Ben arada bir Mardin’i özlerim. Yıllar önce ilk kez gittiğimden beri… Bir gün birden gönlüme akşamüstü Mardin’in ana caddesinde yürümek düşer; ovada günbatımının tenimi yakan hayali gelip gözümün önüne yerleşir. Sade bir düzenle kurulan sofraların tadına doyulmaz sohbetleri gelir aklıma; eski çarşıda bir tanıdığıma rastlayıp ayaküstü laflamak burnumda tüter. Kentin güney bölümünde Mardin Ovası’na tepeden bakan kahvehanelerden birisinde, Ulu Cami’nin minaresinin gölgesine oturup manzaraya karşı çayımı yudumlamayı ister içim. Kızgın güneş altındaki boz renkli görüntüsünü özlerim Mardin’in. Mardin’de sanki herşey sakin, sade ama asla sıkıcı olmayan bir renk tonundadır; gereksiz cümbüşten ve karmaşadan uzaktır ve bana göre bu tek renkli ilk izlenim onun eşsiz güzelliğinin en önemli sırlarından birisidir. Kente o çok özel mimari kimliğini veren unsurların başında gelen Mardin taşının duru rengi ve vakur duruşu bana bunu anlatır… Ve kalkar giderim… Ben arada bir ne yapıp eder, gerekli zamanı mutlaka yaratıp Mardin ile hasret gidermeye giderim. Bazen bir sevdiğimle, bazen yalnız, bazen de benden dinlediği Mardin’in merakına düşmüş bir sürü insanı yanıma katmış olarak; kimi zaman öyle sadece gezmeye, kimi zaman da gitmeme vesile olacacak gerçekten önemli bir iş yaratarak.
Mardin’i ilk kez ondan binlerce kilometre uzakta, bir dergi kapağındaki resminde gördüm. Hani ilk görüşte vurulmalar vardır ya, oraya bir şekilde mutlaka gitmek istemeler; hatta sizi aşan bir gücün elinde, eninde sonunda nasılsa gideceğinizi zaten bilmeler… İşte benim Mardin’le gıyabında tanışmam da böyle oldu. Pastel tonlarda, sapsade, bağırıp haykırmayan bu duru güzelliğe ilk görüşte vuruldum. Kimbilir hangi bilge geçmişin tüm gizemlerini köklü bir tarihin bütün izleriyle birlikte taşıdığı açıkça görülüyordu… Kalkıp gitsem, her kapının ardında ayrı bir macera, her abbaranın altında ayrı bir heyecan sunacak olduğunu bu ilk bakışta bildim. O zaman henüz bilmediğim, bana ayrıca ne kadar çok huzur ve ilham da vereceğiydi. Her avlunun, her oymalı pencerenin, her gölgeli sokağın anlatacağı bir öykü olduğu besbelliydi… Belki gizil günahlar ve ölümcül kaderler, belki de çok sıradan ve açık yaşam öyküleri ama mutlaka bir şeyler… Yüzyıllardır zamana meydan okumuş asırlık tapınaklar ve üzerlerine sonradan ilave edilen çirkin beton bölümlerin yükü altında ezilen güzelim evler sanki aynı dili, taşın sessiz dilini konuşuyorlardı. Bunlar tek bir resimden edindiğim duygulardı ve bu kadar az uyarıyla bu kadar çok şey hissedebilmiş olmaktan ürktüğümü, Mardin’i gördüğümde hayal kırıklığına uğramaktan korktuğumu çok iyi anımsıyorum. Ama kentin çağrısına uyup oraya bir kez gittikten sonra gördüm ki, yanılmamışım. Tıpkı benim beklediğim gibi, Mardin’in anlattığı pek çok güzel öykü vardı ve hepsi de yaşamın beni en çok ilgilendiren zıtlıklarından birisini yansıtıyordu: Farklı bir çok kültürün etkileyici sentezi ve aynı kültürlerin birleşmeyi reddettiği noktadaki karmaşa. Yörede Türkler, Kürtler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Yezidiler ve Ermeniler tarih boyunca başka pek çoklarının da içerisine katılmış olduğu bir kazanda harmanlanmış olarak yaşamlarını sürdürmekteydiler. Neredeyse tarih öncesinden beri var olmuş, sayısız güzellikler ve sarsılmaz töreler yaratmış bu uygarlıkların birbirlerinden farklı yönleri, zıtlıkları ve anlaşmazlıkları doğanın ve coğrafyanın yaptırımlarıyla ister istemez ortak bir noktada buluşmuş olarak. Sanki yaşamın her boyutunda hem boğucu bir kum fırtınası beklentisi söz konusuydu, hem de buz gibi pınarların serin bereketi. Yıllarca güneyden esen sıcak rüzgarlarla tenleri sertleşmiş, keskin bakışlı, kızgın gibi görünen ama konuşunca olsa olsa kırgın olduğunu anladığınız yağız adamlar; inanılmaz güzellikte renkli gözlü çocuklar; bin yaşında gözüken gencecik kadınlar kısa sürede ve kolayca ömrünüz boyunca tanıdığınız, sizin dünyanıza ait insanların arasına karışmaktaydılar. Ben Mardin’i en bildiğiniz görüntüsünü sergileyen o resmini gördüğümden beri işte böylece öyküleri ve insanlarıyla çok sevdim…
Bu seferki gidişim, ilkbahara rastladı. Sanırım dünyanın her yeri baharın tazeliğinde çok daha etkileyicidir; insanın içini serinleten ılık bahar meltemi ve daha da ışıklı günlerin müjdesini veren canlı bahar görüntüleri her mekanı daha çekici hale getirir. Yeryüzünde baharı çirkin olan bir yer düşünemem kısacası. Ama Mardin’e son gidişimde iyice emin oldum ki, bu gerçek başka çok az yerde oradaki kadar çarpıcı bir şekilde izlenir; başka çok az yerde insan duru renkli bir dinginliğin coşkulu bir renk cümbüşüyle yer değiştirmesini bu kadar keyifle yaşayabilir. Mardin ovasına bahar geldiğinde sadece mevsim değil, sanki kentin ruhu da bahara döner çünkü. Bunca yıldır çoğu kez sarı ve kahverenginin çeşitli tonlarında görüp sevdiğim, iklim gereği genelde beni mevsim ne olursa olsun kızgın güneşte kavrulmuş tarlaların görüntüsü ile karşılayıp “sararmış topraklar nasıl bu kadar güzel olabiliyor, ey Tanrım?” dedirten Mardin ovası bu sefer inanılmaz parlaklıkta bir zümrüt yeşiliydi… Bu olağanüstü tonlardaki körpe yeşilin canlılığı ve araya karışmış olan kır çiçeklerinin rengarenk cümbüşü, oraya aslında her zamanki gibi kent dokusuna vurgun olduğum için gittiğim halde, bu kez beni kırlara çekti. Göz alabildiğine yemyeşil ovayı, çocukluğumdan beri göremediğim denli sık ve güzel gelincik tarlaları kaplamıştı. Güzel gözlü gelinciklerin arasına kendimi atıp içim mutluluktan kaynayarak toprağı okşarken tek kaygım oldu doğrusu; onlara fazla dalıp diğer çiçeklerin keyfini çıkarmaktan geri kalmak… Sarı safranlar, mor mineler ve rengarenk yaban gülleri tüm dünyanın dağarcığında pastoral güzelliğin sembolü olarak yer etmiş olan Fransa’nın meşhur Provence kırlarına taş çıkartacak hoşluktaydılar. Kısacası, Mardin bu bahar rengarenkti; bu bahar Mardin’de dış görünümünün renkliliği de, kentin içinde taşıdığı yaşam renklerinin zenginliğine eşti; “rengarenk”, sahip olduğu az bulunur kültür, insan ve tarih zenginliğine karşın ilk bakışta tek renkli bir eski zaman kenti olan Mardin’in dış görüntüsünü tanımlamak için nadiren kullanılmış bir tanım olduğu halde… Göz alabildiğine uzanan bu yeşillik bana ilginç bir biçimde hem sonsuzluğu, hem de içerisinde bulunduğum çarpıcı anın kısalığını aynı anda yaşattı. Hıdrellez günü kırlara çıkıp baharın gelişini kendimce kutladım; yeşermiş doğayı kutsadım, canlanan toprağı okşadım. Kısa bir süre için yeniden çocuk ve yeniden tasasız oldum. Sonra gün batımında, güneşin son ışıklarının yol kenarındaki tarlalara değdiği noktada yedi karınca yuvası bulup yedi küçük kaşık toprak topladım. Bir gül ağacının dibine gömdüm o toprakları ve ertesi sabah çıkartıp bereket gelmesini istediğim yerlere serpmek üzere bavuluma yerleştirdim. Gece olunca kalenin hemen altında, Şahin Tepesi’ndeki Bekir Ağa’nın yerinde, kentin ışıltılı manzarasına karşı kurulmuş sohbet sofrasında, baharla birlikte yeşeren yeni umutlar için kadeh tokuşturdum ve sonra bahçede kocaman bir hıdrellez ateşi yakıp aynı umutların gerçek olmasını dileyerek dostlarımla birlikte o ateşin üzerinden atladım. Bu bahar ben Mardin’de , içimde de baharlar açtığından mı nedir, Mardinlilerle birlikte “Reyhani” bile oynadım…
Oysa bu, benim Mardin’e baharda ilk kez gidişim değildi; başka baharlarda da orada oldum ve zaten mevsim ne olursa olsun daha önce her gittiğimde de Mardin ovasının (veya buralıların deyimiyle ‘Suriye Denizi’nin) eşsiz panoramasından sanki ilk kez görüyormuşum gibi etkilendim. Gece çöküp de, önümde uzanan sonsuz karanlığın ortasında tek tük ışıklar göz kırpmaya başlayınca, engin bir denizde yol alan gemilere baktığım yanılgısına düşmekten her seferinde aynı tadı aldım. Bu büyülü yanılsama bana her seferinde anlaşılmaz bir biçimde yer ve zamanın dışına düştüğüm duygusunu verdi. Ve ben bu duyguyu hep sevdim… Gece tüm gerçekleri sessizce örttüğünden olmalı, Mardin gecelerinde ovayı uçsuz bucaksız bir deniz zannetmek de, öyle olmadığını ve bereketin ana vatanında topraktan bir sonsuzluğa bakmakta olduğumu aslında bal gibi bilmek de aynı derecede heyecan verici oldu hep… “Karşı kıyı”dan göz kırpan ışıkların Suriyeli bir köye ait olduğunu fark etmek, hayal olarak kalacağını zannettiğim bir serüvenin birdenbire gerçekleşmesi gibi bir şeydi. Bu, tüm sınır kentlerinde yaşanabilecek bir duygudur, biliyorum ama Mardin’de karşıdaki kentle araya giren göz alabildiğine geniş düzlüğün derinliği ve gün boyunca sıcaktan buğulanarak içten içe tütmüş olan toprağın gece serininde kulağınıza usulca bir şeyler fısıldayan göremediğiniz kıpırtısı, nedense bu bir şeyi ulaşamayacak kadar uzakta sandığınız halde birden yanı başınızda buluverme sevincini çok güçlendirir. Aynı anda hem sonsuz hem de çok sınırlı olabilen o ovada elimi uzatsam tutabileceğim mesafedeki yaşamların bana muazzam bir yabancılık duygusu veren uzaklığı ve bir yandan da sanki iliklerime kadar hissettiğim ruh yakınlığı bu yüzden hep içimi ürpertir; özellikle de o gün bulutsuz bir gün olmuşsa ve gece gökyüzü yıldızlarla doluysa. Veya hiç kuşkusuz iki yakadan da aynı güzellikte görünen bir dolunay yerleşmişse bu resmin doruk noktasına… Sınırları sorgulatır bana böyle geceler, düşmanlıkların anlamsızlığını hatırlatır, “başka yaşamlar”ın aslında bizim yaşamımızdan ne kadar az farklı olduğunu düşündürür; hele bir de Süryani şarabı içtiğimiz masada yapılan Türkçe sohbetlere, Kürtçe bir türkü veya Arapça bir kahkaha karışırsa. Bölgenin yaşadığı tüm gerginliğe ve tanıdığım pek çok insanın buraya gelmeye tereddüt etmesine neden olan tehlikeye rağmen, Mardin’e ulaşıp ovaya bakan terasların birisinden ufka dalmak, işte bu yüzden bana her seferinde sonsuz bir dinginlik verir. Kısacası, bence Mardin için “gündüz seyranlık, gece gerdanlık” denmesi hiç de boş yere değildir ve hatta bana göre, bu söz sadece Mardin’in içinden ovanın görüntüsünü değil, kente karşıdan bakıldığında insanı çarpan eşsiz genel panoramayı da tanımlar.
Bence, Anadolu’daki kültürel zenginliğin en iyi örneklerinden birisidir Mardin. Geçmiş uygarlıkların izi pek çok açıdan bugünden daha baskın olduğu için bana hep Mardin’de tarih bugüne meydan okuyor gibi gelir. Yalnız çevrede mevcut olan birçok tarihi eserin varlığı değil, kentin en özgün özelliğini oluşturan mimari yapısı da bu duyguyu verir insana. Mardin’de sık sık zamanın geçmişte bir noktada durduğu duygusuna kapılırım. Yukarı Mezopotamya’nın en eski şehirlerinden birisidir ve ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu kesin olarak bilinmez. Bilinen, kentin asıl ismi ‘Merdin’nin Aramice olduğudur. Mardin/Midyat bölgesinin Anadolu, Suriye ve Mezopotamya ile kesiştiği bölge ise Süryanice ismiyle “Turabdin” olarak bilinir. Turabdin Süryanilerin ana yurdu olarak kabul edilir ve Süryani Ortodoks kilisesi tarafından kutsal sayılır. Mardin, Mezopotamya’ya yüksektan bakan bir dağın tepesine kurulduğundan beri, başta Hitit, Sümer, Akad, İskit, Babil, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu, Akkoyunlu ve Osmanlı uygarlıkları olmak üzere pek çok önemli uygarlığın yerleşim merkezi olmuştur. Mardin’deyken bir zaman tünelinde binlerce yıl geriye gitmiş olduğunuz sanrısına kapılmanız, aslında işte bu çok katmanlı zengin uygarlık geçmişi yüzündendir. Kentte birçok değişik zamana ait izleri bir arada görmek bu yüzden mümkündür. Kentin şöhretini borçlu olduğu ünlü Mardin evlerine ilaveten, farklı dinlerin tapınakları, kervansaraylar, çarşılar, hanlar, medreseler ve manastırlar zamana meydan okuyan varlıklarıyla insana bugün övünerek yarattığımız ve erinerek yaşadığımız pek çok şeyin nasıl aslında geçmişin yeniden keşfinden başka bir şey olmadığını hatırlatır.
Mardin’in pek çok ilginç tarihi mekanı içerisinde beni en çok cezbedenlerin başında, kentin çevresindeki Süryani manastırları gelir. Süryaniler, yörenin en eski halklarındandır. Soylarının hem Asurlulara hem de Aramilere dayandığı ve aralarında kökeni Babil’e kadar geri giden Keldanilerin de bulunduğu bilinmektedir. Bölgenin en barışçı halkı olarak bilinirler; tarih boyunca taraf oldukları, yer aldıkları savaş yok gibidir. Belki de bu yüzden çeşitli nedenlerle topraklarından ayrılmak zorunda kaldıkları çok olmuştur. Bugün Türkiye’nin ve dünyanın başka kentlerinde yaşayan Süryani sayısı, Mardin çevresinde yaşayanlardan kat kat daha fazla olsa da, ayrılmak zorunda kaldıkları anayurtlarının sevgisini kalplerinde, kültür zenginliğini de dünyanın dört bir yanında sürdürdükleri yaşamlarında taşırlar. Mardin/Midyat bölgesinde kalanlar ve artık yavaş yavaş oraya yeniden dönmeye başlayanlar da bu yörede dinlerine, dillerine, kültürlerine, kısacası kimliklerine sahip olma çabasını tevekülle sürdürürler. Manastırlar ve içerilerinde mevcut olan kiliseler, Süryani tarihinin en iyi saklanmış mekanlarındandır. Mardin’in hemen dışındaki Deyrulzafaran (veya Süryanice ismiyle Mor Hananyo) Manastırı, halen içerisinde rahiplerin bulunduğu, işlerliğini sürdüren manastırlardan birisidir. Süryanicede ‘aziz’ anlamına gelen ‘mor’ kelimesinin içinde yer aldığı tüm isimler gibi, bu isim de buranın bir azizin anısına adandığını gösterir. Arapça ismi olan ‘Deyrulzafaran’ ise, ‘safran manastırı’ veya ‘safran yuvası’ anlamına gelir ki bu da manastır çevresinde yetişen nadide safran bitkisinin bolluğunu anlatan bir ifadedir. Deyrulzafaran, her ne kadar 5. yüzyılda inşa edilmişse de, milattan önce burada yapılmış olan bir güneş tapınağının kalıntıları üzerine yerleştirildiği için bana hep çok daha eski zamanlardan, güneşe tapan Şemsilerin diyarından öyküler anlatır. Manastırın son yıllarda gerçekleştirilen çevre düzenlemesiyle açılan kafesinde safran çayı içmek bir süredir Mardin’e her gittiğimde mutlaka aradığım bir keyif halindedir. Aynı derecede ilginç bir diğer manastır da, aslında dünyanın üçüncü büyük manastırı olan, M.S. 400 yılı dolaylarında yapılmış Midyat’taki Mor Gabriel (veya Arapça ismiyle Deyrulumur) Manastırı’dır ve aslında Süryani Ortodoks inancı içerisindeki önemi kilise tarafından “ikinci Kudüs” olarak ilan edilecek kadar büyüktür. Bu iki manastır, yöredeki bazısı henüz kazıları tamamlanıp onarımları bile yapılmamış durumda olan pek çok manastırdan sadece ikisidir. Nusaybin yakınındaki Mor Evgin Manastırı, Barıştepe’deki Mor Yakup Manastırı diğerlerinden ilk aklıma gelenler. Mardin ve çevresinde manastırların dışında, kimisi halen ibadete açık, kimisi de daha yeni kazı ve restorasyon çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmış kiliseler de vardır. Bunların en önemlilerinden birisi, dünyanın üniversite denilebilecek en eski okullarından biri olan Nusaybin Okulunu da içerisinde barındırdığı için özel bir değer taşıyan Nusaybin’deki Mor Yakup Kilisesidir. 2000 yılından beri yapılan çalışmalarla onarılıp müze haline getirilmiştir. M.S. 313 yılında inşa edilmiş olan bu kilise, hemen yanında Hz. Muhammed’in on üçüncü kuşak torunlarından ikisinin, Zeynel Abidin ve kardeşi Zeynep’in türbelerinin de içinde bulunduğu Zeynel Abidin Camisi ile bir arada, yörenin asırlarca birçok farklı inanca aynı anda mekan olduğunun en güzel göstergesi gibidir.
Kiliseler arasında benim en sevdiğim, Mardin’in içerisindeki altı yüz yıllık bir geçmişin tüm izlerini üzerinde taşıyan Kırklar Kilisesidir. Kırklar Kilisesinin belki diğerlerinden çok fazla farkı yoktur ama ben Mardinli Süryanilerle birlikte ilk kez orada bir Pazar ayini izlemiş olduğum günü hep sevgiyle anımsadığımdan benim için özeldir. Ben kendimi yaşadığım, gezdiğim ve hatta sadece geçtiğim kentlere ait hissedebilmeyi, onlardan birşeylere de sahip olduğuma inanabilmeyi severim. Böyle bir ait olma/sahiplenme duygusu o kentin beni geri çağırmasını sağlar çünkü. Bunun için de kentin günlük yaşamına karışabilmek, insanlarını tanımak, dostlar edinip kendinize ait köşeler bulmak, o kente dair anılar biriktirmek gerekir. Kırklar Kilisesindeki o ilk ayin, işte benim için böyle bir anıdır; kendimi kısacık bir an için “Mardinli” gibi hissedebilmemi sağladığından bana çok iyi gelmiştir. Daha önce hiç Süryani kilisesinde ayin izlemediğim için sırf merakımdan gittiğim kilisede artık tanıdık olan yüzlerin, inanç farklılığından hiç rahatsız olmadan, aralarına karışmamı memnuniyetle karşılayıp beni sevgiyle selamlayarak hoşlamasından duyduğum mutluluğu uzun süre içimde taşıdığımı çok iyi anımsarım. Benim için herşeyden önce söylenen ilahilerin güzel melodisi anlamına gelen ayinleri, o günden beri fırsat buldukça hala bir gezgin ilgisiyle izlerim. Ziyaret ettiğim her Süryani kilisesinde merakla incelediğim bir başka şey de, kapı yerine kullanılan ve bazen de süsleme olarak duvarlara asılan perdelerin üzerindeki resimlerdir. Süryani kiliselerine özgü bir uygulama olan bu perdelerin üzerindeki görüntüler, kumaş üzerine baskı resimlerin kök boyalarla elde boyanması metoduyla yapılır ve İncilden ve Hz. İsa’nın yaşamından son derece naif görüntüler içerir. Babadan oğula geçen bir sanat olan kilise perdeleri ressamlığı, şu anda en önemli belki de tek uygulayıcısı olan Nasra Çilli tarafından sürdürülmektedir. Bu geleneğin pek çok adet gibi yok olmaması, hep devam etmesi Nasra Teyze’yi ve boyadığı güzelim resimleri her görüşümde güçlü bir istek olarak gönlümden geçer.
Medreseler, Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi Mardin yöresininde de önemli kültür ve yaşam merkezleri olarak var olmuşlardır. İkisinin de din eğitimi vermesi ve bir arada yaşamaya dair benzer kurallar içermesi açısından olsa gerek, ben zaman zaman medreseler ile manastırları kıyaslarken bulurum kendimi. Biliyorum, manastırlardaki eğitim din düzeyinde kalırken, medreseler bir süre sonra pozitif bilim eğitimi de veren kurumlar haline dönüşmüşlerdir; manastırlar yüksek ve korunaklı yerlere ve kırlık alanlara yapılırken, medreseler kentlerde kurulmuştur ve de zaten Müslümanlıkta keşişler benzeri bir din adamı grubu olmadığı gibi, din adamlarının bir arada yaşaması gibi bir uygulama da yoktur ama yine de temel olarak bir dini inancın mensuplarını bir araya toplayıp eğitmeleri, eğitimin yanısıra ibadetin de esas olduğu sistemlere dayanmaları, bir külliye halinde gelişen yapılarda yerleşmeleri ve bu yaşam kompleksi içerisinde mutlaka tapınaklar barındırmaları bana bu kıyaslamayı yaptırır; daha doğrusu, birinden söz etmek, diğerini hatırlatır. Kültür araştırması yaparken de, sadece bir coğrafyanın gizlerini çözmeye çalışarak gezerken de bana benzer duygular yaşatır medreselerle manastırlar. Bu yüzden, Mardin’de manastırların hemen ardından aklıma gelen mekanlar, medreseler: Birçok diğerlerinin arasında, Kasımiye Medresesi, Sitti Radviyye (veya Hatuniye) Medresesi, Zinciriye Medresesi, Şehidiye Medresesi. Bu yöredeki medreselerin diğer bölgelerdekilerden farklı en belirgin özelliği iki katlı olmaları. Kasımiye, boş olduğu zaman güzelim revaklı avlusunda su sesi dinlemeyi çok sevdiğim, bana huzur veren bir mekan. 15. yüzyıldan, Akkoyunlu döneminden kalma bir medrese. İçerisindeki cami ve türbeyle bir külliye halinde. 14. yüzyıldan Zinciriye (veya Sultan İsa) Medresesi’nin bence en ilginç yanı rasathane olarak da kullanılmış olması. Bu amaçla mı bilinmez, yüksek bir tepeye yapılmış. Çift avlulu ve çift teraslı, içerisinde çok eski kitabeler barındırıyor ve ışık üzerine vurunca mihrabının yapımında kullanılan taş rengerenk parlıyor. Yine de benim en ilginç bulduğum medrese, 12. yüzyıldan kalan Sitti Radviyye (veya Hatuniye) Medresesidir. Böyle düşünmemin nedeni, sadece bu kadar eski olması veya Hz. Muhmmed’e ait olduğu iddia edilen bir ayak izini barındırması değil, aslında içerisinde bulunan Artuklu sultanı Kutbettin İlgazi’ye ait sandukadır. Bu sanduka, hep az bilindik bir uzak öykü gibi duyup fazla üzerinde durmadığımız Artuklu uygarlığının gerçekliğini hatırlatır.
Mardin’e gitmek benim için kaçıncı kez olursa olsun, Mardin Kent Müzesini bir daha keyifle gezmek, sekiz yüz yıllık bir kervansarayın restore edilmesiyle yaratılmış Artuklu Kervansarayı otelinin terasında yine bir kahve içmek, Ulu Cami’nin minaresindeki taş oyma desenlere yeniden hayran olmak ve bir kez daha Mungan Sokağı’na dalıp sanki ilk kez geliyormuşum gibi köşelerden dönünce kaybolmak demektir. Bir abbaranın altından geçer geçmez gözden yiten bir gölgenin ardında tarih öncesi uygarlıkların izini sürmek, birkaç günün sonunda galiba artık kürtçeyi biraz anlamaya başladığımı zannetmek demektir. Akşamüstü Cumhuriyet Meydanı’ndan yola çıkıp tarihi valilik binasının yanından kentin üst taraflarına doğru yürümek ve birden kendimi Mardin’e “açık hava müzesi” denmesine neden olan daracık masal sokaklarda bulmak demektir. Bu labirentimsi sokaklarda, yöredeki diğer renklerle bir oldukları ve bu yüzden toprağa karışmış gibi göründükleri için ayrı bir hoşluk taşıyan dillere destan Mardin evlerini daha fazla keşfedebilmek için evlerin dış duvarları boyunca ilerleyip eyvanlarını, kilerlerini, gömme dolaplarını, işlemeli tavanlarını hayal ederek o duvarların ardındaki yaşamları anlamaya çalışmak demektir. Evlerin kimisinin bana başka Ortadoğu kentlerini anımsatan kapı tokmaklarına hayran kalmak (ki çoğu zaman ziyaretçinin cinsiyeti anlaşılsın diye farklı boylarda yapılmış olarak iki adettirler); kimininse serin avlularına aralık kalmış kapılarından kaçamak bakışlar atmak (ki birkaç nesildir aynı evde yaşayan aynı ailenin geçmişe doğru zenginleşen birden fazla öyküsünü içlerinde taşırlar) demektir. Daracık bir yokuşta birden karşıma çıkan belediyenin çöpçü eşeklerinden birisinin sürmeli gözlerine tanıdık bir gülümseme göndermek ve sonra 13. yüzyıldan kalma Artuklu camisi Latifiye’yi, Sakıp Sabancı Müzesini, Gazipaşa İlköğretim Okulunu ve herhalde yeryüzünün en güzel postane binalarından birisi olan eski PTT binasını yeniden görebildiğim için sevinmek demektir Mardin’e gitmek. Ve tabii ille de eski çarşının içine dalıp badem şekeri ve cevizli sucuk satan kuruyemişçileri, kapısında yörenin sembolü haline gelmiş Suriye malı rengarenk poşular asılı olan dükkanları ve birbirinden güzel desenleri bakır mırra cezveleri üzerine nakşeden bakırcıları ziyaret etmek demektir.
Ama Mardin’e gitmek aslında her şeyden önce, Mardin’in güzelim insanlarına yeniden kavuşmak demektir. Tanıdıklarıma ve henüz tanımadıklarıma… Der Hejiroke’yi dinleyerek Sur Han’da rakı içerken, Hüseyin, Şükrü ve Muammer ile sohbet etmek, Aziz Bey ile evinin avlusunda bir kahve içmek, Derikli Zeytinci dostum Kasımla kısa bir görüşme için buluşmak, Kemal Hoca ile Kebapçı Yusuf Ustanın Yeri’nde ciğer yerken memleket meselelerini tartışmak, Celal’i artık yerini kapatmış olsa da mutlaka bulup ailesine özenle yaptırttığı asirden afiyetle bir bardak içmek demektir. Yıllardır gide gele, özel hiçbir çaba sarf etmeden, belki de karşılıklı farkında bile olmadan dost olduğumuz bu insanlarla aynı anda hem Mardin’e ilişkin ufak tefek eğlenceli gündelik haberler üzerine konuşmak hem de dünyanın, ülkenin ve özellikle de yörenin daha aydınlık yarınları üzerine umut dolu sohbetler yapmak demektir. Nasra Teyze ben görmeyeli yeni neler yapmış diye bir uğrayıp bakmak, Mardin’de kalmış son camaltı ustalarından Tacettin’in ustalıkla çizdiği güzelim şahmeran suretlerini boyamasını hayranlıkla seyretmek, Selim’in dükkanına uğrayıp bir yakınıma kimbilir kaçıncı telkari gümüş küpeyi hediye almak demektir. Çünkü Mardin benim için orada tanıdığım ve dost olduğum insanlar sayesinde büsbütün güzelleşir; ne de olsa, bir kentte insanlar tanımak çok önemlidir; eğer bir kenti benimsemeye niyetiniz varsa, o kentte insanlarınız olması şarttır. Mardinli dostlarımı evlerinde ziyaret etmek, yıllar önceki gidişlerimden birisinde o zamanlar kentte yeterli kalitede otel olmadığı için arkadaşlarımla Mardin evlerinde pansiyon olarak kaldığımızdan beri vazgeçmediğim bir şeydir. O zaman mecburiyetten yarattığımız bu çözümün yıllar içerisinde Mardin’de pansiyonculuğun başlamasına ön ayak olduğunu görmenin keyfi bir yana, çeşitli evlerde pişirilip birlikte yemek üzere kaldığımız evin terasına getirilen Mardin’e özgü ev yemeklerinin tadı hala damağımdadır. Bir de çocukların yabancılara hiç alışkın olmadıkları o dönemde, yemek yerken bizi nasıl merakla damlardan seyrettiklerini, bizimle birer cümle konuşmak için nasıl aslında çok utanarak ama asla vazgeçmeyerek etrafımızda dönendiklerini hiç unutamam. Bu yüzden naçizane öneririm; Mardin’e gittiğinizde ne yapın edin, bir Mardin evine kendinizi davet ettirip içerisini görün. Misafirperverdir Mardinliler ve sıcakkanlıdırlar; sizi hemen buyur edecek ve ellerinden gelen en iyi şekilde ağırlayacaklardır zaten. Böylece hem bu büyülü kentin en önemli özelliğini gerçekten görüp yaşamış olursunuz, hem de ömür boyu sürecek dostluklar kazanırsınız. Eyvanları, tavanları, avluları, el işi örtüleri, kuyuları, ocakları, birbirinden güzel bakırları ve duvarlarındaki aile büyüğü fotoğraflarıyla bu evler size bambaşka dünyalar gösterecektir. (Söylemeye gerek yoktur herhalde; sözünü ettiğim Mardin,”Eski Mardin” denilen tarihi kenttir tabii ki. “Yeni Mardin” kentin biraz aşağısındaki yamaçta yakın zamanda kurulmuş olan bir bölgedir ve doğrusunu isterseniz, tüm modern görüntüsüne ve konforlu yapılarına rağmen, bana her gördüğümde “eski kentin olağanüstü estetiğinden hiç mi ibret alınamazdı yenisini yaparken acaba?” dedirtir. Yıllar içerisinde, yalnız nüfus artıp yeni yerleşim alanları gerektiği için değil, eski evler altyapı olarak çok fazla teknolojik konfora sahip olmadığı için de tasarlanmıştır Yeni Mardin ve aslında başlangıçta amacı bu olmasa da, aynı zamanda Eski Mardin’in kurtuluşu olmuştur. Yaşamın Yeni Mardin’e kaymasıyla, tarihi kentteki yanlış yapılaşma ve evlere sonradan bölümler eklemlenerek estetiğinin ve mimari özelliğinin hızla bozulması durumu da engellenmiştir. Şimdilerde uluslararası fonların desteğiyle, Eski Mardin’deki tarihi evlere sonradan eklenen bu yapılar yıkılıp ayıklanmakta ve kent orijinal görüntüsüne kavuşturulmaya çalışılmaktadır.)
Her ne kadar baskın özelliği kentin mimari yapısı ve bu yapının dağların önünde oluşturduğu çarpıcı görüntüyse de, Mardin’in ilginç olan tek yönü kentin merkezi değildir. Çevre ilçelerin türlü özellikleri de Mardin’in lezzetine lezzet katar; yörede akarsu kıyısında olan bölgeler, ovadaki genel durumun aksine yemyeşil bir görüntüye sahiptir. Bu ilçeler arasında ilk sözü edilmesi gereken Savur’dur. “Yeşil Savur” diye de anılan Savur ilçesini ben hep içime düşürdüğü huzurlu yaşama sevinciyle hatırlarım. Dere kenarında olduğu için dört yanı suyla çevrili, sulak bir ilçedir Savur; çevrenin bitki ve renk dokusu içerisinde adeta bir vahayı andırır. Meyvecilik ve kavakçılıkla geçinir; özellikle kirazı ile ünlüdür ve Osmanlı sarayının mutfağına buradan kurutulmuş erik gittiği belgelerde kayıtlıdır. Savur Kalesi, yörede eskiden beri var olan çok sayıda kalenin en ilginçlerinden birisi olarak kabul edilir. (‘Merdin’ kelimesi, ‘kaleler’ anlamına gelmektedir.) Görüntü olarak Mardin kent merkezine çok benzediği için “Minyatür Mardin” diye de adlandırılan Savur’daki evlerde Süryani taş ve ahşap işçiliğinin en ilginç örnekleri görülebilir. Benim en hoşuma giden şeylerden birisi, evlerin birbirinden ilginç kilitleridir. Yöre mimarisinin en güzel örneklerinden olan Hacı Abdullah Bey’in taş konağının terasından aşağıdaki yemyeşil üzüm bağlarına ve meyve bahçelerine bakmak kadar dinlendirici az şey vardır diye düşünürüm. Bu manzara bana hep sonbaharda geri gelip o olağanüstü güzelliği bir de sarıdan kızıla kadar birçok farklı tondaki haliyle görmeyi ilham eder; bu yüzden her seferinde bir sonraki bağbozumu vakti orada olmayı ve Savur’un lezzetli üzümü “mazruna”yı ellerimle dalından yemeyi hayal ederim. Kale gibi ihtişamlı bir Osmanlı konağı olan Hacı Abdullah Bey Konağı, eşsiz taş işçiliği, içerisindeki hamamı, kocaman mutfağı ve taş fırını ile en azından ziyaret edilmeyi mutlaka hak eder. Ama eğer görüntüye benim gibi vurulup ruhunuzun orada arınacağını benim kadar güçlü hissederseniz, sadece gezip görmekten fazlasını da yapabilirsiniz çünkü bu konak artık Hacı Abdullah’ın torunları tarafından pansiyon olarak işletilmektedir. Savur’a kadar gitmişken, çok yakınındaki Kıllıt (Dereiçi) köyüne de mutlaka uğramalısınız. Kıllıt son yıllarda terör yüzünden terk edilmiş, daha doğrusu boşaltılmış bir Süryani köyüdür. Yemyeşil bir fondaki güzelim evlerin boşluğu ve yalnızlığı insana anlatılması zor bir hüzün verir. Karşıdan Kıllıt’a bakmak, son yıllarda yörede yaşananlara geri dönüp bakmak gibi bir şeydir. Yeryüzünde eşinin benzerinin pek olmadığını düşündüğüm bir şeye sahiptir Kıllıt köyü; biri Protestan, biri Katolik, birisi de Ortodoks olmak üzere üç kilisesi birden olan belki de dünyadaki tek köydür. Avrupa’daki bir büyük kentte çok doğal olan böyle bir zenginliğe Türkiye’de bir köyde rastlamak insanı hem şaşırtır hem mutlu eder ama bu kiliseler de, tıpkı köyün eski şarap fabrikası veya insansız kalmış meydanı gibi yörenin yeniden huzura kavuşmasını ve eski canlı yaşamlarına geri dönmeyi bekler gibidirler.
Mardin kent merkezi dışında mutlaka ziyaret ettiğim adreslerden ikincisi Midyattır. Midyat, MÖ 9. Yüzyıl Asur tabletlerinde “Matiate” olarak geçen mağara kentin ta kendisidir bence. Sözü geçen bu kentin tam olarak bugünkü Midyatın yerinde olmama olasılığı tabii ki var ama o bölgede olduğu kesin ve bir kentin tarihini bu kadar gerilere kadar izleyebilmek beni büyülediği için, ben Midyat’ın Matiate olduğuna inanmak isterim zira bu durum yörenin beni büyüleyen gizemine çok uyar! Midyat evleri de tıpkı Mardin ve Savur gibi, taş işçiliğinin doruklarından örnekler sergiler. “Bunca yıla taş olsa dayanmaz” dedirtecek kadar eski yapılar, ocağından yumuşak çıkıp kolayca işlendikten sonra havayla temas ettikçezamanla sertleşen Mardin taşı sayesinde dimdik ayaktadırlar. Üstelik Midyatlılar, kentin mimari planının çok ilginç bir başka özelliği ile de çok gurur duyarlar; Midyat’ta evler, hiçbir evin gölgesi ötekinin üzerine düşmeyecek şekilde inşa edilmiştir. Midyat, yörede en fazla Yezidi nüfusuna sahip olan yerdir aynı zamanda. Son zamanlarda moda olan bu yörede çekilmiş televizyon dizilerinde kullanılan mekan olduğu için Mardin’i bilmeyenlerin bile tanıdığı Midyat Devlet Konuk Evi’nin terasından kenti seyretmek, Antik Midyat Kenti’nde dolaşmak, Midyat merkez gümüşçüler çarşısında alışveriş yapmak ve restore edilerek otele dönüştürülen Kasr-ı Nehroz’da bir gece geçirmek Midyat’ın diğer keyifleridir. Midyat telkari işçiliğinin merkezi olarak bilinir ve ünlü Kürt ailesi Nehrozların konağı olan Kasr-ı Nahroz, size kısa bir süre bu dünyanın dışında yaşama şansı verir.
Oralara gitmişken, bir zamanlar terör yüzünden caddesinde dolaşmanın bile tehlikeli olduğu sınır kasabası Nusaybin’e de uğramanızda fayda vardır. Sadece Mor Yakup kilisesini ve Zeynel Abidin türbesini değil, aynı zamanda yarısı Suriye’de yarısı Türkiye’de olan, orta yerinden sınır geçen bu küçük yerleşim merkezinin artık değiştiğini ve insanların yeni yapılan parkta keyifle oturabildiklerini de görüp mutlu olmak için. Belki Midyat’tan gelirken yolda Beyazsu’ya da uğrar, çağıltıyla akan derenin yanındaki yemyeşil alanda kurulmuş bu mesire yerinde, suyun kıyısına yerleştirilmiş olan “taht”lara uzanıp ağız tadıyla çay içerek dinlenmek üzere bir keyif molası verirsiniz.
Mardin ve yöresi görmekle tüketemeyeceğiniz, tekrar tekrar geri gitmekten bıkıp usanmayacağınız kadar zengin ve ilginç ve benim için en özel olan noktasını en sona saklamış olmama herhalde şaşırmazsınız. Mutlaka uğramadan edemeyeceğim, kaçıncı kez olursa olsun her görüşte yine yeniden aşık olduğum, büyük sarnıcın yanındaki dışı her mevsim püfür püfür esen ve aslında içi antik bir mağara olan kahvehanesinde öğretmeni, jandarma komutanı, kahvecisi, muhtarı ve ille de arsızlık nedir hiç bilmeyen güzel gözlü çocuklarıyla sohbet etmeyi özlediğim yer, Dara Antik Kenti’nin içerisinde bulunduğu Mardin Nusaybin yolundaki Dara köyüdür. Mardin’e ikinci gidişimde Dara’yı ilk kez gördüğümden beri hiç eksilmeyen geri gitme isteğim, beni hiç hayal kırıklığına uğratmamıştır çünkü hem Dara ilk bildiğim haliyle zaten hep şahanedir, hem de her gidişte Dara’ya bilmediğim yepyeni bir Dara daha eklenmiş olur. Hikayeyi baştan anlatmak gerekirse, Mardin’e ilk gidişimde Dara’nın varlığından bile çok fazla insanın haberi olmadığı için, orayı ancak ikinci gidişimde öğrendim. O zamanlar köylülerin üzerine korku dolu hikayeler anlattığı, yörede kimsenin ne olduğunu tam olarak bilmediği, bilinmeyen herşey gibi çekinilen ama köy çocuklarının herşeye rağmen çoktan anne babalarından gizli olarak tüm köşelerini ezberleyip dışarıdan gelen az sayıda meraklıyı korkutmak için kullanmaya koyuldukları bir mekandı. O çocukların gözünde, ilk gezdiğimde içeriyi aydınlatan tek ampulun kablosunu dışarıdan keserek beni yerin otuz metre altında zifiri karanlıkta bıraktıklarında hiç korkmadığım için kazandığım prestij ve beraberinde gelen sıkı dostluklar hala sürmekte… Hatırlıyorum, o sefer, “bizim burada Dara diye bir yer var; tam olarak ne olduğunu bilmiyoruz ama ilginç, görmek ister misiniz?” demişlerdi. Bugün artık kentteki üç-dört sarnıçtan birisi olduğu bilindiği halde hala ilk karanlığından ötürü verilen “Zından” ismiyle anılan sarnıcın ağzına ulaştığımda ömür boyu sürecek bir maceraya ilk adımımı attığım duygusuna kapılmıştım ve hayatımda ilk kez arkeologların kazılar esnasında yaşadıkları heyecanı bu kadar net olarak anlamıştım. Önümdeki karanlığa doğru yürür yürümez yüzüme çarpan yer altının serinliğine heyecan ve meraktan titreyen adımlarla inişimi çok net hatırlıyorum. Aşağıda feci bir korkuyla karşılaşmak da mümkündü sanki, bir daha hiç yeryüzüne çıkamamak da… Bunun yerine, hayranlıktan ağzımı açık bırakan, bilinmezin gizemiyle büyüklüğün ihtişamı birbirine karıştığı için nefesimi kesen bir mekanla karşılaştım orada ve kendimi dakikalar sonra artık dışarı çıkmam gerektiğini bile unutmuş vaziyette etrafıma bakar halde buldum. Bu ilk gidiş on küsur yıl önceydi ve o zamandan beri her gidişimde, Dara’ya nefesimi aynı hızla kesecek yeni bir bölüm eklendi.
Dara aslında zamanla toprak altında kaldığı için bugün üzerinde kocaman bir köy kurulmuş olan bir antik kent. Daha doğrusu farklı devirlerde farklı inançlara sahip uygarlıkların üst üste kentler kurduğu bir yerleşim alanı. Kazılar tamamlanıp tamamı ortaya çıktığında belirecek kent o denli ihtişamlı ki, daha şimdiden Dara’ya “Mezopot amyanın Efes’i” deniyor. Bu tür antik yerleşim alanlarının hepsinde olduğu gibi, burada da geçmiş ile bugünün günlük yaşamı içiçe geçmiş vaziyette. Köylülerin hala kullandığı köprü antik dönemden kalma, evlerin çoğu kalıntılardan alınmış antik taşlarla inşa edilmiş, halen ekin yetiştirilen tarlaların çoğu en önemli arkeolojik alanların üzerinde yer alıyor ve köy çocukları kazılarda bulunan sikkeler yüzünden sürekli define peşinde koşuyor. Dara Antik Kenti’nin varlığını fark edip kazıların başlamasını sağlayan Prof. Dr. Metin Ahunbay’a göre, kent Roma imparatoru Anastasius tarafından kurulmuş. Kentin Ahameniş imparatoru Darius tarafından inşa edildiğini iddia eden başka kaynaklar da var. Kısacası, Dara’nın kuruluş öyküsü biraz tahminlere dayanıyor ama bilinen bir şey var, o da bu yörenin tarihte sık sık Romalılar ile Persler arasında el değiştirmiş olduğu. Sonra Arapların ve nihayet Osmanlıların eline geçiyor Dara. Dara’ya her gittiğimde yeni bir Dara eklendiğini söylememin nedeni devam eden kazılar. Başlangıçta birkaç küçük kalıntıdan ibaret sanılan alan kazıldıkça yepyeni köşeleri ortaya çıkıyor ve insan kısa bir aradan sonra her Dara’yı gördüğünde bir kez daha şaşıp kalıyor. Ben ilk gittiğimde ana sarnıç, köprü ve su kanallarından başka bir bölümü görülmeyen kentin, bugün diğer sarnıçları, mağara evleri ve kaya mezarları bulunmuş vaziyette. O zaman yüksekçe bir tepe zannettiğim yer şimdi farklı uygarlıkların üst üste mezarlık olarak kullandığı bir nekropol alanı olarak gün ışığına çıkmış bulunuyor. O zaman yarısı toprakla dolu olduğu için on beş metrelik bölümünü yere oturup kayarak indiğimiz “zindan”artık içerisine antik çağdan kalma merdivenlerle inilen bir sarnıç. Yörenin ilk barajı, ilginç yer altı yerleşim bölümleri, kilisesi, eski taş yolu, su değirmeni ve daha kimbilir yerin altından çıkmayı bekleyen nice bölümüyle Dara, hala biraz efsane niteliğinde. Bahsetmeden geçemeyeceğim bir şey, Prof. Ahunbay’ın yöredeki çalışmaları. Arkeolojik kazılarla kısıtlı kalmayan bu çalışmalar, köy halkında yarattığı bilinçle de beni çok etkiliyor. Metin Ahunbay, bir yandan kazıya yardım edip bir yandan da ziyaretçilere gönüllü rehberlik yapan gençlerden ilkokul öğrencilerine kadar köyde herkesi antik kent hakkında eğitmiş ve sahip oldukları bu tarihi zenginliğe değer vermeyi öğretmiş. Bu da, zaten güler yüzlü ve misafirperver olan Daralıların ziyretçilere karşı çok daha yardımsever, köylerine karşı da çok daha kıymet bilir olmaları sonucunu doğurmuş.
Mardin, içerisinde barındırdığı tüm çarpıcı gerçeklere rağmen aslında hala bir masal ülkesi… Tarihindeki karmaşa ve bugünkü sorunları bu durumu değiştiremiyor. Gündelik gündemi ne kadar katı ve keskin olursa olsun, tıpkı binbir gece masallarındaki gibi mistik ve büyülü bir bulutla çevrelenmiş olduğu duygusunu yaşatıyor insana. Bu yüzden, ben tüm sorunlarının farkında olarak, bütün dezavantajlarını tanıyarak ve eksiklerinin hepsini çok iyi bilerek hala Mardin’i son derece mistik, alabildiğine heyecan verici ve neredeyse gerçek dışı buluyorum. Hala insanlarının çok başka, öykülerinin çok can alıcı olduğunu düşünüyorum. Mardin veya diğer isimlerisinden birisiyle Erdoba, yaşı olmayan, herhangi bir türün sınırlaması içerisine sokulamayacak, tanımlaması zor bir kent kısacası.
Mardin’e giderseniz eğer, damağınızda mahlepli Mardin çöreğinin, kakuleli kahvenin, mavi renkli badem şekerlerinin tadı kalacak en çok muhtemelen. Bir de belki kuyumcu, berber gibi farklı Süryani esnafından satın aldığınız tortulu Süryani şarabının. Kulağınızda en çok Mardinlilerin çoğunlukla konuştuğu Arapça ve biraz da Kürtçe; gözünüzün önünde ovanın sonsuzluğuna karşın sokakların darlığı ve evlerin yakınlığı… Geri dönerken bavulunuzda bıttım sabunu bulunacak ve belki de bir iki parça bakır eşya. Ama eminim aklınızda kalan ve ruhunuza ebediyen yerleşen, bunların hepsinden fazlası olacak…
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır