Şu saatte böyle olduğuna göre, günün ilerleyen saatleri eni konu sıcak olacak demekti. Güneş daha fazla yükselmeden balkondaki çiçeklere su vermeliyim. Sahil yolu şimdiden hareketli. Yürüyenler, koşanlar, biraz yürüyüp biraz koşanlar, bisiklete binenler, kaykayla gidenler, scooter tercih edenler, hatta sirklerde gösteri yapar gibi 30-35 santim çapındaki minicik bir lastik tekerlek üzerinde denge bulup hava atanlar… Elektrikli araçlarla gidip gelenleri saymıyorum. Bir ikili var, onlara bayılıyorum. Biri genç, kıvırcık uzun saçlı; bir kaykayın üzerinde, partneri kangal değil ama belki kangaldan bile iri bir köpek! Bazen köpek kızak çekermiş gibi kaykayı uçuruyor, bazen genç hızlanıyor, köpeğini çekiyor. Öyle mutlu ve öyle uyumlu görünüyorlar ki…
Yol sanki her günden daha hareketli. Birden hatırlıyorum, öyle ya, bugün Pazar, tatil günü, işe gitme endişesi yok!
Güney- doğudan gelen hafif bir esinti, ciddi bir yarışmayı duyuruyor! Az gerideki komşunun bahçesindeki manolyalar açmışlar; öte yandan hemen önündeki ıhlamur da pürnakıl… Buyurun bakalım yarışmaya! Doğrusu böyle bir yarışmada yan tutacak değilim, varsın kendi aralarında yarışıp dursunlar, çiçeklerinin açık kaldığı sayılı günler boyunca, dünyaya birbirinden güzel kokularını savursunlar.
Büyüğü kız 11-12 yaşlarında iki çocuklu bir aile İskele tarafından geliyorlar. Tam bizim evin önündeki banka oturdular. Neşeli bir aile şakalaşıyorlar, kahkahalar atıyorlar, belki de küçük oğlana sataşıyorlar; çünkü hem gülüyor, hem “hayır, olmaz” der gibi hareketler yapıyor
Bir baktım, kendimi de gülümserken buldum. Ne güzel! Herkesin birbirine en bedbin bakışlarla baktığı şu günlerde neşeleri bana geçmişti sanki! Derken anne, kocasının yanındaki sihirli çantaya uzandı. Uzaktan pek kestiremiyorum, önce bir kutudan poğaça cinsi bir şeyler çıkardı. Ardından kendiyle eşine termosla çay veya kahve, çocuklara küçük kutularda süt ya da meyve suyu benzeri içecekler, yetmedi, soyulmuş meyveler… Dedim ya, çanta sihirliydi diye!
Ardından fotoğraflarla bu güzel günü belgelemeye başladılar; tekli, ikili, üçlü…geçen kaykaylı bir grubu durdurup onlara dördünün birlikte resimlerini çektirdiler. Hatta, ”o gün kaykaycılar resmimizi çektilerdi” dercesine, onlarla da birlikte poz verdiler.
Bir konuğum, elinde minik bir saksı, beğendiğimi, hatta kıskandığımı söylediğim çiçeğinden bana ekmiş, getirmiş. Birlikte balkonda oturuyoruz, keyifliyiz. Yalova yönünden dört büyük, üç çocuk bir grup geliyor. Kara saçlı, kara bıyıklı, kara gözlüklü bir adam önde. Davranışlarına ve havasına bakılırsa, belki de Karamürsel Kralı! Kadınların yaşları belli değil, üçü de siyah çarşaflı, siyah eldivenli ve yüzleri yalnızca görmelerine izin verecek ince çizgi halinde birer açığı olan siyah peçeli! İki arabada iki bebek, bir de kadınlardan birinin yanında yürüyen üç dört yaşında bir kız çocuğu…
Karamürsel Kralı, ara ara, arkasından gelenlere yan gözle bakıyor!
Sanki hava karardı, sanki bulutlar yerlere kadar indi… Konuğum tuhaf bir sesle, “Serada çalışan Suriyeli haremini Pazar gezmesine çıkarmış,” dedi. Bir şey söylemek istedim, galiba sesim çıkmadı, vaz geçtim. Onların ardından sahil yolunda yürüyüşe çıkmış dört kara yağız Afgan, etrafa en zehir gibi bakışlarını atarak geçtiler. Ürperdim. Elimde olmadan bakışlardan rahatsız oldum, üstümde, başımda, halimde olumsuz bir şeyler aradım…
Az önce içimde mutluluktan, sevecenlikten bir billur vazo oluşmuştu. Birden, sesi yüreğime işleyen bir şıngırtıyla düştü, bin parça oldu, yüz bin parça oldu, birbirlerine eklenemeyecek kadar dağıldılar. Kaç gündür, demografik yapımızın bozulduğuna, hatta bazı yerlerde, yabancıların Türk nüfusunu geçtiğine dair okuduklarım gözümün önüne geliyor. Üzüldüğümü çok belli etmiş olmalıyım ki, konuğum, ”Ne oldu böyle size?” diye sordu. Yanıtlayamadım, çenemle yoldan geçenleri gösterdim.
“Ohho! Siz sakın Yalova’ya filan gitmeyin, bütün şehirde bu manzarayla karşılaşırsınız, hiç size göre değil, hasta olursunuz” dedi.
Haklıydı, yaşlıydım, kaldıramazdım, ben başka bir Türkiye’nin, başka bir zamanının insanıydım. Bu yazıya başlamıştım bir kere, yarım bırakmak olmazdı ama içimdeki kırıkları toparlayamıyordum. Herkes bir değildi ki! Kimi, “Bu da geçer yahu!” deyip başını çevirecek, gördüklerini anında unutacak; kimi de benim hissettiklerimi hissedecek, üzülecekti. “İyisi mi” dedim, daha uzatma, ne kendini ne de kendin gibi olup da bu yazdıklarını okuyacak olanları üz…
Ayla Özberk