunu bilmemenin ürküntüsünden kurtulamıyor!

Bu durumda en iyisi, çevredeki güzelliklere bakmak… Venedik’in ana caddesi “Grand Canale”den (Büyük Kanal) ağır ağır ilerleyebiliriz bir gondolun içinde mesela. Ve biraz evvel geçtiğimiz küçük kanallarda yani kentin ara sokaklarında gördüğümüz neredeyse sefalete yakın görüntülerle şimdi karşımızda olan yıpranmış ihtişamın zıtlığına şaşırabiliriz. Arka sokaklarda, rutubetten solmuş dökük boyalı evleriyle, binalar arasına gerilmiş iplere asılı rengarenk çamaşırlarıyla, balkonlarındaki çiçekli saksılarıyla herhangi bir Akdeniz kentinden pek de farklı görünmeyen Venedik, görkemli sarayların ve resmi binaların iki yanında sıralandığı Büyük Kanal boyunca, zengin ve çok özel bir sanat şehri kimliğine bürünüverir. Bir kısmının yapılışı 12. Yüzyıla kadar geri tarihlenen bu binaların çoğu, Venedik’in şaşaalı zamanlarında burada yaşamış olan ticaret zengini ailelerin evlerini ve depolarını bir arada barındıran malikaneleridir ve şimdilerde konser salonu, tiyatro ve üniversite binaları olsalar da, hepsi aslında birer palazzo, yani saray niteliğinde görkemli yapılardır. Birçoğunda Bizans mimari stilinin etkileri görülen bu yapıların ihtişamı, büyük veya süslü olmalarından çok üzerlerinde geçmişin izlerini bu denli güzel taşımalarından gelir bana sorarsanız. Ama bu kanal gezisinde tek göreceğimiz şey ünlü saraylar değil elbette. Fransız yazar Philippe de Commines’in “dünyanın en güzel caddesi” olarak tanımladığı Büyük Kanal’dan kıyı boyunca kentin içlerine doğru her bakışımızda farklı bir görüntü ile karşılaşacağımız kesin. Çoğunluğu sadece bir gondolun sığacağı genişlikte olan “sokak kanal”ların kimisinde şık bir köprü, kimi aralıkta bir küçük meydan ve kimi zaman da minicik bir kafe görebiliriz. Belki de gondolda değil, bir vapuretto’da oluruz. Venedikliler gibi biletimizi alıp vapurun saatini beklemiş oluruz ve kanalın üzerindeki iskeleler arasında zikzaklar çizerek işleyen bu küçük gemi farklı semtlere yanaştıkça Boğaz vapurunu hatırlayıp o anda bulunduğumuz yerden ne denli memnun olursak olalım İstanbul’a dayanılmaz bir hasret duyarız. Sonra, kentin en batısındaki ucundan kalkıp en doğusundaki öbür ucuna bir ‘s’ harfi şeklinde kıvrılarak ulaşan Büyük Kanal, San Marco Meydanı önlerinde sonlanır. Biz de meydanın bir uzantısı olan Piazetta’daki iskelede iner, kentin başka bir köşesinin tadını çıkartmaya doğru ilerleriz. Belki önce çevremizdeki canlılığı içimize çekerek Venedik’te güzel havalarda adet olduğu üzere, meydanın hemen yanındaki Ponte della Paglia köprüsünden geçip kentin en gözde kıyı şeridini oluşturan Riva Degli Schiavoni’de bir piyasa yürüyüşü yaparız. Buradan geçerken kentin içine doğru bir göz atarak Dükler Sarayı’nı Yeni Hapishane’ye (Prigioni Nuove) bağlayan Barok stilde inşa edilmiş üzeri kapalı köprücüğe de bakmamızda fayda vardır. Bu köprünün adı, “İç Çekişler Köprüsü”dür (Ponte Sospiri) ve rivayete göre ona bu ismi İngiliz şair Byron, hapishaneye giderken Venedik’e son kez bu köprüden özgür bir bakış atarak iç geçiren hükümlüleri gözlemlediği için vermiştir. Bu imgenin çok keyifli bir şey olmadığının farkındayım ama zaten Venedikliler de farkında olmalılar ki, dantel gibi işlenmiş böyle güzel ve zarif bir köprünün sadece kötü bir şeyle anılmasına gönülleri razı olmamış ve ona ait hoş bir batıl inanç oluşturmuşlar; eğer aşık bir çift gün batımında bu köprünün altına bir gondol ile gelip güneşin tam battığı anda öpüşürse, ömür boyu birlikte mutlu olacaklarına inanılıyor.

Artık Venedik’in merkezi denebilecek ünlü San Marco Meydanı’na dönmenin vaktidir. Güvercinleriyle ünlü olan San Marco, Venedik’in neredeyse ilk kurulduğu günlerden beri bir biçimde hep önemli olmuş bir noktadadır. Tahmin edileceği gibi, kent ilk kurulduğunda çayırlık bir alanmış bu meydan; çevresindeki kanallardan bazılarının yönleri ve yerleri de bu günkünden farklıymış. Sonra bir dönem üzerinde sadece bir kilise olmuş; daha sonra da uzunca bir süre pazar alanı olarak kullanılmış. Zaman içerisinde etrafına inşa edilen binalar ve değişen çehresiyle bugünkü halini almış. Bugünse, en az meydanı çevreleyen San Marco Bazilikası, çan kulesi (Campanelli), pembe mermer cepheli Dukalar Sarayı, saat kulesi, Sansoviane Kütüphanesi gibi ilginç binalar kadar üzerinde günün her saatinde hızla akan yaşam yüzünden de cazip ve önemli. San Marco Meydanı’nın bana en ilginç gelen yanı, tabii ki içinde taşıdığı bu keyifli yaşam boyutu ama meydanın deniz tarafında, üzerlerinde Venedik’in sembolü olan kanatlı aslan ve Bizanslı Theodora heykelleri bulunan iki sütun ile bazilikanın üzerindeki dört at heykeli de bu meydanda ilginç bulduğum noktalar çünkü bunları Venedikliler, Haçlı Seferleri numarasıyla darmadağın ettikleri Hıristiyan Bizans’ın başkentinden, yani İstanbul’dan getirmişler.

San Marco meydanı böyle… Eklemem gereken bir-iki nokta daha var aslında; bir kere, beni dinleyip de Venedik’e kışın giderseniz, büyük olasılıkla “acqua alta” yani “suların yükselmesi” fenomenine rastlayacaksınız ve meydanı su basmış olacak; buna hazırlıklı olmak gerek. Böyle söyleyince insanı biraz ürkütse de, Venediklilerin çok alışık olup doğal karşıladığı bu olay, bir yandan kentin istikbali ile ilgili kaygılarınızı gıdıklarken, bir yandan da seyahatinize ilave bir macera boyutu katabiliyor. Bir de, mevsim ne olursa olsun San Marco Meydanındaki Cafe Florian’a mutlaka uğramak gerek. 1720’de açılan ve İtalya’nın en eski kafesi olma özelliğini taşıyan bu kafenin freskolarla dolu odaları, hava müsaade ederse mutlaka günde birkaç kez terasta konser veren klasik müzik orkestrası ve mönüsünde yer alan tipik Venedik usulü kahve/çikolata seçenekleri bu güzelim kentin benim damağımda en fazla kalan tatlarından. Eğer canınız daha uzun süren bir yemek için biraz daha süslü bir sofra istiyorsa, San Marco’nun diğer yakasındaki Il Quadrino’nun restoran bölümünü tercih edebilirsiniz. Yüzyıllardır değişmeden yaşamasıyla övünen Il Quadrino, Korfu adasından gelmiş bir Yunan göçmeni tarafından 1700lerde açılmış ve o zamanlar meydanda var olan otuzdan fazla kafe arasından, sunduğu Türk kahvesi sayesinde sıyrılmış bir mekan. Burada içilen Türk kahvesi kısa sürede geleneksel olarak kahveye çok düşkün olan Venedikliler için Il Quadrino’yu çok çekici bir buluşma noktası haline getirmiş ve birkaç kez el değiştirip bünyesine bir restoran eklenmiş olsa da, kente gelen tüm şöhretlerin mutlaka uğramak istediği bir yer olmasına yol açmış. Bugünkü ününün nedeni artık Türk kahvesi olmasa da, buraya gelmişken kesinlikle içinde vakit geçirmenize değer.

Venedik’ten söz ederken, başka yerleri anlattığımda hiç başıma gelmeyen değişik bir durum yaşıyorum nedense; ilginç bir şekilde aktardıklarımdan her biri kentin bir başka boyutunu çağrıştırıyor; anlatılacaklar hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Örneğin, “Türk kahvesi” deyince, kentte var olan tüm Türk esintileri ve Osmanlı-Venedik ilişkilerinin bildiğim tüm detayları, İstanbul’daki Venedik varlığının bütün izleriyle birlikte aklıma düşüyor. Venedikliler, tarihte yabancı bir ülkede sürekli bir elçi bulundurmayı ilk akıl edenlerden. İstanbul’daki elçileri de, Osmanlı ile olan ilişkileri yüzünden hep özel bir özenle seçilen önemli kişiler olmuş. Osmanlı sularında ticaret yapma imtiyazına sahip olan Venedikli tacirlerin İstanbul’da oldukları sürece yaşadıkları evler zamanla kentte bir Venedik mahallesi oluşturmuş. Buna karşılık, Venedik’teki en güzel pallazo’ları arasında yer alan Türk Sarayı, Türk tüccarların seyahatleri sırasında konaklamalarına ayrılmış bir yapı ve içerisindeki burada kalan Osmanlıların eklediği hamam ve kubbe gibi öğelerle hala o günlerdeki yakınlaşmadan izler taşıyor.

Lafın lafı açması ve her aktardığım konunun bir başkasını hatırlatması bununla bitmiyor elbet. La Florian ve Il Quadrino’dan yani Venedik’te yiyip içmekten bahsedince, söylemeden geçilmeyecek bir mekan daha var; Harry’s Bar. Ünlü Cipriani ailesi tarafından kurulmuş olan Harry’s Bar kısa sürede sadece içki içilen bir yer olmaktan çıkarak müdavimleri olan bir kulüp haline dönüşmüş. O dönemdeki müşterileri arasında Truman Capote, Charlie Chaplin, Alfred Hitchckok, Ernest Hemingway’i saymak mümkün. En önemli özelliklerinden birisi de “Bellini kokteyl”in icat edildiği yer olması. Şampanya ile şeftali püresinin karıştırılmasıyla elde edilen bu eşsiz içeceği, baba Cipriani bizzat kendisi yaratmış ve kokteylin rengi ona ünlü ressam Gentile Bellini’nin bir tablosunu hatırlattığı için de bu ismi vermiş. Bellini kokteyli en fazla tüketenlerin başında Hemingway’in geldiğini söylemeye bilmem gerek var mı?

Madem çağrışımların beni götürdüğü yere gidiyorum, San Marco meydanında Cafe Florian’ın klasik müzik çalan orkestrasından söz edince, aklıma Venedik’teki asıl önemli klasik müzik mekanı geliyor; Avrupa’nın en ünlü opera salonlarından birisi olan La Fenice. 18. Yüzyılın sonunda inşa edilen bu olağanüstü güzel mekanda sadece bulunmak ve havasını solumak bile insana en az izlediği operanın sunduğu görsel şölen ve ruhunu dinlendiren eşsiz müziği kadar keyif veriyor. Sonra, başta Vivaldi olmak üzere Venedik kentinin yerlisi olan veya buraya sonradan taşınıp kentin verdiği ilhamla birçok güzel eser yaratan müzisyenler düşüyor aklıma; Monteverdi gibi, Albinioni gibi. Benim için her Venedik gezisi, bu çok özel sanatçılardan birinin belki daha önce dikkatimden kaçmış az bilinen bir bestesini veya çok iyi bildiğim bir eserlerinin en son yorumunu yakalamak için bir fırsat gibi. Akıl bu, çalışmaya başladı mı durdurmak zor; benimki de müzikten sanatın Venedik’te yaratılan veya ilhamını buradan alan başka türlerine kayıyor; ressam Bellini’yi ve tiyatro yazarı Goldoni’yi düşünüyorum. Venedik’in turistik ve ticari ön yüzünün gerisinde hiç eksilmeden varlığını sürdüren şiirselliği yakalayabilmişseniz, birbirinden farklı dönemlerde, farklı sürelerle ve farklı biçimlerde Venedik’e dokunmuş olan bu önemli sanatçıların her birinin kendi dalında harikalar yaratmasına şaşmak aklınızdan bile geçmiyor tabii. Venedik biz sıradan insanlar için bile inanılmaz hayallere ilham verirken, hem tarih boyunca hem de günümüzde birçok sanatçıyı alabildiğine etkilemiş olması çok doğal. Shakespeare’in “Venedik Taciri” oyunu, Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” romanı ve pek çok çağdaş yazarın çoğunlukla Venedik’i bir dekor olarak kullandıkları polisiye, macera ve aşk romanları farklı üslup ve yaklaşımlarla ve değişik edebi kulvarlarda olmakla birlikte, hep lezzetlerini kentin eşsiz özelliklerinden alan keyifli seyirler ve okumalar. Ve sonra tabii sanattan söz açılmışken, Venedik Film Festivali ve Venedik Bienali gibi uluslararası nitelik taşıyan sanat buluşmaları… Her biri başlı başına bu güzelim kenti ziyaret etmek için özel bir neden oluşturan bu sanat etkinliklerinin programlandığı günlerde, tahmin edilebileceği gibi kent daha kalabalık ve daha gürültülü ama doğal olarak daha canlı ve keyifli oluyor. Kendi yerleşik nüfusu yetmiş bin civarındayken, turistik sezonda günde yüz elli bin gezgini ağırlayan böyle bir kenti boş ve sakin bulmak zaten çok zor olduğuna göre, Venedik’te bulunmanız bu iki sanat olayına veya benzerlerine rastladıysa, yapılacak en iyi şey kentin ilham ettirdiği haliyle sanatın farklı türlerinin ve boyutlarının keyfini çıkartmak. Böyle zamanlarda izlediğiniz sanat eserlerinin verdiği esinle sizin aklınızdan geçen hayallerin, özlemlerin, öykülerin de çok daha renkli olması söz konusu çünkü.

Dedim ya, Venedik hayaller ve özgür ruhlar şehri olduğu için ben de onu, beynimi serbest çağırışım yapması için serbest bırakıp bir konudan diğerine atlayarak anlatmayı seviyorum. Bu durumda, “ünlü Venedikliler” deyince mutlaka aklıma düşen iki özel şahsiyetten daha söz etmek istiyorum; Marco Polo ve Casanova. Bildiğiniz gibi, tarihin farklı dönemlerinde ve bambaşka konularda ün kazanmış bu iki Venedikli, kentin imgesine ve Venedik’teki yaşama birbirinden “ışık yılları uzaklıkta” iki alanda yeni boyutlar katmışlar. Aslında “arife tarif ne gerek” denebilir bu iki ünlü isim için ama sözü açılmışken anımsayalım. Marco Polo, bildiğiniz gibi 13. Yüzyılın son yarısı ve 14. Yüzyılın başında yaşayan ve doğuya doğru gidip, döndüğünde Asya’da gördükleri üzerine “Marco Polo’nun Seyahatleri” adlı bir kitap yazdıran ünlü gezgin tüccar. Bu kitapta Kubilay Han’ın emriyle gerçekleştirdiği seyahatlerde gördüklerini anlattığı için camdan makarnaya, baruttan dondurmaya kadar pek çok uygarlık ürününün icat edildikleri yerlerden Avrupa’ya ulaşmasının kredisi bugün Marco Polo’ya verilmekte. Casanova ise 18. Yüzyılda yaşamış ünlü bir çapkın. Aslında Venedik kenti her haliyle ayrı bir romantik tablo yaratabildiğine göre herkesten çok onun “faaliyet alanına” uygun bir dekor oluşturmuş olmalı. Ama Casanova her ne kadar yaşam öyküsünü anlattığı kitabında (“Hayatımın Hikayesi”) birlikte olduğu en az yüz yirmi iki kadından bahsettiği için daha ziyade benzeri olan hayali kahraman Don Juan ile özdeşleştirilerek anılsa da, aslında yazdıklarıyla o dönemin sosyal yaşantısına ve Venedik’te hayatın nasıl aktığına dair bize çok iyi ipuçları veren bir yazar olarak da değerlendirilmeli bence.

Bu sefer de ilginç kişilikleri olan farklı insanlar üzerinden tarihin derinliklerine dalıp yine bugünkü Venedik’ten uzaklaştım! Oysa aslında Venedik’in daha pek çok noktasından, oralarda yaşanabilecek farklı keyiflerden ve bunların insana yaşattığı ilginç duygulardan söz edilebilir belki ama söylenenlerin çoğu, büyük olasılıkla bilinenlerin tekrarı olur yalnızca. Örneğin kentte geçirdiğiniz zamanın bir kısmını, mücevher değerinde türlü çeşit ürünle insanı büyüleyen Murano camlarına ayırmanızın şart olduğu gibi. Veya bindiğiniz gondolu gondolcuya göre seçip çizgili tişörtü, geniş paçalı pantolonu ve hasır şapkasıyla kentin simgelerinden birisi haline geldiğinin çok farkında olan bu bıçkın Venedikliden kanaldaki yolculuğunuz boyunca Napoliten şarkılar ve aryalar dinlemenin, hayalinizdeki Venedik resmini tamamlamak için çok iyi bir yöntem olduğu gibi… Üstelik bu saydıklarım yaşadığınız “gerçeğin dışında olma” duygusundan sizi kurtaran, çok daha ayakları yerde ve çok daha alışkın olduğunuz türden bir kent kimliğiyle karşınıza çıkaracak Venedik’i. Ama sanırım daha fazla anlatmak gereksiz çünkü insan bu ilginç kenti biraz da kendisi keşfetmeli bence. Ama yine de, gezinizi bitirmeden önce bir yere geri dönmenizi önermeden yapamayacağım; Büyük Kanal boyunca gezerken altından geçip çevresindeki yaşamın canlılığını hayranlıkla izlediğimiz Rialto Köprüsü’ne. Büyük Kanal üzerindeki en eski köprü olan Rialto, sadece bir geçiş yeri değil aynı zamanda da 1440’da yapılan yenilenme sırasında üzerine eklenen dükkanlar sayesinde, son derece şenlikli bir alışveriş mekanı. Günün her saatinde cıvıl cıvıl; belki de insana Venedik’in bir dekor olabileceği korkusunu en fazla unutturan yer. Buraya sadece köprünün tadını gerçek anlamda çıkartmak için değil, kanalın tam da bu noktada köprü üzerinden çok güzel olan manzarasını kaçırmamak için de dönmelisiniz. Akşamüstü köprünün üzerine çıkıp altınızdan geçen vapuretto’ları izlemeye dalarak günün yorgunluğunu atmaya çalışabilirsiniz.

Hazır tekrar akşam olmuşken, bir yandan da artık yavaş yavaş bu eşsiz hayal kentten ayrılmaya niyetlenelim isterseniz. Kent bir sonraki günün heyecanlarına kendisini hazırlamak üzere kabuğuna çekilirken bizim de ıssız sokaklarda yankılanan kendi ayak seslerimizi dinleyerek, geldiğimiz köşelerin tümünü geri takip edip Venedik’teki gezimizin başladığı yere yani gerçek hayata dönmemizin zamanıdır. Ama önce, sizi de içine çektiğim bu maceranın asıl nedeni olan bir Venedik öyküsü anlatmalıyım. Benim Venedik’ten son ayrılışım kendi çapında minik bir maceraya dönüştü çünkü ve yaşadıklarım ve hissettiklerim aslında çok basit ve sıradan olmalarına rağmen yazının başından beri anlatmaya çalıştıklarımın bir özeti gibi… Kenti bu mevsimde sık sık olduğu gibi sis basmıştı yine ve çok erken saatte kalkıp otelin iskelesine indiğimde, sis yüzünden motorların ve gondolların havaalanına dek çalışamadığını, oraya ancak ana karaya çıkarak karayolundan ulaşabileceğimi öğrendim. Bu şekilde yol daha uzun süreceği için uçağı kaçırma olasılığım var ama beni yetiştirmek için “ellerinden geleni yapacaklar”! İyi de, sis her tarafta; ana karaya nasıl çıkacağım? Bir gün önceden çağırdığım motorcu tabii ki ortalarda yok ve otel görevlileri çaresiz ama alışkın suratlarla beni seyrediyorlar. Olmaz; gitmem lazım; yarın iş güç; böyle planlamadım! Sonunda karanlıkta nereden çıktığını anlamadığım bir başka motora binip İtalyancadan başka herhangi bir dili anlamayı kesinlikle reddeden ve kafasına geçirdiği bere sayesinde yüzünü doğru dürüst göremediğim bir “kaptan” ile karanlık kentin içine doğru yola çıkıyorum. Işıklar ve tüm diğer güvenlik önlemleri ancak içerideki kanalların bazılarında trafiğe izin verecek durumda. Büyük Kanal’ı takip ederek sisler içerisinde ilerliyoruz. Doğrusu başlangıçta oldukça mutsuzum ama gecikme korkusundan, planlarımın aksamasından, sisin yoğunluğundan ve bu tablodaki yalnızlığımızdan gergin olduğum ilk birkaç dakikadan sonra, birden kentin sabahın ilk saatlerindeki bu sessiz ve ölü halinin nedense beni hiç ürkütmediğini, tersine tuhaf bir huzur verdiğini fark ediyorum. Sisin içerisinden zorlukla seçebildiğimiz lambaların etrafındaki ışık huzmesi ve ancak aydınlatabildikleri hemen çevrelerindeki alan, nemli sarı bir tüle sarınmış başka bir Venedik’i gösteriyor bana. Sokaklardan gelen tek tük ayak sesleri ıssız gecede olağandan çok daha fazla yansıyarak adeta ürkütücü bir kıvama ulaşıyor. Her şey hem çok müphem ve gizemli, hem de çok güzel ve büyülü. Sanki o anda tartışmasız geçerli olan tek gerçek sisin hiç açılmayacağı ve benim dünyanın sonu gelip yaşanabilecek tüm zamanlar bitene dek bu sisin içinde bilinmeyen bir yere doğru gideceğim. Venedik, bu saatte ve bu şekilde sislerin içinde, her zamankinden daha çok dekor gibi ve ben sanki kenti sarmalayan nemli havayla birlikte, sadece Venedik’in değil aslında zamanın içinden ve sadece Venedik’in değil aslında evrenin dışına kayıyorum. Çevrede bizden başka hiçbir şey kıpırdamıyor. Başka canlı da yok, hareket eden kayık da. Etrafımdan “hayal kentin” sise büründüğü için büsbütün gerçek dışı ve hülyalı bir hal almış hareketsiz hali hızla akıyor. İnsan elinde olmadan elini tutan elleri daha çok sıkmak ihtiyacı duyuyor bu ortamda. “Aslında belki de zaten Venedik ile ilgili en gerçek an bu!” diye düşünüyorum. Günlerdir üzerinde gezip durduğum Büyük Kanal değil mi bu? Bu kadar uzun muydu? Neden bitmek bilmiyor? Ama aslında, keşke hiç bitmese… Ben içinde bulunduğum bu durumun inanılmaz büyüsünden öyle mutluyum ki! Bu duygu, tabii ki, aslında kısacık bir an sürüyor sadece ama etkisi yol boyunca benimle kalıyor. Sonunda nihayet ana karaya ulaşıyoruz. Yanaştığımız iskele bomboş gibi görünüyor başlangıçta ama zaten sis burada daha da yoğunlaştığı için yarım metreden ilerisini göremiyorum. Bizi getiren motor aynı hızla sislere karışıp gidiyor ve neyi beklediğimi ve hatta tam olarak nerede olduğumu bile bilmeden sisin içinde yalnız başıma beklemeye başlıyorum. İşte tam o sırada birden kendimi ne kadar tasasız ve hafif hissettiğimi fark ediyorum. Derinlik sarhoşluğu gibi bir duygu bu; ne kaçmak üzere olan uçak umurumda ne de ertesi gün dönmek zorunda olduğum hayat. Sis sanki beni içine alıp yok etmek yerine, elinin üstüne alıp yukarılara doğru yükseltmiş gibi. Bu yüzden de, bu denli yoğun bir siste kaldığımda genelde hissettiğim boğulma ve kısıtlanmışlık duygusu yerine, tüm ağırlıklarım boşalıp içim hafiflemiş gibi bir “ruh arınması” hissediyorum. Neden sonra sislerin arasından yavaş yavaş yüzü seçilmeyen bir başka adam çıkıyor ve bavulumu alıp beni iskelenin karşısındaki sokaklardan birinde bekleyen bir arabaya götürüyor. Araba denizden içeri doğru ilerledikçe, büyü kısa sürede bozuluyor tabii; gerçek hayat başlıyor. Öykünün bundan sonrasından aklımda kalan, gittikçe ağararak sisi aydınlatan günün ışığında geçtiğimiz ağaçlı yollar ve sanki bir uykudan uyanırmışçasına fark ettiğim vaktinde havaalanına varışımız.

İşte böyle… Bu minicik episod bir macera bile sayılmaz, bunu şimdi biliyorum. Ama yaşarken ne kadar güzel olduğunu da unutamıyorum. Sadece son derece sıradan bir olayı benim algılayış biçimimden ve ortaya çıkan sanrının hayal gücümle birleşmesinden doğan beklenmedik bir illüzyon, bir küçük mutluluk parçası ama o günden sonra Venedik ile ilgili düşüncem nasıl değişirse değişsin, duygum hep aynı kalıyor. Bu duygu her içime düştüğünde bana aynı huzurlu rahatlamayı yaşatmaya devam ediyor. Size de bu yüzden kente alıştığınızdan farklı bir gözle bakacağınız değişik bir Venedik gezisi öneriyorum. Çünkü aslında Venedik’in “gerçek dışı” olması ilk anda kulağa geldiği kadar ürkütücü değil ve belki sizin de gündelik “gerçeklerinizin” dışına çıkmanıza yardım eder. Gerçeklik dediğiniz zaten nedir ki? Yaşam, bir Venedik maskesinin gözünüze çarptığı anda yaşattığı yanılsama kadar gerçektir belki de… Mutluluklarımızın çoğunun zaten birer illüzyon olmadığını kim iddia edebilir? O zaman, böyle güzelim bir yanılgıyı sonuna kadar yaşamak en akıllı davranış olmaz mı? Hem bakarsınız bir mucize olur; sislerin ve karanlık yağmurun arasından güneş Venedik’e yüzünü gösterir ve bu beklenmedik ışıltıdan içiniz sımsıcak oluverir…

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır

 

Özet
"Adriyatik'in Kraliçesi" Yüzen Şehir: Venedik.
Başlık
"Adriyatik'in Kraliçesi" Yüzen Şehir: Venedik.
Açıklama
 Herkesin kurduğu hayaller, gördüğü rüyalar farklı… Ama mutlaka sizin de her şeyi geride bırakmak istediğiniz, tüm yaşamınıza dışarıdan bakmayı hayal ettiğiniz, tanımadığınız bir kalabalığa karışıp yok olmayı özlediğiniz zamanlar olmuştur. Ne denli mutlu ve memnun olursa olsun, bazen mutlaka şöyle bir süreliğine olağandışı bir maceraya karışmayı istemeli insan.
Yazar
Yayıncı
gidivermek
Yayıncı Logo
Yukarı