İskoçya; Edinburgh, Highland ve AC/DC

19 Şubat 2021

İskoçya ve Highland bölgesi hep ilgimi çeken coğrafyalar arasındaydı. Ancak gerek bütçelerin yüksek olması, gerekse vizenin zor alınması beni bu projeyi geciktirmeye itmişti ama bu sefer vizemi önceden aldım. Amsterdam’da bitirdiğim bir tur ertesinde kendime vakit ayırarak Edinburgh biletimi aldım. Konaklama için maliyeti düşürmek adına hostel tercih ediyorum ama burada hostel rakamları bile oldukça yüksek. Yine de çok merkezi konumdaki Castle Rock Hostel, bu şehre ilk gelenlere tavsiye edilebilir.

Yaz döneminde havanın çok geç saatlere kadar aydınlık olması biraz dengemi bozuyor ama kendine has bir havası olan bu puslu şehir için hepsine değer. Sabah kalktığımda tüm şehir sislerle kaplı. Sokağa çıkarken güneş yoksa insanın keyfi tam olmuyor diyebilirim. Yürümeye başlıyorum ama bir şeyler eksik… İçinde canlı rehber anlatımı olan bir üstü açık şehir turu aracı geçiyor. Hemen durağından biniyorum araca. Günün her saati inme/binme hakkı dahil 12 pound ücreti. Üst kata çıkıp rehberi dinlemeye başlıyorum.

Gün içinde şansım dönüyor. Yolda giderken hava açıyor. Mike adında çok başarılı bir rehber var araçta ve bir sonraki durak olan kalede, otobüste sadece üç kişi kalınca mikrofonu kapatıp yanımıza oturuyor. Yarı muhabbet yarı rehberlik şeklinde kırk beş dakika geçiriyoruz. Bize tarihçe harici birçok efsanevi bilgi veriyor. Yol boyunca anlattığı hikâyelerin çoğu tanıdık ama burada geçtiklerini bilmiyordum açıkçası.

Edinburgh, tepeler üzerine kurulmuş bir şehir. Eski kısım ağırlıklı 14-16. yüzyıllar arasında, yeni kısım ise 18. yüzyıl sonlarından itibaren kurulmuş. Arada ise tren istasyonu bulunuyor. Weverley İstasyonu’nun bulunduğu bölge Loch Nor (Kuzey Gölü) diye adlandırılıyor. Edinburgh sadece eski kısımdan ibaretken bu bölgede bir göl varmış ama 1800’lü yıllardaki genişleme döneminde göl kurutulmuş ve raylı sistemler daha sonra kurulmuş. 

Eski ve yeni şehir arasında ciddi mimari farklılıklar var. Eski şehirde binalar yüksek, dar, kâgir ağırlıklı ve pencereler küçük. Bu detay dikkatimi çekiyor çünkü bu kadar kuzeyde kalan memleketlerde ışık ihtiyacı önemlidir. Mike bana o dönemki cam maliyetlerini hatırlatıyor. Keza, 14. yüzyıldan itibaren inşa edilen bu bölgede inşaat maliyetlerini ciddi fark ettiren bir olay cam kullanımı. “Yeni şehir” diye adlandırılan bölgede ise Avrupa’nın her yanında göreceğimiz neo-klasik tarzda binalar bulunmakta.

Şehir birçok önemli şahsiyeti yetiştirmiş. İskoçya deyince herkesin aklına ilk gelen William Wallace’tan İngiltere Kilisesi’nin reformlarının yaratıcısı John Knox’a kadar birçok ünlü kişi bu şehirde doğmuşlar. Ayrıca Edinburgh Üniversitesi de İngiltere’nin en eski ve önemli üniversitelerinden birisiymiş. Yetiştirdiği bilim adamları arasında telefonun mucidi Alexander Graham Bell, penisilinin mucidi Alexander Fleming ve Sherlock Holmes karakterinin yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle da bulunuyor. Evrim teorisinin mimarı Charles Darwin de buranın tıp fakültesinden mezun.

Burada tıp fakültesi dendiği zaman akla ilk gelen isim tabii ki Charles Darwin değil, 18. yüzyılda yaşamış Charles Brodie. O dönemde doktorların deney yapmaları gereken kadavraları bulmak sürekli sıkıntılı olduğu için yeni ölen insanları bulmak ve cesetlerini getirtmek bir dert haline gelmiş. Bu idealist doktor da bu sıkıntıyı aşmanın bir çözümünü üretmiş. Akşamları barlarda gözüne kestirdiği, deney yapmasına müsait olan tipleri iyice içirip sarhoş eder, sonra da öldürürmüş. En sonunda da yakalandığında idam edilmiş. Ancak yaşamı “Dr. Jeykill ve Mr. Hyde” olarak dünya tarihine geçen bir hikâyeye konu olmuş.

Şehirle ilgili anlatılan hikâyeler arasında benim en çok hoşuma giden ise “Yarım Asılmış Maggie” olayı. İdam cezasına çarptırılan Maggie Dickson’ın hayatı cellâdın yaptığı bir hata sayesinde kurtulmuş. İngiltere ve İskoçya kanunlarında o zamana kadar önemsenmeyen şöyle bir fark varmış: İngilizlerde idam cezası “ölene kadar asılacak” şeklinde, İskoçlarda ise sadece “asılacak” yazarmış. Cellât ilmeği boynuna tam olarak geçirmeyi başaramadığı için saatlerce asılı kalan Maggie bayılmış ama ölmemiş. Alandan götürülürken ayılınca halk ilk başta galeyana gelip yeniden asmak istemiş ama o sırada orada bulunan bir avukat olaya el koyarak kanunda sadece asılacak şeklinde yazdığını ve Maggie’nin asıldığını ifade etmiş. Bir daha asmak ikinci kez cezalandırmak anlamına gelecektir ve bu kanunların dışına çıkar diyerek kadını kurtarmış. Bu sayede serbest kalan Maggie, şehirde idamdan kurtulmayı başaran tek kadın olarak “Yarım Asılmış Maggie” olarak anılmaya başlamış. Günümüzde ise en önemli kahramanları Sean Connery. Tur esnasında, doğduğu evden gençliğinde parasızlıktan çıplak mankenlik yaptığı güzel sanatlar fakültesine kadar sürekli bahsedilen bir şahsiyet.

Otobüsle şehir turunu bitirdikten sonra kafamda oturttuğum programı gerçekleştirmeye başlıyorum. İlk durağım Holyroodhouse olacak. Burası eski İskoçya Kraliyet Sarayı ve günümüzde Galler Prensi ve Kraliçe’nin İskoçya’da konaklama yeri. Kapıya geldiğimde sarayın kapalı olduğunu öğreniyorum. Kraliçe cuma günü gelecekmiş ve bu yüzden saray gezilere kapatılmış. Şanssızlık ama en azından cuma sabahı erkenden gelirsem kraliçeyi görme şansım olacak. Boyumun uzamayacağını ben de biliyorum ama turist olunca durum farklı; bu gibi olaylar mutlu ediyor insanı.

Mecburen “Conversation Piece” sergisinin olduğu Queen’s Gallery için bilet alıyorum. Bu Fransızcadan gelen bir terim ve aristokrat yaşamını resmeden tablolar için kullanılırmış. Bu gelenek 17. yüzyılda başladığı için de ağırlıklı Flaman sanatçıların eserleri bulunmakta. Giriş 5,5 pound.

Galeri çıkışında kafamda Arthur’un Tahtı denen tepeye çıkmak vardı. Şehrin hemen dışında bulunan bu tepeye Holyrood Sarayı ve Parlamento arasından çıkmak mümkün ama bir saatlik bir tırmanış söz konusu. Aynı Uş’ta (Kırgızistan) rastladığım Taht-ı Süleyman gibi hayali bir nokta esasında bu tepe. Efsanevi Kral ve yuvarlak masa şövalyelerinin yaşamları bir muamma zaten. Biraz üşengeçlik, biraz da gereksiz bulmam yüzünden tepeye çıkmaktan vazgeçiyorum. İspanyol mimarlar tarafından son dönemde yapılmış parlamento binasının fotoğraflarını çektikten sonra “Royal Mile”ı takip ederek Edinburgh Müzesi’ne ulaşıyorum.

Müze girişi aynen Londra’daki ana müzelerde olduğu gibi ücretsiz. Müzecilik konusunda ada uygarlığına ayrı bir parantez açmak lazım sanırım. Ben hiçbir ülkede müze gezisinden burada olduğu kadar zevk alamıyorum. Birleşik Krallık’ta en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş çok başarılı bir anlayış var. Tarihi çok düzgün bir şekilde sunarken, özellikle çocukların eğlenerek gezmesini ve oynayarak öğrenmesini sağlayacak tüm detaylar uygulanıyor. İnsan öncesi çağlardan günümüze kadar tüm İskoçya’yı görebileceğiniz muhteşem bir müze yapmışlar şehirde.

Müze çıkışında artık yorulmaya başladım. Binanın terasında bulunan “Tower” restoranda yemeği çok istiyordum gelmeden de. Lonely Planet’in “Top End” kısmında tarif ettiği en pahalı mekânlardan biriymiş. Bu kadar keyifli bir geziden sonra da harcayacağım parayı çok umursamıyorum zaten. Ancak yukarı çıktığımda daha da şaşırıyorum çünkü fiyatlar çok makul. 6’lı istiridye ve bira için sadece 17 pound ödüyorum. Dün akşam yediğim kötü makarna ve bira için de 14 pound ödemiştim. Burası çok daha fazlasını hak ediyor bence.

Yemekten sonraki durak Giles Katedrali. Çok bir şey olmayacağını ben de tahmin ediyorum ama kilise gezmeden de şehir gezisi olmuyor buralarda. Giriş ücretsiz ama fotoğraf için 2 pound istiyorlar. Ben tabii ki vermeyip içeride kaçak fotoğraf çekiyorum ve çaktırmadan kaçıyorum kiliseden.

Edinburgh Kalesi, adada görülmesi gereken yerler sıralamasında en önlerde bulunuyor. Ben de yaklaşık iki buçuk saatte gezdiğim kaleden çok keyif aldım. Girişte bilet artı kitap veya audio guide (kulaklıklı anlatım) şeklinde promosyonlar var. Ben kitabı tercih ettim kalıcı olması için ve 17 pound ödedim. Kalenin öyküsü tüm İskoçya’nın öyküsü aynı zamanda. Sunumlar da güzel yapılmış. Kaleden sonra enerjim bitiyor artık. Esasında bu şehre gelme amaçlarımdan birisi, Tapınak Şövalyeleri efsanelerinde de adı geçen “Roslyn Şapeli” ama bu geziyi bir sonraki güne bırakıp, bir şişe malt viski alıp otele geçiyorum.

Muhtemelen ada insanları hakkında birçoğumuzun pek pozitif olmayan bir önyargısı vardır. Ben de İngiltere’ye ilk gelişimden önce pek sevmezdim buraların insanlarını. Ancak tanımaya başladıktan sonra kültürlerine oldukça saygı duymaya başladım. Yolda karşılaştığınız neredeyse herkes size yardımcı olmaya çalışıyor ve çok sıcaklar. Bu ülkede dolaşırken kendimi güvende hissettiğimi söyleyebilirim.  

Ertesi gün, ayrı bir yazının konusu olmayı hak eden William Wallace’ın Stirling şehri ve Tapınak Şövalyeleri’nin efsanevi mabedi Roslyn Şapeli’ni gezdikten sonra, durağım Glasgow şehri. Sanayi şehri olmasından dolayı turistik olarak çok çekici değil, ben de günübirlik gezmeyi tercih ettim. Her ne kadar sosyal olarak çok daha hareketli gözükse de yapılar Edinburgh gibi etkileyici değil. Hep Viktorya tarzda binalarla karşılaşıyorum. Sadece buranın en önemli mimarı olan Charles Rennie Mackintosh’un binaları biraz dikkat çekiyor.

Şehri kafamda oturtmak için yine üstü açık otobüslerde canlı rehber anlatımı olan turlardan birini alıyorum. Rehberimin ismi Claire. Bu seyahatte rehberler açısından çok şanslıyım. Çok sevimli ve konuşkan bir kız, bir saniye susmuyor. Ben turlarda bu kadar çok konuşmam işin doğrusu. Şehir turu esnasında gezeceğim yerleri belirliyorum. Görülmesi gereken her şey George Meydanı çevresinde, yani yürüyüş mesafesinde. Gece gidilecek mekânların dahi birçoğu burada. Zorlanmayacağım muhtemelen.

Claire sosyal yaşamdan bahsederken Glasgow’un en hareketli şehirlerden birisi olduğunu söylüyor. Haftada ortalama 137 müzik aktivitesi düzenlemiyormuş. Cazdan rock’a kadar geniş bir yelpaze var üstelik. Mesela gelecek hafta AC/DC konseri var diyor. Ben hemen heyecanlanıyorum. Ortaokulda ilk rock müzik dinlemeye başladığımız dönemlerdeki hayalimizdi bu grup. Senelerce bekledik Türkiye’ye gelsinler diye ama nafile.

Bodrum’da bulunan Ağıt’a telefon açıyorum. Resmi web sitelerinden konserin tarihine bakıyor. 30 Haziranda’ymış ve biletler bitmiş. Ben de bu arada araçtan inip katedral ve yanındaki mezarlığı gezmeye çalışıyorum. Ertesinde de St. Mungo Dini Yaşam ve Sanat Müzesi’ne giriyorum. Bu bölge Glasgow’un en eski yapılarının da bulunduğu bölge. Mesela St. Mungo Müzesi’nin karşısında bulunan bina Glasgow’daki en eski yapı imiş. Bu yapı da katedral de 14.yüzyıldan kalmış. Katedral, İngiltere’deki tamamlanmış on üç gotik katedralden biri.

Müzeyi gezerken aklım hâlâ konserde. Türkiye’de olsa umursamayabilirim ama içim içimi yiyor. Ortaokul yıllarına dönmüş gibiyim. Bir an şeytan dürtüyor sanki ve ilk gelen otobüse atlayıp bilet ofisinin bulunduğu merkez tren istasyonuna gidiyorum. Yolda otobüs şoförüyle muhabbet ederken adamın dört defa Marmaris’e geldiğini öğreniyorum. Çok sevimli bir tip. Beni durak olmamasına rağmen bilet ofisinin önünde indiriyor.

Ofisten içeri girip kasada hemen konseri soruyorum. Beklentim yok ama içimde kalmasın derdindeyim. Tek bir bilet kaldığını söylüyor ofisteki kişi. Yarım saat tutmasını rica ediyorum ve ertesi gün çıkacağım Highland turunu satın aldığım firmayı arıyorum. Telefondaki kıza durumu anlatıyorum. Turu bir yerlerde terk edeceğimi, kendi imkânlarımla Glasgow’a gidip konsere katılacağımı ve gece uyumadan dönüp grubu yakalayacağımı söylüyorum. Kız “Nedeni AC/DC ise değer tabii, olur” diyor. Maliyetlerini karşıladığım sürece yardımcı olacaklarını da ekliyor. Hemen dönüp bileti alıyorum. Bilet ofisindeki görevliler halime gülüyorlar. Gerçi son bilet miydi yoksa heyecanımı görüp eğlenmek mi istediler emin değilim ama gerçek şu ki internette bilet bitti yazıyor. Biletin ücreti 60,5 pound. Yol masraflarıyla beraber bana maliyeti yaklaşık 150 pound’u bulacak. Bir an değer mi diye düşündüm. Zaten bütçeyi çok aştığım bir gezide bu masraf beni zorlayacak ama yok, son kuruşuna kadar değer. Bu fırsatı bir daha yakalayamam muhtemelen. Hayal ettiğim birçok deneyimi yaşayacağım bir gezi oluyor.

Edinburgh’taki son günümü dinlenmeye ayırıyorum. Kahvaltıdan sonra şehirde fotoğraf çekmeye çıkıyorum. Hediyeliklerimi de bugün bitireceğim, tur esnasında vaktim olmayabilir. Havaalanına muhtemelen son anda yetişeceğim. Şehirde dolaşırken önce Polis Müzesi’ne giriyorum. Burası şehrin suç geçmişini anlatıyor. Gerçekten de şehrin dokusu ve iklimi suç ortamı için müsait. Her sabah ve gece şehri tamamen sis kaplıyor. Çok kasvetli bir havası var.

Daha önce de şehrin yeraltını gezdiren birçok tura rastlamıştım. Özellikle rehberlerin Drakula kıyafetleriyle dolaşmaları bana daha çok animasyon turları görüntüsü verdiği için hiçbirine katılmamıştım. Ancak her köşede bu kadar çok tur yapıldığına göre doğru olan bir şeyler vardır diyorum ve hangisinin daha doğru olduğunu araştırmaya girişiyorum. En sonunda bulduğum Mary King’s Close isimli bir yeraltı turu oluyor. Eski dönemin yerel kıyafetlerini giyseler de şaklaban görüntüleri yok ve turun açıklamasında sadece gerçek hikâyeler üzerine bir tur yapıldığı yazılı. Birçok kez de ödül almış bir tur.

Royal Mile Caddesi’ni ana eksen olarak kabul edersek Edinburgh, caddenin iki yanına doğru tepeden aşağıya doğru genişliyor. Şimdi istasyonun bulunduğu yerde de eskiden göl varmış. Şehrin dış cepheleri aynı zamanda sur görevini görüyor ve eskiden caddeden iki tarafa doğru inen ve “close” diye adlandırılan dar, kasvetli sokaklar bulunmaktaymış. 18. yüzyıldan sonra ise bu sokaklardaki ufak binaların üzerine yeni binalar inşa edilmiş.

Bu tura katılırken ilk başta tereddüt etsem de gördüklerimden çok memnun oluyorum. Şehrin altında bir şehir daha bulunuyor. Benim girdiğim close’un özelliği ise şehirde bir kadın adı taşıyan tek sokak olması ve tam şehir meclisinin altında bulunması. 17. yüzyıl Edinburgh yaşantısını görebileceğiniz çok keyifli bir gezi. Ücreti 10 pound. Yalnız bu tura önceden rezervasyon yaptırmak lazımmış. Ben gittiğimde iki saat sonrasına bir kişilik yer bulabildim ve aradaki boşluktan faydalanarak güzel bir kahve içtim. Genelde insanlar sonraki günlere yerlerini şimdiden ayırtıyorlar. Turum bittikten sonra her şehirde yaptığım gibi tişörtümü aldım. Tabii burada olmanın bir getirisi diye düşünerek “souvenir” bütçemi aşarak gene taşımakta zorlanacağım kadar malt viski yüklemesi de yaptım.

Pazartesi sabahı hareketimiz sabah dokuz. Ben bir buçuk saat önce uyanıp son hazırlıklarımı tamamlıyorum ve kahvaltımı ediyorum. Otelin resepsiyonu oldukça kalabalık. Açıkçası bu turu sadece üşengeçlikten satın almıştım ama öğrendiğim kadarıyla çok doğru bir karar vermişim. Gideceğim yerler tek başıma gezmek hem çok daha meşakkatli hem de aynı rakamlara çıkıyor. Yolda tek başıma giderken göremeyeceğim yerler de cabası.

Grubumuz 29 kişi. Yarısına yakını Tayvanlı. Bu benim için çok şaşırtıcı bir olay. Uzakdoğuluların da bu kadar sırt çantası olayına girdiklerini bilmiyordum. Kalanlar ise Kanadalı, Avustralyalı, Japon ve bir tane de Hintli var. Rehberimizin ismi Graeme. İskoçya’nın kuzey batısındanmış. Bu acentenin en önemli özelliği tüm çalışanlarının ve sahiplerinin tamamının İskoç olması. Yabancı sermaye olmadan var olabilen tek acenteymiş ama işlerini çok düzgün oturtmuşlar. Benim kaldığım otel dâhil toplamda sekiz hostel’leri var. Sadece benimkinin kapasitesi 450 yatak ve her zaman dolu. Eğer bu turu satın almamış olsaydım son üç günde başka yer bakmak zorunda kalacaktım; kapıdan gelenleri çeviriyorlar sürekli.

Yola çıkmadan önce Graeme ile konuşuyoruz ve durumu anlatıyorum. Birinci gün gruplayım, ikinci gün ayrılıp konsere gideceğim ve üçüncü gün yolda tekrar yakalayacağım onları. Beşinci gün ise tekrar ayrılıp Edinburgh’a kendim bir şekilde gitmek durumundayım. Şansıma Graeme de rock dinleyicisi. Beni anladığını ve her türlü yardımı yapacağını söylüyor. Akşam otelde rotayı düzenlemek üzere sözleşiyoruz.

İlk durağımız Dunkeld isimli bir şehir. Burası İskoçya’nın en eski başkentiymiş. Ülkenin en uzun ırmağı olan Tay Nehri’nin kıyısında kurulmuş ve St. Andrew’den önce bir dönem başkentlik yapmış. St. Andrew de çok güzel bir şehir aslında ama bu seferde görme şansım olmadı. Bu tarz seyahatlerde seçim yaparak bazı yerleri feda etmek gerekebiliyor. Dunkeld’de molamızı bitirdikten sonra ise artık Highland girişine doğru ilerliyoruz. Ülkenin kuzeyinde bulunan dağlık bölgeye verilen isim bu. Pitlochry şehrinde yemek molasını verdikten sonra da yolumuza devam ediyoruz.

Seyahatin başlarında ülkenin yapısını anlamaya çalışırken klan kültürünü de eleştiriyordum. Ancak insan bu bölgeye adım attığı zaman aşiret mantığının neden geliştiğini hemen algılıyor. Yazın doğası çok güzel gözükse de yaşam şartları oldukça zorlayıcı olmalı. Dağlık arazide geçmiş dönemdeki ulaşım şartlarını da hayal edersek, ufak insan topluluklarının kendi sosyal yasalarını oluşturmalarını ve kabile mantığında yaşamalarını anlayışla karşılamak gerek. Nedense buralar bana Sicilya’daki mafya kültürünü ve bizim Güneydoğu coğrafyasında yaşadığımız sorunları düşündürüyor.

Bir sonraki durağımız ise “whiskey distillation (viski tadım evi)”. Yolda giderken Graeme buranın efsanevi karakterlerinden Rob Roy’dan bahsediyor biraz. İskoç aksanı çok zor benim için. Heyecanlanıp hızlı konuşmaya başladığında dediklerinin ancak yarısını anlıyorum. Bu ülkede aksanlı konuştuklarında bira siparişi vermek bile dert oluyor. Tüm anlattıklarından anladığım Highlander kelimesi; kısaca “dağlı” anlamına geliyor ama buranın namlı hikâyeleriyle beraber daha etkileyici bir tabir haline geliyor.

İskoçya deyince akla gelen ilk şeylerden birisi viski. Nasıl olsa burada göreceğim diye Edinburgh’ta viski turuna katılmamıştım ama hata etmişim. Burada sadece viski tattırıp ardından satışa geçiyorlar. Gerçi ben daha önce almıştım ama kimsenin alışveriş yapmadığını görünce rehberin moralini düzeltmek için üç şişe de buradan alıyorum. Soranlara da çok uygun olduğunu söylüyorum. Benim arkamdan sırt çantalılar ucuz olunca almak lazım diye motive olup alışverişe başlıyor. Gerçekten de fiyatlar mantıklı. Orta kalite bir malt viskiyi 15 pound’a almak mümkün. 

Buradaki kültürünün temeli muhtemelen Roma öncesine kadar uzanıyor. Clava’da mezarlık bölgesinde İ.Ö. 2000 yıllarından kalma yapılar gördük ve bu kültürün ilk temelleri hakkında biraz bilgi de verdi Graeme. Ardından klan kültürünün son bulduğu noktaya yani 16 Nisan 1746’da yaşanan Culloden Meydan Muharebesi’nin geçtiği alana gittik. İngiliz tarihini okuduğumda Culloden Savaşı’nı Jakobitler tarafından desteklenen Prens Bonnie Charlie ve İngiltere Kralı James arasındaki bir güç savaşı olarak algılamıştım. Ancak buraya geldiğimde İskoçya üzerindeki etkisini de gördüm. Prens Bonnie Fransızlardan ve İngiliz Jakobitlerden aldığı destekle tahtı ele geçirmeye çalışıyor ve bunun için de İskoçlara kültürlerinin tanınması sözünü veriyor. Ancak Fransızların son anda gelmemesi ve Jakobitlerin de yeterli desteği vermemesi halen Ortaçağ mantığında savaşan, galibiyetin cesaret ve güç ile elde edileceğini sanan ilkel İskoç klanlarının düzenli İngiliz ordularına kolayca yem olmasına neden oluyor. Savaş sadece 10 dakika kadar sürüyor ama teslim olanların katledilmesi çok daha fazla zaman alıyor.

İngiliz orduları bu savaşın ertesinde ise İskoçya’da bir soykırıma girişiyor. Tüm köylere saldırarak bebek, çocuk demeden öldürüyorlar ve günümüzde İngiltere’ye ciddi bir turistik girdi sağlayan klanlar yok ediliyor. Kaçmayı ve kurtulmayı başaranlar ise Yeni Dünya’ya yerleşmeye başlıyorlar. Zaten Anzakların ve Amerikalıların İskoçya’yı bu kadar gezmelerindeki ana sebep esasında bir noktada geçmişlerini aramaları. Tarihi olmayan toplumlar bunlar. Diğer taraftan ise İngilizlere bu konuda çok fazla kızmak da mümkün değil. Tüm insanlık tarihinde güçlü olan toplumlar diğerlerini yok etmişler. Sonuçta zamanında buradaki soykırımdan kaçan İskoçlar ve İrlandalılar da aynısını Amerikan yerlilerine yaptılar.

İskoç klan kültürünün bu kadar uzun süre var olmasının sebebi ise unutulmuşluk. Arazi çok dağlık ve ulaşılması zor olduğu için buralar hiç önemsenmemiş ve yüzyıllar boyunca kendi aralarında yaşamışlar. Ancak Kraliçe Viktorya döneminde ilk turistik hareketlerin başlamasıyla beraber burası da göz önüne çıkmaya başlamış.

Savaş meydanında dolaşırken kendimi biraz garip hissettim. Altımda binlerce ölünün yattığı savaş alanında gezerken aklıma Türkiye geliyor nedense. Bizim Çanakkale Şehitlikleri’nde yaşadığım ruh haline benzer bir duygu var burada da. Etraftaki panolarda haliyle galip İngilizlerin yazdığı tarihi bilgiler var daha çok. Ancak gelen turistleri de hesaba katarak İskoçları da gururlandırmışlar.

Günün en son durağı ise Loch Ness Gölü oluyor. Efsanevi canavarın mekânına doğru ilerliyoruz. İskoçya dediğimiz zaman akla gelen en önemli simgelerden birisi olmuş durumda bu göl. Yolda giderken Graeme, hem gölün özelliklerini hem de canavar hikâyesinin kökenini anlatıyor. Deniz seviyesinin 16 m altında bulunan göl, 230 metre derinliği ile de ülkenin en derin gölü olma özelliğine sahipmiş.

Canavar efsanesinin kökeni 7. yüzyıla kadar gidiyor. Gölde yüzen bir adama saldıran canavarı Aziz Columba isimli bir keşiş fark ediyor ve parmaklarını haç şekline getirdikten sonra durmasını emrediyor. Tanrının sözüyle canavar duruyor. O zamandan günümüze ise binlerce hikâye uyduruluyor göl hakkında. Tabii “Nessie” akıllı bir yaratık. Binlerce yıldır herkese görünmesine rağmen günümüzün gelişen teknolojisinin farkına varmış. Kameralar, hatta en gelişmiş sonar aletlerine yakalanmadan münzevi yaşamına devam ediyor. İşin gerçeği ise muhtemelen dipten gelen akıntıların yarattığı türbülans. Bu bölgeyi besleyen su kaynakları ara sıra yüzeyde hareketliliğe neden olmuş olabilir.

Buranın en can alıcı noktası ise gölde yüzmek. Ben yüzülebildiğini hiç düşünmemiştim halbuki. Bu yüzden de hazırlıksızım. Grubu motive etmek için ilerde bir gün ölürse veya yakalanırsa ben de Nessie ile beraber yüzmüştüm zamanında diye nostalji yaparsınız diyor ama hareket yok fazla araçta. Benim yüzmeyecek olmam şaşırtmış biraz Graeme’i. Sanırım her şeyi yapmak için atlayan heyecanlı bir turist imajı çiziyorum. Durumu söyleyince iç çamaşırınla gir ne olacak diye ikna etmeye çalışıyor. Son teklifi ise hangi kıyafetle ile girersem gireyim gece yıkattırıp sabah temiz bir şekilde vereceğini oluyor. Zaten her şeyi denemeye hevesliyim, kabul ediyorum. Arkamdan iki üç kişi daha girmeye karar veriyorlar. Bavulda bulduğum bermudayı giyiyorum ve atlıyorum göle.

Gölün suyu hayatımda yüzdüğüm en soğuk suydu muhtemelen. Taşlık bir bölümden giriyorsunuz ve ayaklar kaydığı için yavaş hareket etmek zorunda kalınıyor. Su seviyesi kalça hizasına yaklaştığında atladım ve biraz açıldım yüzerek. Normalde bu kadar karanlık bir su insanı ürkütür ama üşümekten başka bir şey düşünemedim yüzerken. Çıktığımdaysa bacaklarım yanmaya başlamıştı soğuktan.

Loch Ness ertesinde otelimizin bulunduğu Inverness şehrine hareket ettik. Ufak ama keyifli bir liman şehri burası. Zaten ülkenin kırsal kesimi neredeyse insansız durumda. Özellikle Inverness şehri Culloden Savaşı’ndan sonra en büyük katliamın yaşandığı yermiş ve geçmişi olmayan bir toprak haline gelmiş.

Otelden grup halinde çıkıyoruz. Ben gene kendi rotamda yürümeyi düşünüyorum. Plandan gördüğüm kadarıyla Ness Gölü’nün kıyısı ve merkez görülmeli bu şehirde. Gruptaki Avustralyalılardan bazıları başka yoldan gitmek istiyorlar. Çok aç oldukları için hemen kısa yoldan yemeğe gitmek istiyorlarmış. Ben her zamanki tavizsiz mantığımla isteyen istediği yoldan gidebilir diyorum ve tercihimi yapıyorum, onlar da arkamdan gelmeyi kabul ediyorlar. Tabii yürüyüş bitince ben de restoran seçimine karışmıyorum. Bugüne kadarki tecrübelerimde sırt çantalıların en ucuzu bulma konusundaki uzmanlıklarını gördüm. Gerçekten de seyahat boyunca yediğim en ucuz restoranda yemek yiyoruz gece. Arkasından da İskoç müziği çalan bir bara gidip Graeme’in tavsiye ettiği ballı siyah birayı içiyorum.

Salı gecesi seyahatin büyük günü olacak ama sabah kalktığımda hiç heyecanlı değilim. Kalkmam gereken saatte kalkıp eşyalarımı toparlıyorum ve araca eşyalarımı koyup ertesi gün görüşmek üzere vedalaşıyorum. Oldukça zor bir rota yapmam gerekiyor. Trenle Perth’ten aktarma yaparak toplam dört saatte Glasgow’a ulaşıp akşam konsere gideceğim. Ertesinde ise uyumadan sabah yedide otobüse binip Çarşamba günü saat 13.14’de grubu Skye Adası’nın Portre şehrinde yakalamam gerekiyor.

Oldukça riskli bir program olmasına rağmen sanki turdaki gibi rahatım. Gidip bir yerlerde kahvaltı ediyorum ve istasyondan bilet almaya gidiyorum. Tren ücreti 40,5 pound. Buralarda seyahat gerçekten pahalı. Trene binerken önümdekilerin de konsere gittiklerini öğreniyorum ve çok hoşuma gidiyor. Buralardan dahi izleyicilerin gitmesi iyiye işaret. Biraz sonra göreceklerimi hayal bile edemiyorum o anda.

Benim vagonun yarısı konsere gidiyor. Ben daha gözümü zor açıyorum ama herkes birasını içmeye başlamış bile. Yanıma büyük bir şişe su aldım. Onu bitirip vücudumun gün içinde kaybedeceği suyu telafi etme düşüncesindeyim. Perth’te trenden indiğimdeyse gözlerime inanamıyorum. Tüm vagonlar boşalıyor ve yüzlerce AC/DC tişörtlü insan Glasgow hattına geçiyorlar. Üzerlerindeki tişörtleri Galatasaray formasıyla değiştirseniz deplasman maçına giden taraftar grubundan farkları yok. Bir ara aklıma Iron Maiden taraftarları gelirse meydan kavgası olur mu sorusu bile geldi.

Yolun ikinci etabı ise bir karnaval havasında. Saat bir olmasına rağmen neredeyse herkes sarhoş. Ben de viskimi çıkartıp ortama uyuyorum. Tezahürat yapar gibi şarkılar söyleniyor. Vagonun arka tarafında birileri tesisatı kurmuş ve şarkılara öncülük yapıyorlar. Bir ara “Rock and Roll ain’t noise pollution (Rock gürültü kirliliği değildir)” şarkısına eşlik etmeye çalışırken böğüren insanlara ve hasbelkader trende Glasgow’a gitmeye çalışan ve konserle alakası olmayan turistlerin gözlerindeki korku ve şaşkınlık karışımı ifadeye baktığımda oldukça güldüm. Çok eğlenceli bir gün olacağı belli.

Trendekilerle konuşunca bu kadar kalabalık olmasının nedenini anlıyorum. ‘73 yılında kurulan Avusturalyalı grubun üç elemanı (Malcolm, Angus Young kardeşler ve Bon Scott) İskoç kökenliymiş. Ülkede neredeyse herkes müzik dinlemeye ya Iron Maiden ya da AC/DC ile başlarmış. Ancak 25 senedir burada konserleri yok. En son dünyanın en çok satan albümlerinden biri olan “Back in Black”in turnesinde İskoçya’ya gelmişler ve bu yüzden konser senenin en önemli müzik aktivitesi kabul ediliyormuş. Ben bu kadarını bilmeden almıştım ama gene dört ayak üstüne düşmüşüm demek ki.

AC/DC ergenlik çağımın hayaliydi. Ortaokuldayken müzikle ilk tanıştığımız gruplardandı ve Angus Young’ın gitar çalarak yürümesini taklit etmeyi çalışırdık. Hele 10’uncu sınıfın yazında Kamillerin Mersin’deki yazlığındaki anılarımız hayat boyu aklımda kalacak anılardan birisi olmuştu. Ulaş, Serkan, Kamil ve ben tatildeyken sabah 11’de sarhoş olup o zamanlar TRT4’te yayınlanan Pop Saati programında o zamanki bateristleri Chris Slade’i görmüş ve özenip saçlarımızı kazıtmıştık. Gerçi Serkan’ın saçları kazınırken ayılıp vazgeçiyorduk ama kurnaz Serkan cebimizdeki son parayı parçalamakla bizi tehdit edip bize de aynısını yaptırtmıştı. Daha kafa kazıtma modası olmadığı için tatilin devamında gittiğimiz Bodrum’da millet bize hastalıklı muamelesi yapmıştı. Yine anılara dalıyorum yol boyunca.

Şehre varır varmaz kendimi garantiye alıyorum önce. İlk durağım otobüs istasyonu ve hem Glasgow-Skye biletimi hem de son günkü Oban-Edinburg biletimi satın alıyorum. Sırt çantamı da terminaldeki emanete bıraktıktan sonra artık rahatım. Rahat bir şekilde eğlenmeye başlayabilirim.

Şehrin her yanında AC/DC tişörtlü insanlar dolaşıyor. Buna benzer görüntüyü en son Galatasaray’ın Bordeaux deplasmanında görmüştüm. Millet kasa kasa biralar almış ve barların önünde veya parklarda gruplaşmaya başlamışlar. Konsere gitmeden önce karnımı iyice doyuruyorum ve İskoçya’nın ‘medarıiftiharı’ milli statları Hempdon Park’a gitmek üzere tren istasyonuna gidiyorum. İstasyondaki görevli daha ağzımı açmadan konsere mi diye soruyor ve biletimi hazırlıyor hemen. Fiyatını duyunca şüphelendim gerçi biraz. Sadece 1,85 pound. O kadar alışmışım ki fahiş rakamlar ödemeye, tekrar sormak zorunda hissediyorum kendimi.

Stadın etrafında da aynı karnaval havası hâkim. Sokaklarda içki içen binlerce insan ve resmi ürün stantlarının önünde aşırı bir kalabalık. Ben de tişört alabilmek için yarım saat bekliyorum ve nihayetinde alabilmiş olmak da çok mutlu ediyor. Bugünün saklayabileceğim bir anısı var artık. İçeriye girdiğimde ön gruplar çalmaya başlamışlar bile ve konser başlangıcına doğru her yan hıncahınç doluyor. Hayatımda bu kadar kalabalık bir konsere gitmemiştim. Son bileti almış olmam doğru olabilir.

Ortamın en hoşuma giden yanı her yaş ve gelir grubundan insanların, salı günü olmasına rağmen, mekânı doldurmuş olması. 10-12 yaş grubunda babalarıyla gelmiş olan en az 50 çocuk saydım. Başka bir deyişle, babaları gardıroplarından Back in Black turnesinin tişörtlerini çıkartıp çocuklarını getirmişler buraya. Yanımda oturan çift Oban şehrinden geliyor. Adamın ismi Callahan. Sabaha Las Vegas’a tatile  gideceklermiş. Seyahat tarihlerini konsere göre ayarlamışlar, bu geceyi yaşayıp sabah uçmak için. Konserden bahsetmiyorum bile. Senelerin grubu sahne tecrübeleri ve müzikleriyle herkesi büyüledi. Buraya gelmekle en doğru kararı vermişim, her ne kadar turun bir gününü kaçırmış olsam da.

Konser çıkışı trene gitmek ise bir kâbus. Görünüşe göre orada bulunan en az 60 bin kişinin çoğu istasyona doğru hareketleniyorlar. Allahtan polis çok alışık bu duruma; atlılar belli yolları kesmişler ve herkesi mecburi bir yöne doğru yolluyorlar. Arkamda sonradan ne kadar oldu bilmiyorum ama istasyona kadar bir kilometre kadar kuyruk yaptım. Demiryolları işletmesi birçok treni istasyonda hazırlamış ve geleni balık istifi doldurup gönderiyorlar. Beklediğimden çok saha hızlı bir şekilde şehre dönebildim.

Geçen gelişimde Glasgow’un gece hayatını görememenin eksikliğini hissetmiştim. Konser çıkışında gezebildiğim kadar çok mekâna girmek düşüncesindeyim. Ama daha önce pub’ları gördüğüm bölgede her yer kapalı. Sonuçta Salı akşamındayız. Moralim biraz bozularak terminale gidiyorum, en azından orada kahve içip notlarımı tamamlarım düşüncesindeyim. Ancak orası da sabah altıya kadar kapalı olacakmış. Görevliden tavsiye istiyorum. Bir yerler öneriyor ama gene ölmüş hayat.

Tam vazgeçecekken az ötede yürüyen, konsere katılmış bir grup insan görüyorum. Takılıp peşlerine yürümeye başlıyorum. Umarım evlerine gitmiyorlardır diye düşünüyorum ama vaktim bol zaten, dönerim olmazsa. Neyse ki tahminlerim doğru çıkıyor. Onlar da eğlenmeye çıkmışlar. Bu sefer de hiçbir mekân konser çıkışı gelenleri almıyor. Esasında haklılar çünkü çalan müzikle gelenlerin alâkası yok. İlk iki mekânda öndeki grup sorup geri çevrildikten sonra ben de tek başıma deniyorum ama sonuç nafile. Biraz hızlı yürüyüp üçüncü mekâna ilk ben varıyorum ve sonuç değişmiyor. Ancak kapıdaki adam bana Box isimli bir rock barı tarif ediyor, konser sonrası partisi varmış. Ben de kapanana kadar dediği yerde taraftar muhabbetine takılıyorum.

Bar çıkışı bir şeyler yeme, kahve ve zaman geçirme derken sabah yedi oluyor. Yola çıkıp grubu yakalamaya çalışıyorum. Buranın otobüslerinin en büyük tersliği yer numarasının olmaması. Ön koltuklar ise engellilere ayrılmış. Yolun yarısında aptal turist numarasıyla anlamazdan gelip önde oturmayı başarıyorum ama sonunda arka tarafa geçmek durumunda kalıyorum. Vardığımda Skye Adası’nda yağmur yağıyor. Zaten bu kadar gündür yağmamış olması mucize. Portree’de bizimkiler gelene kadar kahve içiyorum ve sonra da programa devam ediyoruz….

Tulga Ozan

 

Bu yazı Tulga Ozan’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Dünya Değişmeden adlı kitabından alınmıştır.

Yukarı