Sipadan, Borneo Yağmur Ormanları ve Deniz Çingeneleri

10 Eylül 2021

Görüntülenme Sayısı: 27

Dünyanın en büyük üçüncü adası olan Borneo, esasında defalarca gezilmesi gereken bir coğrafyanın en önemli çekim merkezleri arasında. Cennet köşelere sahip adadaki yağmur ormanları Güney Amerika amazonları ile yarışır vaziyette. Ayrıca dünyanın en önemli dalış merkezlerinden Sipadan ve Mabul adaları da burada. Hemen yakınındaki komşusu Filipinler bir doğa cenneti. Boracay Adası ise görmeye değer. Bali, Java, Sumatra derken yıllarca gezebileceğiniz dünyanın en güzel doğalarından birinin bulunduğu bir bölge Avustralya ve Asya arasında.

Rotamız Borneo ve yakın çevresine odaklanmış durumda. Samporna kasabasına yerleşip, önce Sipadan Adası’nda bir gün dalış programı, sonrasında da daha önce BBC’nin belgeselinde gördüğümüz ve “Deniz Çingeneleri” diye tabir edilen Bajau kabilelerinin yaşamlarını gözlemleme hedefindeyiz. Programımızın devamında Kinabatangan Irmağı çevresindeki yağmur ormanlarında da safari yapacağız ve en son olarak da Sepilok Ulusal Parkı’nda orangutan yaşamını görme şansımız olacak.

Varış günümüz organizasyonla uğraşmakla geçiyor. Ekipten bir arkadaş önceden rezervasyonları tamamlamak için geldi ama gelirken profesyonel bir acente hizmeti almadığımız için son anda yapılan rezervasyonlarda zorlanıyoruz.  Sipadan Adası’na günde sadece 120 kişi kabul ediyorlar ve bize sadece 8 kişilik kontenjan kalmış. Ekip 16 kişi olunca aramızdan bazı arkadaşları elemek zorunda kalıyoruz ve diğerleri Mabul Adası’nda yüzmeye gidiyorlar.

Sipadan deyince herkesin aklına herhalde ilk olarak Robinson ve Cuma temalı bir banka reklamı geliyor. Reklamı izlerken bilgisayarda yaratılmış bir cennet gibi düşünebilirsiniz ama gerçeği çok daha etkileyici. Turkuaz mavisi bir denizin ortasında altın kumlarla oluşmuş ufacık bir kara parçası burası. Gelmeden önce sekiz saatlik tura kişi başı 300 dolar para ödeyince bana rakamlar yüksek gelmişti ama burayı gördükten sonra günlük kişi sınırının ve yüksek ücretlerin buranın korunmasının tek şansı olduğuna kanaat getiriyorum. Tüm gün süren bir deniz aktivitesi yapıyoruz. Sualtı devasa bir akvaryum gibi.

Bizimle gelen dalgıç ekibi çok keyifli çocuklar. Gün içinde sohbet ederken bize iyi bir restoran tavsiye etmelerini rica ediyoruz. Onlar da bize önce kendi balıklarımızı balık pazarından almamızı, sonra da şehirde tanıdıkları bir esnaf lokantasına gelmemizi öneriyorlar. Duşumuzu aldıktan sonra kapanmadan balık pazarına geçiyoruz ve herkes stantların arasında kayboluyor. Bizimkiler büyük balıklara gidiyorlar ve üçer kiloluk “red snapper” ve “trouper” isimli balıklar alıyorlar. Ben girer girmez hemen ıstakoz kısmına dalıyorum ve gerçekten bedava sayılacak fiyatlara alışveriş yapıyoruz. Ben kendi aldığım üç ıstakoz, deniz kabukluları, birkaç tane pavurya ve 6-7 tane büyük mavi yengeç için yaklaşık 100 dolar ödüyorum. Keşke Türkiye’de de bu rakamlara deniz ürünleri yiyebilsek…

Gittiğimiz restoranın adı “Mei Heong”. Dışarıdan bakıldığında belki girmek dahi istemeyeceğiniz bir mekân. Torbalarımızı masanın üzerine yerleştiriyoruz ve aşçı geliyor. Bir Çin restoranı ve gelen aşçı en fazla yirmi yaşında gözüküyor. Uzakdoğu tecrübeme dayanarak en azından otuz olduğunu düşünüyorum ve bu kadar güzel bir alışverişi rezil etmemesi ümidini taşıyorum.

Biz biralarımızı içerken mutfakta hazırlıklara başlıyor şef. Arada gidip izliyorum ve ufak tefek Çinlinin çalışma hızına ve mutfağa hakim olmasına hayran kalıyorum. İçerde tek başına olmasına rağmen harikalar yaratıyor ve sadece tatlarıyla değil, sunumu ile de bize tam anlamıyla bir ziyafet hazırlıyor. Gecenin sonunda herkes tıka basa yemiş olmasına rağmen son kırıntıyı dahi bırakmak istemiyoruz. Bize sürpriz olarak hazırladıkları ve tatlı niyetine getirdikleri taze ton balığından yapılmış saşimi ise damağımızda kalan son muhteşem lezzet oluyor.

İkinci günümüzü tamamen Bajau kabilelerine ayırıyoruz. “Deniz Çingeneleri” ismi BBC’nin çektiği belgeselle beraber bu kabilelerin üzerine oturmuş durumda. Esasında haklılar; bir kısmı teknelerin üzerinde yaşayan bu halk, maddi çıkarlar üzerine kurulu bir düzenleri olmadan adalar arasında hayatlarını sürdürüyorlar. Sadece burada değil, Filipinler tarafında da yaşıyorlar ama biz program dolayısıyla bu coğrafyada ziyaret etmeyi tercih ettik.

Tekneciler bizim için aynı çevirmenlik de yapacaklar. Teteku, Maiga ve Sibeon adaları etrafında yaşayan kabileleri ziyaret edeceğiz ve kimseyi rahatsız etmemek için izin almadan fotoğraf çekmememiz gerekiyor.

Adalara kadar yolumuz yaklaşık bir saat. Teknelerle evlerin arasında dolaşıp kendimizi kabul ettirmeye ve gizli gizli fotoğraf çekmeye çalışırken, ekibin bir kısmı izin alınan evlere çıkıp onlarla röportaj yapmaya ve sohbet etmeye çalışıyorlar.

Bu kabilelerin gerçek anavatanlarının Malezya olduğu rivayet ediliyor. Ancak günümüzde esas olarak Filipinler ve Endonezya kıyılarında yaşamaktalar. Tabii ki bizim onları adlandırdığımız Bajau ismi kendi lisanlarında yok. Her kabile kendisini farklı bir isimle ifade ediyor. Tarihçeleri tam bilinmemekle beraber yüzyıllardır denizde yaşayan bir göçebe kültürü olduğunu söyleyebiliriz. Konuştuklarımızın hiçbiri ne doğum tarihini biliyor ne de zaman mevhumundan haberdar. Kendilerini bildiklerinden beri denizin üzerindeler.

Bajau’ların farklı fiziksel kabiliyetleri de var. Doğan bir çocuk daha 3 aylıkken babasıyla beraber sualtıyla tanışıyor. Ortalama bir Bajau bizlerden çok daha uzun süreler sualtında kalabiliyor ve bu süre 15 dakikalara kadar çıkıyor. Gözleri sualtında görmeye hayli alışkın. Bizim göremeyeceğimiz mesafeleri çok rahat görüp avlanma yetisine sahipler.

Birinci gezi denememiz çok başarılı olmuyor. Sadece bir tane eve girebilme şansına sahip oluyoruz ve insanları kızdırmadan ayrılıp bu köyde şansımızı öğleden sonra bir kere daha deneme kararı alıyoruz. İkinci adamıza doğru yola çıkıyoruz.

Her Bajau kabilesi tabii ki aynı yaşam kültürüne sahip değil. Birinci gittiğimiz Teteku Adası’nda kıyıdan biraz mesafede tamamen deniz üzerinde yaşam varken ikinci ada olan Maiga, evlerin gene kazıklar üzerine oturtulsa da kıyaya yerleştiği bir kültüre sahip. Kıyıya vardığımızda balıkçılar ile karşılaşıp onlarla biraz sohbet ediyoruz ve sonrasında köyün içine doğru yaklaşıyoruz.

İkinci ada açıkçası hayal kırıklığı yarattı. Gezginlerin ve turistlerin fazla ilgisini çektikleri için doğallıklarından uzaklaşmışlar. Bazı evler dönemsel kiralamaya kadar gitmiş. Hatta köyde bir aylık konaklamaya gelmiş bir Faslı ve bir Fransız’la karşılaşıyoruz. Onlar da neden burada olduklarını bilmiyor gibiler. Fransızca konuşmamdan dolayı kısa sürede iletişim kurduk ve neden burada olduklarını sordum. Birçok şey gevelemelerine rağmen özetle, kendilerini toplum sınırlarının dışında göstermek ve ne kadar farklı olduklarını hissetmek için gelmişler ama hayal kırıklığına uğramışlar. Parasını da önceden verdikleri için ayrılmak istemiyorlar.

Maiga’dan sonra Sibeon Adası’nda hem deniz molası, hem de üçüncü kabile yaşamını görmeye gidiyoruz. Plajda verdiğimiz yemek molası bitince biraz yüzüyoruz ve adadaki Bajaular ile temas kurmaya çalışıyoruz. Bu ada da hayal kırıklığı çıkıyor. Sadece birkaç ev var ve iletişim şansı hiç yok. İlk gittiğimiz adanın ısrar edilmesi gerektiği yer olduğu ortaya çıkıyor. Gene Teteku Adası’na dönmeye karar veriyoruz ama bu sefer de sorunumuz suların çekilmiş olması.

Teknelerin evlerin bulunduğu bölgeye girmesi mümkün değil. Kıyıya yaklaşabileceğimiz bir bölge var ve oradan yürümek zorundayız ama ayağında sandalet olmayanların dikkat etmesi gerekecek; birçok deniz kestanesi ve deniz yıldızı var. Ancak bu şekilde yürüyerek ve zorluk çekerek yaklaşmamız daha ılımlı bir ortam yaratıyor. Teknelerle gelen zengin beyaz adam imajı ortadan kalktığı için bizi bu sefer misafirperverlikle karşılıyorlar.

Önce kıyıdan biraz görüntü alıp balıkçı bir kadınla sohbet ediyoruz. Sonra karaya köprüyle bağlı olan tek eve geçip çocuklarla oynadıktan sonra rica edip ağaç kabuğundan yaptıkları kanolarla evlerin arasına tekrar dalıyoruz. Sualtında avlanma sahnesi çekmek istiyoruz ama kimse yanaşmıyor. Sonunda gençlerden birisi ben para karşılığı yaparım diye yanımıza geliyor ama pek de güven veren bir tipi yok. Bu kavimlere göçebelik sebebiyle deniz çingeneleri deniyor ama bu çocuk bizim bildiğimiz Sulukule çingenesi havasında. Başka şansımız olmadığı için mecburen anlaşıyoruz.

Evlerden biraz açılınca ikinci şok veren olay yaşanıyor. Çocuk bizden şnorkel ve gözlük istiyor. Haliyle yanımızdaki kameraman çıldırdı. Biz onları doğal yaşamlarında görüntüleme derdindeyiz ve bu çocuk hiç Bajau imajı vermiyor. En sonunda ufak bir gözlükle ama şnorkel olmadan dalmaya ikna ediyoruz. İkinci dalışından sonra biraz kendini buluyor ve gerçekten de merak ettiğimiz suyun altında yürüme, ayak parmak uçlarıyla deniz dibindeki mercanlara tutunup avlanma kabiliyetlerini görebiliyoruz. Orada ne kadar dalga geçsek de çocuk on dakika içinde bize zıpkınla altı tane balık da avlayınca tamamen ikna oluyoruz.

Günün sonunda yorgunluk var ama dinlenip enerjimizi yeniden toplamamız gerekiyor. Akşam bir önceki gün gittiğimiz restoranda tekrar bir balık ziyafeti çekiyoruz ve sabah erkenden Kinabatangan Irmağı’nın kıyısında safari yapacağımız için Samporna kasabasını terk ediyoruz.

Irmağa kadar yaklaşık dört saatlik yolumuz var. Daha önce rezerve ettiğimiz bir safari Lodge’da kalıp yağmur ormanları gezisi yapacağız. Sonrasın da dönmeden Sepilok Ulusal Parkı’nda orangutan gözlemine gideceğiz. Aslında Kinabatangan Nehri orangutanların gerçek yaşam alanı ama Amazonlar’da yaşadığımız tecrübeyi göz önünde bulundurarak burada orangutan göremeyeceğimizin bilincindeyiz.

Buradaki oteller tamamen doğa içinde nehir kıyısına yerleşmiş ve yağmur ormanları safarisine hizmet veren “Lodge” diye tabir edilen mekânlar. Geçmişte Güney Amerika Amazonları’nda da bu şekilde konaklamış olduğumdan başıma ne geleceğini biliyorum ve özellikle bol bol sinek ilacı taşıyorum yanımda. Sabah ve öğleden sonraları teknelerle fotoğraf ağırlıklı geziler yapıp orman kıyısında ağaçlarda maymunların fotoğraflarını çekiyoruz. Geceleri de orman canlıları ve bitkileri incelemeye gidilecek. Bilhassa böcekleri ve kurbağaları.

Bu işkenceyi daha önce de çektiğim için gece gezilerine katılmıyorum. Amazonlar’da üzerimizde kat kat kıyafet olmasına karşın bizi kevgire çevirmişti sinekler. Gündüz yürüyüşü ve tekneyle fotoğraf için çıkılan geziler benim için de keyifli geçiyor ve iki gecelik programımızı burada tamamlıyoruz.

Son gün havalimanına giderken son durağımız Sepilok Ulusal Parkı oluyor. Bizim gibi safariye gidip orangutan göremeyen tüm turistler burada (çalışan görevlilerin beslemelerinden dolayı hep aynı yere gelen) orangutanları doğal ortamlarında görüp fotoğraflarını çekiyorlar. Dikkat edilmesi gereken en önemli olay, fazla yaklaşmamak. Çok zeki olmalarının haricinde oldukça güçlüler ve boş buldukları anda fotoğraf makinenizi çalıyorlarmış. Ne işe yarıyor demeyin, anlatıldığına göre çaldıkları makineleri parkın diğer tarafında yemek karşılığı köylülerle takas ediyorlar. Bugün çaldırdığınız makineyi yarın hırsız pazarı diye adlandırılan çarşıdan tekrar satın alabilirsiniz.

Belli saatlerde ahşap bir terasın üzerinden yürüyorsunuz ve yemek bulacaklarını bildikleri saatlerde sizin fotoğraf çekeceğiniz alana gelen orangutanları fotoğraflıyorsunuz. Doğadaki en akıllı canlılardan biri olan bu hayvanlar siz oradayken neredeyse poz veriyorlar. Biz mi onları kandırıyoruz yoksa onlar mı bizle eğleniyorlar belli değil…

Tulga Ozan

 

Yukarı