Coğrafya Kaderdir; Togo, Benin ve Gana

18 Ocak 2021

Erken yaşlarda kendi güvenli alanımın dışına çıkıp farklı coğrafyaları keşfetmeye başlamak kendimi inşa sürecindeki ilk adımları atmamı sağladı. Gittiğim farklı topraklarda en çok üzerinde durduğum konu, coğrafyanın doğası ile iletişim sonucunda ortaya çıkan inanç ve gelenekler oldu. Tarihi köklerini hâlâ devam ettiren coğrafyalarda yaşanan gerçeklikler toplumsal gelişimleri de farklı pencerelerden gözlemleme şansı verdi. Batı Afrika’ya yaptığım son seyahatim, birbiri ile çok bağımsız görünen gelenek ve ritüellerin köklerinin, esasında Dünya’nın farklı coğrafyalarında ne kadar benzer olduğunu görmemi sağladı. Eksik bilgilerle yanlış tanıdığımız Voodoo kültürü ile Asya Şamanizmi arasında bağ kurabilmek de bu yolculuğun kazanımları arasına girdi.

Batı dünyası, kurallı dinlerin dışında kalan inançların çok büyük kısmını “Şamanizm” adıyla kümelese de, doğa ile insan arasındaki iletişim binlerce farklı inanışın ortaya çıkmasına sebep olmuş. İnanç, doğanın insana bonkörlüğüne göre biçimlenmiş. Jared Diamond ve Yuval Noah Harari’nin kitaplarında da anlatılan örneklerde olduğu gibi, gelişmiş toplumlarda kendi gibiler arasında ciddi bir görev dağılımı ve anlayış olmakla beraber, kendi gibi olmayanlara saygıları azalıyor. İhtiyaç fazlasının üretildiği coğrafyalar teknolojik olarak ilerlerken, kendilerini dünyanın efendisi saymakta çekince görmüyorlar. Bu “efendi” kavramı belki bazı ilerlemeleri sağlasa da, insanın içsel yolculuğunda birçok dengesizliğin temelini oluşturuyor. Aynı durumun bizim gibi olan ve olmayanın başına gelmesi dahi olay hakkındaki değer yargılarımızı etkileyebiliyor. Afrika kıtasında ise toplumda görev alma ve birey haline geçiş sürecinde temel nokta sözlü gelenekler ile günümüze ulaşmış olan inisiyasyonlar. Ritüeller ile belki de yeniden doğan ve birey haline dönüşen insanlar fiziki yaşamlarının sonuna geldiklerinde dahi ulaştıkları yeni boyutta farklı görevi simgeliyorlar. O yüzden doğumdan ölüme ve hatta ölüm sonrasına kadar birçok farklı ritüel ile konumları belirleniyor. Diğer taraftan bizim ilkel diye adlandırdığımız bu toplumlar esasında kendileri gibi olmayanı çok daha rahat kabullenme potansiyeline sahipler. Tanrılarının ve ata ruhlarının herkesi farklı görevlendirmesi ön kabulü farklılıkları da normalleştiriyor.

ZİNDANLAR

Ali Şeriati’nin kullandığı “insanoğlunun dört zindanı” kavramı birçok seyahatimde aklıma gelir. Bunlar; doğa, toplum, tarih ve insanın bizzat kendisi… Yaşadığımız doğa ve toplumun kültür özellikleri hayatımızın niteliğini belirleyen kavramlar. İnançların ve yaşamın evriminde bile bu zindanların dışına çıkabilmek hiç kolay değil. Afrika dinlerinin güncel hali geçmişin gölgesini çok fazla hissettiriyor. Her coğrafyanın kendi zindanları var. Geçmişi ile boğuşan Afrika ise kendisine çaresizce çıkış yolu arıyor.

Birinci zindan coğrafya ile başlarsak iklim koşulları ve sıcaklık Afrika’da hayatı en fazla şekillendiren özelliklerden biri. Bulundukları enlemin sıcaklıkları bir taraftan insanların gün içerisinde daha az hareket etmelerine sebep olurken diğer taraftan da sürekli bir yiyecek kaynağı sağlıyor. Toprağı eşelediğinizde her zaman yiyecek bulma ihtimali insanların gelecek korkusuna kapılmamalarını sağlıyor. Ancak organizma zorluklar karşısında evrilen ve çözüm üreten bir doğaya sahip olduğu için belki de bu rahatlık yüzyıllar boyu sert iklim coğrafyalarında yaşayan hemcinsleri ile teknolojik farkın açılmasının da temelini oluşturmuş. Disiplin ve toplumsal bilince sahip olmadan yaşama ihtimali olmayan kuzey insanları ilerlerken doğanın belli konularda bonkör davrandığı bu kıtanın insanlarının teknolojik gelişimleri çok geride kalmış.

Tabii bunları düşünürken aklıma açlıktan ölen Afrikalılar da geliyor. İlk Etiyopya seyahatime gittiğimde beni hayrete düşüren konulardan biri ülkenin ne kadar verimli topraklara sahip olduğuydu. Erken yaşlardan aklımda kalan Live Aid konserleri ve Afrika’da açlıktan ölen insanlar olgusu benim kafamda Afrika topraklarının çorak ve üretime müsait olmadığı önyargısını oluşturmuştu. İlk başlarda anlamakta zorlandığım bu olguyu bu ülkelerde en verimli toprakların batı insanlarının ihtiyaçları için üretime ayrıldığını ve yerel halkların yaşam koşullarının günümüzün ekonomik sisteminde bir nevi kölelik şeklinde olduğunu fark ettiğim zaman anlayabildim. Tüm verimli topraklar ekonomik değeri olan ürünlere ayrılırken, doğal bitki örtüsü tahrip edildiği için en ufak bir kuraklıkta açlığa mahkûm edilen halkların değişmesi kolay olmayan bir kaderleri bulunuyor. Bazı bölgelerde kahve ve pamuk, diğerlerinde kaju fıstığı ve kakao üretimi devam ettikçe de bu acılar bitmeyecek gibi duruyor. Hollandalı Teun Van de Keuken gibi aktivistlerin bunu zamanında kamuoyuna taşımaya çalışmaları ve hatta “kölelik karşıtı” çikolata üretmeye başlamaları ( Tony’s Chocolonely) günümüzde etkin görünmese de ilerisi için ufak da olsa bir umut vadediyor.

İkinci zindanımız tarih ise en az birincisi kadar önemli. Jared Diamond’un “Tüfek, Mikrop ve Çelik” eserinin özünü oluşturan “neden Avrupalılar Amerika’yı keşfetti, Amerikalılar Avrupa’yı keşfedemedi?” sorusu Afrika’nın hikayesini de çok etkiliyor. Buğday üretimi ile başlayan süreçle birlikte Avrasya halklarının teknolojik ilerlemesi, Akdeniz çanağı ile başlayan üretim, fetih ve hükmetme süreci esasında ayrı bir yazının konusu. Ancak kendi görüşümce tarih için dönüm noktalarından biri kabul ettiğim İstanbul’un Osmanlı tarafından fethedilmesinin ertesinde Avrupa halklarının yeni ticaret yolları aramak zorunda kalmaları Afrika tarihinde de yeni bir sayfanın açılmasına sebep oluyor.

KÖLELİK

Kölelik kavramında biz Avrupa halklarını suçlasak da esasında tarım toplumuna geçişten itibaren silahlı gücü elinde bulunduran tüm hakların yaptığı bir uygulama. Ancak Amerika kıtasının keşfi ve kıtada yaşayan yerel halkların çalışma şartlarına dayanamayıp telef olmaları, Afrika topraklarından 20 milyondan fazla insanın köle olarak taşınmasına sebep olan bir dönemi başlatıyor. İlk olarak Portekizlilerin başlattığı uygulama Hollandalıların ticari zekâsı sayesinde de büyük bir gelir kaynağı haline dönüşüyor. İngilizler ve Danimarkalılar da bu sektörden büyük gelirler elde ediyorlar. Özellikle de Batı Afrika halklarının maruz kaldığı içler acısı durumun kültüre olan etkilerini de yazının ileriki bölümlerinde göreceğiz.

Diğer taraftan ise her ne kadar Avrupalıları bu konuda suçlasak da en azından topraklardaki feodal yapı ve Afrika krallarının günahları en az Avrupalılar kadar fazla. Gelişmiş ülkelerden gelen silahları kullanarak kendi egemenlik alanını güçlendirmek isteyen ve bu sistem sayesinde büyüyen krallıklar, düşmanlarına satın aldıkları silahlar ile üstünlük sağlayan ve bu gücü de yeni silahlar alabilmek amacıyla rakip toplumları köle olarak satmak için kullanana krallar sektörün büyüyerek büyük bir travma haline dönüşmesine sebep olmuş. Bunun da inanç yapısına çok ciddi etkisi olduğu hakkında bir fikrim oluştu.

ÇARESİZLİĞİN ÇARESİ

Din, teknolojik olarak geri kalmış birçok coğrafyada “çaresizliğin çaresidir”. Bazen fiziki anlam getiremedikleri kavramlara, bazen de güçlerinin değiştirmeye yetmedikleri acılara karşı sığınacak bir liman olarak görürüm. Batı Afrika Voodoo dininin bir parçası olan “Kara Büyü” ile tanıştığımda bu düşüncem daha da perçinlendi. Esasında kötü büyü ya da kara büyü diye adlandıracağımız kavramlar ve bunlardan korunmak için yapılan büyüler tüm inanç sistemlerinde mevcut. Asya şamanlarının da geçmişteki asli görevlerinden biri olan, savaşlar esnasında kara şamanın rakiplerini dize getirmek için ruhlardan yardım istemesi de benzer bir uygulama. Ya da kötü ruhlardan veya nazardan korunmak için taşınan mıuskalar birçok farklı inançta da karşımıza çıkıyor.

Ancak, Afrika’da köleliğin yaşattığı travma günümüze kadar tedavi edilmiş değil. Çaresiz kaldıkları ve güçlerinin yetmediği acılar ile baş edebilecekleri en önemli umut haline dönüşmüş. Ateşli silahlar karşısında ezildikleri, attıkları okların zırhlara etki etmediği düşmanlarını totemlerini yaparak ve totemlere acılar çektirerek yenmeyi hayal etmişler. Günümüzde de çaresiz kaldıkları acılara karşı bir sığınma yöntemi olmuş. Totemlere yapılan büyünün etki etmemesi ise bir başarısızlık değil. Karşı tarafın da koruyucu muskası olduğu için oradaki “Bokonon’un” (Afrika şamanı) gücünün koruduğuna inanıyorlar. Günümüzde Batı Afrika toplumlarında %60 üzerinde voodoo inancının (başka dine mensup olsalar da) devam ediyor olması çaresizliğin günümüzde de devam ettiğinin bir göstergesi.

CADILAR KÖYÜ

Yolculuğun en ilginç noktalarından birisi Burkina Faso, Togo ve Gana sınırlarına yakın, cadıların sürgüne gönderildiği köylerden birini ziyaret etmek oldu. Kendi köylerinde cadılık ile suçlananların sürgün olarak yollandığı köylerden birinde sürgün cadılar ile tanışma fırsatım da oldu. Bölgede her ne kadar birçok Bokonon gerektiğinde kara büyü yapabilme gücüne sahip olsa da, genelde toplumda ağırlığı olmayan kişiler bu konuda suçlanırsa köylerinden sürgün edilmektelermiş. Gittiğim köyün kralı ise cadıların gücünü yok etme özelliğine sahip olmasından dolayı gelenlerin gücünü tamamen yok edip burada kalmalarına izin vermekteymiş. Bunun gibi de 5 köy bulunmaktaymış.

Uygulanan ritüele göre cadı, kral ile kimsenin olmadığı bir tören alanına getiriliyor. Burada bir tavuk sunakta kurban ediliyor ve cadılıkla suçlanan kişiye kurbanın havaya atıldıktan sonra hangi şekilde yere düşeceği soruluyor. Tavuk dediği şekilde düşerse içindeki kötü ruh ortaya çıkmış oluyor. Kral kendisine hazırladığı özel bir içeceği tavuğun kanı ile karıştırarak içiriyor ve artık gücü yok olduğu için hayatının sonuna kadar o köyde sorunsuz yaşama fırsatına sahip oluyor.

Genelde bu cadıların yaşlı ve güçten düşmüş kadınlar olduğunu gözlemledim. Buraya sürgün edilme sebebini sorduğum bir cadı bana sürgün edilme sebebini de anlattı. Çok eşliliğin hala devam ettiği coğrafyada damadı kız kardeşinin kızı ile de evlenince sinirlenmiş ve lanet okumuş. Ertesi gün de damadı ölünce köy ahalisi onu cadılıkla suçlamış. Dediğine göre buradaki ritüelde masumluğu ispatlanmış. Ancak ritüel halka açık yapılmıyor ve ritüelden çıkan herkes masum olduğunun ispatlandığını söylüyormuş. Bu belki de huzur içerisinde yaşamlarını devam ettirecekleri bir imkân yaratıyor.

KRALLAR

Batı Afrika dendiği zaman ilk akla gelenlerden biri Ashanti kralları. Gana’nın büyük bir kısmını kaplayan coğrafyada yaşayan bu krallar günümüzde simgesel olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Toplamda bölgede yaşayan 300 kralın 200 tanesi de Ashantilerde.Ancak kral konusunu biraz daha farklı irdelemek gerektiğini düşünüyorum.

Yol boyunca yaklaşık 15 tanesi ile karşılaşma şansımız oldu ve temel gözlemim kralların feodal beylerden veya rant odaklarından farklı olduğu şeklinde. Bir bölgedeki kral her zaman en zengin veya güçlü olduğu anlamında gelmiyor. Toplumun içerisinde kendisinden daha varlıklı insanlar olsa da herkes kendisinin simgesel konumuna saygı gösterip düzenin kurallarına tamamen uyuyorlar. Biz de her gittiğimiz köyde bu ritüele uyarak önce kralı ziyaret edip saygımızı ifade ettik ve kendisinden izin aldıktan sonra gezilerimizi gerçekleştirdik. Daha ilginç kısmı ise kralın iznini aldıktan sonra ne fotoğraf çekimi ne de iletişim konusunda kimsenin size tepki göstermemesi. Simgesel gibi gözükse de halkın bu geleneklerine çok ciddi bir şekilde bağlı olduğunun da göstergesi. Tabi bu geleneklere Avrupa’dan yansımış etkiler de mevcut. Gana tarafında gördüğümüz Ashanti krallarının en önemli simgeleri kapalı alanda dahi olsalar kafalarının üzerinde şemsiye tutulması. Muhtemelen gelenek buralara gelen İngiliz asillerinden özenerek oluşmuş.

GELENEKLER VE İNİSİYASYON

Kabile toplumlarında birey haline dönüşebilmek için kadın ve erkek herkesin belli bir ritüele göre inisiye edilmesi bölgede sürekli karşımıza çıktı. Bireyler toplumun bir parçası olmak için önce bir eğitimden geçiyor ve hazır olduklarında bir ritüel gerçekleştiriliyor. Kadınlarda ve erkeklerde sünnet çok yaygın uygulanmakta ama kadın sünneti geleneğini bitirmek için yoğun bir çaba harcanıyor. Ancak coğrafyayı görünce sünnetin sebebini görebiliyorsunuz. Bizim açımızdan kabul edilmez olsa da sıcak iklim ve teknolojinin olmadığı coğrafyada kadınların zevk alma duyularının yok edilmesi bir nevi doğum kontrolü olarak görülmüş. Farklı meşgalelerin olmadığı ortamda çocuk ortalaması çok yüksek.

Doğada yaşamak, yiyecek bulmak ve gerektiğinde savaşmak zorunda olan erkeklerin inisiyasyon sürecinde fiziksel acıya dayanıklılık öne çıkmakta. Vücutlarının acıya dayanıklı olması ve zorluklar karşısında şikâyet etmiyor olmaları en önemli erdemlerden biri olarak kabul ediliyor.

Dışardan biri dahi olsanız aralarında iken fiziki bir acıya karşı vereceğiniz tepki, sizin dışlanmanıza sebep olabiliyor. Erkekler evli olsalar dahi inisiye olmadan toplum içinde görev alamıyorlar veya kendi evlerini kuramıyorlar. Kabilesine göre değişmekle beraber her kabilede süreç esnasındaki çırakları ve üstatları üzerlerindeki simgelerden ayırt edebiliyorsunuz. Örneğin ziyaret ettiğimiz Taneka köyünde inisiyasyon sürecindeki gençlerin saçları topuz yapılmıştı ve üstatların saçları kazınmıştı.

Kadınlar ise birçok bölgede inisiyasyon dönemini ormanda bir ay kadar yalnız kalarak geçiriyorlar. Çırılçıplak ormana gidip hayatlarını idame ettirmeyi sağladıktan sonra da toplum içine ergenliğe geçmiş olarak kabul ediliyorlar. Tamberma ve Betamaribe kabilelerinde kadınların simgesel başlıkları dikkat çekiciydi. Hayvan boynuzu takılmış olan başlıkları sadece inisiye olan kadınlar takabilmekteler.

CENAZE

Beni o bölgede en çok etkileyen konulardan biri de yaşama ve ölüme bakışları oldu. Bölgeye yapılan bir seyahat esnasında Ashanti cenazesine denk gelmek özellikle Akdeniz çanağının kültürüne sahip insanlar için ilk başta anlaşılmaz gelebilir. Ölen bir insan ardından biz ağıtlar yakar ve büyük acılar yaşarken Afrika insanı bunu büyük bir kutlama haline dönüştürebiliyor.

Bence bu hayata bakış ile alakalı. Mezopotamya kökenli din ve kültürlerin bize öğrettiği bu dünyanın bizim için yaratılmış ve bizim de bu dünyayı yönetmek için yaratıldığımız inancı ve dünyaya hâkim olan gelişmiş teknolojimiz, şehir insanlarının kendini her şeyi yönetebilen bir canlı türü olarak kabul etmesine sebep olmuş.  Hayata ve doğaya hükmedebilme uğraşımızın içinde kendimizi en güçsüz ve başarısız hissettiğimiz olgu ise “ölüm”. Birçoğumuz hastalıklar sonucunda yakınlarımızı kaybettiğimizde giden kişiye olan özlemin haricinde kendimizi başarısız hissederiz. Kazanmak üzerine kurulu hayat düzenimizde ölüme karşı çaresiz kalmak hayata karşı kaybetmenin başarısızlığıdır. Birçok Afrika toplumlarında ise yaşam ve ölüm bir döngünün parçası olduğu için ölüm bir yenilgi olarak kabul edilmez ve yeni bir sürecin başlangıcıdır. Cenaze törenleri de yolculuğa uğurlama kutlamasıdır.

Gana geleneklerine göre esas cenaze töreni toprağa verilme esnasında değil, ruhun ata yurduna varmasından sonra gerçekleşiyor. Bedenin ölümünden sonra ruhun çıktığı seyahat eğer erdemleri yeterli ise ata yurdunda sona eriyor. Bokononlar ata yurduna varışın haberini aldıktan sonra da aile bu yolculuğu kutlamak için büyük bir davet düzenliyor. Günler önceden sokaklara ilan asarak ve büyük bir davet vererek ruhun huzura ulaşmasının kutlamasını herkes ile birlikte yapıyorlar.

Nijerya kökenli Yorba kabilesi ise atalar ile bağlantıyı cenaze ertesinde belli dönemlerde esrime yaşayan şamanların yaptığı “Egun Egun” dansçıları ile sağlıyor. Moğolistan’da yaşadığım kara şaman ayinlerini anımsatan bu ritüel esnasında dansçılar atalardan gelen mesajları köyün halkına iletiyorlar. Dansçılara dokunmanın tabu sayıldığı bu ayin esnasında bilinçdışı, ruhların yönlendirmesiyle hareket eden şamanların halk ile temasını engellemek ile görevli gençler teması engelliyor. Bizim tek yabancı olarak katıldığımız ayinde ise hem dansçılar hem de halk biz yokmuşuz gibi davranarak ataları ile bağlantıyı kurdular.

Ritüeller aynı zamanda eğitim amaçlı da olabiliyor. UNESCO Somut Olmayan Kültürel Miras Listesinde bulunan “Gelede” dansı çağlar boyu evrimleşmiş ve halkı eğitmeye adanmış bir ritüel. Efsaneye göre kendilerine çok kötü davranılan Yoruba köyü kadınlarına, tanrılar erkeklerini terk edip gitmeyi salık veriyor. Erkekler köye döndüklerinde ise eşlerini yerlerinde bulamıyorlar. Belli bir süre yalnız yaşadıktan sonra hatalarının farkına varıyor ve tanrılardan yardım istiyorlar. Tanrılar, kadınların kendilerini kabul etmeyeceği için kıyafet değiştirip maske takarak ve kadınsı davranarak mesajlarını iletip özür dilemelerini salık veriyorlar. Bu şekilde alınan olumlu sonuçtan sonra da halka doğru mesajları iletmek için çağlar boyu devam eden bir gelenek haline geliyor. Her zaman erkeklerin yaptığı ama kadınsı davranışlar ile mesajı maskelerle ilettikleri bu dans ülkenin en bilinen geleneği olmuş.

Benim için en hüzünlü anılar kıyıya yaklaştıkça karşıma çıkmaya başladı. Nokwe Gölü’nde geçmişte kölelikten kaçanların sazların üzerinde kurduğu ve sonradan otuz bin kişilik bir nüfusa ulaşan Ganvie Köyü, birçok farklı kabileden kölelikten kaçmaya çalışan özgür ruhlu Afrikalılar tarafından kurulmuş. Kıyıya geldiğinizde karşılaştığınız Ouidah şehri ise kölelerin Afrika’yı hayatlarında son kez gördüğü noktalardan biri. Kölelik yolunun sonunda dönüşü olmayan limanda yapılan ritüel ise tamamen anıları yok etmek ve özlem duymamak için Afrika’yı unutmak üzerineymiş…

Toplumun kuralları birçok konuda hayatı düzenlese de yüzyılların getirdikleri alışkanlıklar günümüzde Afrika haklarının üçüncü zindanı olmuş durumda. Son yüzyıllarda sürekli Avrupa toplumlarının boyunduruğu altında yaşamanın getirdiği ve esasında kendi özlerinden gelmeyen birçok kural da barındırıyorlar. Beni en çok rahatsız eden konulardan biri de, gittiğimiz yerlerde halkın kendisini beyazlara karşı zayıf ve güçsüz hissetmesi oldu. Geleneklerinin içine nüfus etmiş olan kölecilik ve sömürge dünyasının adetleri kilit noktalarda karşımıza hep çıkıyor ve topluma yararlı bir sebep için çıkan geleneklerin bile zararlı hale dönüşmesine zarar veriyor.

Yüzyıllar boyu ezilmiş olmanın getirdiği travmayı atlatmaları ne yazık ki kolay olmayacak. Birçok yerde insanlarla konuşurken hitap olarak kullandıkları “boss” kelimesini “brother” şeklinde düzeltmek zorunda kalmam bile benim için insani olarak bir utanç oldu. Batı Afrika coğrafyasının yüzyıllar boyu yaşadığı acılar ve kanıksanmış ezilmişlik duygusunu aşmadan bu toprakların insanlarının eşit şartlarda yaşamasının çok kolay olmayacağı aşikâr. Gelişmiş ülkelerde yaşayan “beyaz” halkların alışkın oldukları ekonomik şartların devam etmesi için ne yazık ki dünyanın büyük bir kısmı eziyet çekmek durumunda. Onların acılarının sebeplerinin bizim konforumuz olduğunu içten içe bilsek de hep başka bahaneleri ortaya sürmeyi tercih ediyoruz.

İnsanın en büyük zindanı kendisidir. Yaptığım birçok yolculuk esnasında ise Dünya’yı tanımak için çıktığımı sanırken, esasında kendimi tanımaya başladığımı fark ettim. Gittiğim coğrafyaları kendi değerlerimle yargılamadan, onların penceresinden görebilmek için her zaman uğraşıyorum. Yerel inanışlar üzerinden kültürleri gözlemlemeye çalışırken de insanın doğası hakkında birçok farklı bilgi ile karşılaştım. Her karşılaştığım toplumun düzenini en çok etkileyen konulardan biri nüfusun yoğunluğu oldu. Az insanın yaşadığı klanlarda doğa ile iletişim tabanlı şamanik inanışlar çok daha saf hali ile karşıma çıkarken, nüfusun arttığı coğrafyalarda kurallı dinlerin siyasal ve ekonomik etkileri ile hayatın her alanında karşılaştım.

Diğer taraftan en ufak sayıda insanların yaşadığı köylerde bile birey olma sürecinin ritüeller ile aşama aşama yapıldığını görmek heyecan vericiydi. Biz şehirli insanların eğitimsiz görüp aşağıladığı bu halkların binyıllardır süregelen kadim gelenekler vasıtasıyla eğitildiğine şahit oldum. İlk doğdukları günden bir sonraki evre olan ölüme kadar tüm yaşam süreçlerinde vakti geldiğinde toplumun ileri gelenleri tarafından kademe kademe verilen bu bilgiler hem insan yaşamının hem de düzenin günümüze kadar ulaşmasına katkı sağlamış. Hazmedilerek elde edilen bilgiler ve bir “mantra” gibi tekrarlandıkça özümsenen gelenekler halkların huzur içerisinde yaşamasını sağlamakta.

Yolculuklar devam ediyor ve kendimi tanıma sürecim de hayat boyu devam edecek. İnsanlara göstermek için organize ettiğim seyahatlerde esasında en çok öğrenen ben oluyorum. Bazen bir coğrafyaya defalarca gittikten sonra dahi o zamana kadar fark etmediğim bir noktayı bana gösteriyor ve her yolculuk beni değiştiriyor. Karşılaştığım farklı durumlar karşısında bazen kendimden beklemediğim tepkiler dahi veriyorum. Bu ya içimden gelen bir durum ya da daha büyük ihtimalle yolun bana kazandırdıkları sayesinde oluyor. Yollarda gördüklerim de kendimi inşa etmeme katkı sağlıyor…

Tulga Ozan

Bu yazı daha önce dunyadegismeden.com adresinde yayınlanmıştır. 

Yukarı