Hayatımın son dört senesinde kendi işlerim dolayısıyla en sık gittiğim şehirlerden birisi Kiev oldu. Gittikçe ısındığım ve turistik olarak herkese tavsiye edebileceğim yerlerden biri olmasına rağmen bu kadar uzun süre içinde burada çok nadir rehberlik yaptım. Bunun esas sebebi şehrin özelliklerinden çok, gelen Türk turist profilinin beklentileri. Bence çok güzel bir hafta sonu şehri olmasına ve çok ilginç turistik çekim noktaları bulunmasına rağmen, ülkenin imajının yanlış bilinmesi buraya ağırlıklı olarak erkek bayi gruplarının gelmesine sebep oluyor. Ne yazık ki gelen Türklerin davranışları yüzünden de bizim Ukraynalıları yanlış tanıdığımız kadar onlar da Türkleri yanlış biliyorlar.
Kiev, Rus coğrafyasının ilk başkenti olma özelliğine sahip. Dinyeper kıyısındaki bu şehir özellikle 2. Dünya Savaşı’nın en ağır izlerini çeken coğrafyaya da başkentlik ettiği için benim gördüğüm en etkileyici İkinci Dünya Savaşı Müzesi’ne sahip. Savaş boyunca tüm dünyada ölenlerin yarısı Sovyet coğrafyasından ve SSCB’de ölenlerin yarısından çoğu da Ukraynalı. Müzede hem Nazilerin yapmış olduğu vahşeti görüyorsunuz, hem de dikkatli bakınca Stalin’in acımasızlıkları fark ediliyor. İnsan derisinden yapılan eldivenler, fırınlarda yakılan insanların yağlarından yapılan sabun, insan kemiklerini öğüterek gübre yapan makine gibi vahşetin son noktalarını kendi gözlerinizle görüyorsunuz.
Stalinist rejimi de Almanlardan hiç aşağı görmemek lazım. Rusların ırksal olarak zaten inanılmaz bir dirayeti söz konusu. St. Petersburg savunmasında insanların şehri vermemek için gerektiğinde insan eti yemiş olmaları halen unutamadığım anekdotlardandır. Kiev’i geri almak için de 500 bin kişilik orduyu köprü ve geçiş imkânı olmayan bir noktada Dinyeper nehrine tam teçhizat sokup, iki yüz bin kayıp vererek şehri almaları gene tarihin sayfalarında yer alacak. Benim için müzenin en vurucu noktası, savaş sonunda çekilmiş bir fotoğraftı. Binlerce insanın yaşadığı köyde hiç erkek yok ve kadınlar o yıkıntılardan yeniden bir ülke kurmak için ciddi bir savaş vermişler.
İkinci Dünya Savaşı Müzesi’nin dışında Ayasofya Kilisesi, Vladimir Katedrali, merkezdeki Kreschatik Caddesi, efsaneye göre Hz. İsa’nın havarilerinden Aziz Andrew’in geldiği söylenen ve eskiden asillerin yaşadığı tepe ile tüccarların bölgesini bağlayan Andrevski Yokuşu, en sevdiğim kısımlardan Podol semti ve Pechersk Lavra Manastırı bir çırpıda aklıma gelen çekim noktaları. Ortodokslar açısından önemli bir Hac merkezi olan, UNESCO’nun koruma altına aldığı Pechersk Lavra Manastırı’nın içindeki Mikro Minyatür Müzesi de dünyada eşini göremeyeceğiniz eşsiz bir sanatçının mekânı.
Mykola Syadistry ile tanışmam o şehri de tanımama çok katkısı olan arkadaşım Xilinx sayesinde oldu. İlk geldiğim dönemlerden birinde turistik mekânları bana gezdirirken buradan da bahsetmişti ama ben çok fazla umursamadım; manastırı gezmek daha fazla ilgimi çekiyordu. Hele müzenin bahçesinde oturan salaş kıyafetli, oranın bahçıvanı gibi davranan adamın ne kadar özellikli eserler bırakabileceğini hiç düşünemedim.
İçeri girince tüm düşüncelerim değişti. Modern teknoloji kullanmadan yapılan ve mikroskopla görülebilen heykeller yaratan dahi bir sanatçı. Milyonda bir görülen, elin neredeyse sıfır seviyesinde titremesi gibi çok önemli bir özelliğe sahipmiş. Eserlerini sadece gecenin geç saatlerinde etrafta hiç gürültü olmadığı zamanlarda yapıyor, kalp atışlarını yavaşlatıyor ve her atış arasında bir hamle yaparak insanın çıplak gözle göremeyeceği eserler yaratıyor. Müzedeki eserleri görmek için hepsine mikroskopla bakmanız gerekiyor. İğne deliğine yapılmış gemi maketi, bitin ayağına çakılmış altın bir nal, Guinness Rekorlar Kitabı’na giren dünyanın en ufak kitabı, saç teline oyulmuş yazılar gibi eserler var burada.
Girerken umursamadığım adamla çıkarken tanışmak için heyecanla arıyorum kendisini ama nafile. Bu mütevazı adam her gün gelir bahçede biraz takılır, kitap okur ve gidermiş. Sırf kendisi ile tanışmak için tekrar gidiyorum. Bir kelime İngilizce bilmemesine ve o gün yanımda tercüme edecek kimse olmamasına rağmen uzunca sohbet ediyoruz ve yeğenlerime hediye etmek üzere kitap imzalatıyorum.
Artık Ukrayna’daki işlerimi tasfiye ettiğim için bir daha Kiev şehrine gitmeme gerek kalmayacak ve bu son seyahatim sadece turistik amaçlı. Defalarca Ukrayna’ya gidip, Lviv’den Odessa’ya bir çok yerini görmeme rağmen en çok merak ettiğim yere hâlâ gidebilmiş değilim. Bunun sebebi üşenmekle alakalı değil, önceden hazırlık yapılması gereken işlemler lazım. Sonuçta dünyanın en önemli facialarından birinin yaşandığı Çernobil Nükleer Santrali’ne gideceğim ve şu anki radyasyon oranı bile insan yaşamını tehdit edecek düzeyde.
Yaşım o zamanlar çok genç olmasına rağmen Çernobil’in yaşandığı günü halen hatırlarım. Nükleer enerjinin daha ne olduğunu bile bilmediğimiz zamanlarda ülkemizde bu facia ilk başta algılanamamıştı. Hatta halkı rahatlatmak için o zamanki ANAP hükümetinin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral’ın radyasyonlu çayı içmesi bile gözümün önünden gitmiyor. Günümüzde oldukça artmış olan kanser oranlarına baktığımda ve ülkede çoğumuzun bir sevdiğini kanser yüzünden kaybettiğini göz önünde bulundurduğumda o günleri düşünmeden edemiyorum. Sadece ekonomik veriler için insan hayatını hiçe sayan politikaların sorumlularının ceza almamış olması benim için utanç kaynağı!
Kiev’e veda ederken Çernobil’i görmeden dönmek istemedim. Bu seferki seyahatimi önceden planlayıp pasaport bilgilerimi Xilinx’e yolluyorum. Resmi makamlardan izin alınması ve seyahatin programlanması için 15 günlük bir süreye ihtiyaç var. Tabii en çok talep gören yerlerden biri olmadığı için tarihi de ayarlamak önemli. İngilizce anlatım yakalamam imkânsız gibi bir şey ve seyahat tarihlerimi o turun organize edileceği güne göre düzenlemem gerekiyor. Xilinx de görmemiş o bölgeyi ve bana gönüllü çevirmenlik yapmayı kabul ediyor. Bir günlük seyahatin bütçesi oldukça yüksek. İkimiz için 600 dolar ödüyorum seyahat acentesine ama bence bu deneyim için değer.
Sabah çok erken saatte Xilinx ile buluşuyoruz ve turun hareket noktasına götürüyor beni. Çıkmadan önce polisler geliyor, pasaport kontrollerimiz yapılıyor ve Rusça bir feragatnâme imzalatıyorlar. Bu ülkede beni hep şaşırtan olaylardan birisi de lisan. Kendi anadilleri olmasına rağmen kafelerde bile siparişi Rusça veriyorlar. Sadece ülkenin batısındaki Lviv şehrinde Ukraynacanın gerçek anlamda kullanıldığını gördüm.
İnsan vücudunun radyasyondan etkilenme sınırı 0,5 rem ama biz gün içinde 22,5 rem radyasyon alacağız. Uzun süreli kalsak gerçekten riskli ama bu kadar kısa bir sürede bizi etkilemeyeceğini söylüyor görevli. Zaten gelirken içim içime sığmıyordu ve bu olay beni daha da heyecanlandırdı. İz bırakan bir gün olacağı belli.
Çernobil Faciası’nın birinci seviyede etkilediği alan askeri bölge olarak kullanılıyor artık. Şehirden ilk kontrol noktasına dek iki saat kadar yol gidiyoruz. Yanımıza gelen rehber çocuk çok bilgili gözükmüyor ama önemli değil. Bir kelime Rusça anlamıyorum ama içeride yerel rehberler olacak. Yol boyunca arkadaşımla sohbet ediyoruz ama aklımın bir köşesinde sürekli Çernobil’le ilgili bildiklerim dolaşıyor. Askeri bölgeye geldiğimizde giriş kontrolleri yirmi dakika kadar sürüyor ve bu esnada ben de fotoğraf çekmeye başlıyorum etrafta.
Facia öncesinde Çernobil Santrali dünyanın en büyük santrali olma yolunda ilerliyormuş. O zaman için aktif olan dört reaktör olmasına rağmen bittiğinde toplam altı reaktör ile SSCB coğrafyasının enerji ihtiyacına çok ciddi anlamda katkı sağlayacak, ülkenin en çok yıldızı parlayan bölgesiymiş. Reaktörlerin hemen yanında bulunan Pripiat şehri ise Sovyetler Birliği’nin en zengin şehri olarak bilinmekteymiş. Santralin getirdiği zenginlikle beraber tüm Sovyet ülkelerinden gelen en zeki beyinlerin göç ettiği, Doğu Bloğu’nun gelecekteki New York’u olarak hayal edilen, o zaman için 50 bin nüfuslu bir şehir. Rehber yolda gelirken bu olayların belki de batını bir komplosu olduğunu da iddia etti ama ben çok fazla inanmadım.
Gezimiz başlamadan önce bizi bir bilgilendirme toplantısına alıyorlar. Burada santralin patlamasıyla beraber yaşanan facianın boyutlarını anlatıyorlar. En büyük şans rüzgâr olmuş ve bulutlar Kiev’in ters tarafına yolladığı için Ukrayna olaydan alabileceği en az yarayla kurtulmuş. Hiroşima ve Nagazaki’nin toplamının 100 katı radyasyonun havaya dağıldığı faciada sadece üç milyon insan resmi olarak etkilenmiş ama daha sonraki dönemde de 7,1 milyon insanın daha dolaylı olarak etkilendiği söyleniyor. O haritalarda gördüğüm en üzücü olay, radyasyon bulutlarının ülkeden ayrıldığı zamanki yönüydü. Karadeniz’in güneyine doğru bizim ülkemize nasıl ilerlediklerini çok net gösterdiler. Biz ise o dönemde bizi teğet geçti diyorduk. Acaba bizde bu yüzden kaç kişi kansere yakalandı zaman içerisinde. Hâlâ her kanser olanı sigaraya bağlıyoruz ama sadece tek etken bu mu? Kafamı karıştırıyor bu konu…
Toplantının en vurucu anı ise o dönemde yaşanan bir kahramanlık destanı. Facia yaşandığında hızlı bir şekilde bölgeyi boşaltma emri çıkıyor hükümetten. Çevre illerden yüzlerce otobüs geliyor ve kurtarabildikleri herkesi alanın dışına çıkmaya çalışırken Kiev’in itfaiyecileri daha fazla insanın ölmemesi için kendilerini feda ederek ölene kadar reaktördeki yangını söndürüyorlar. Hiçbiri sağ kurtulamamış ama o kahramanlar olmasa facianın boyutu tahmin edilemeyecek seviyeye çıkacakmış.
Artık son uyarıları yapıyorlar ve içeriye giriyoruz. Bu esnada ne kadar şanslı olduğumu öğreniyorum çünkü güvenlik kuralları gereği yağmur yağsa tur iptal edilecekmiş. Üç gün önce yağmur durmuş olduğu için bugün izin çıkmış ama halen nemli olan yerlere basmamamız gerektiği anlatılıyor. Bilmeden gelmiştim ama tur iptal olsaydı buraya gelmek için harcadığım uçak ve otel paraları heba olacaktı. Gerçekten üzülürdüm.
Dolaşmaya başlamadan önce bizi bir radyasyon testine sokuyorlar. Hepimizin üzerindeki oran not ediliyor ve çıkarken ikinci bir teste gireceğiz. Eğer ciddi bir artış varsa karantinaya alacaklarını söylediler. İçerdeki rehber biraz İngilizce bildiği için daha rahatım. Her seferinde Xilinx’e tercüme et baskısı yapmıyorum artık ve açıklamalar bittikten sonra bana kısaca hepsini anlatıyor rehberimiz. Kıyafetlerimizi buradan dönünce çöpe atmamızı tavsiye ediyor. Ben zaten bunu düşünüp son kullanacağım kıyafetlerle gelmiştim, benim için sorun olmuyor.
Pripiat’ta dolaşırken kendimi İtalya’nın Pompei şehrinde gibi hissediyorum; facia yüzünden bir anda herkesin olduğu gibi bırakıp kaçtığı bir şehir… Ama geçmişteki zenginliği de bir hayli belli. Neredeyse 30 senedir çivi çakılmamış, 900 sene daha radyasyon yüzünden kimsenin yaşayamayacağı bu yerleşimdeki binalar hala Kiev şehrinden daha bakımlı görünüyorlar. Facia yaşanmasa nasıl bir yer olurdu, tahmin etmek zor değil. Binalar önemli değil zaten. Esas burada hayatını kaybeden tüm Sovyetlerin en parlak kitlesi olduğunu düşünürsek bu facia maddi olarak ölçülemeyecek yaralar açmış ülkede.
Şehirde beni en çok etkileyen kısımlardan biri, o zamanlar Doğu Bloğu’nda bulunmayan mantıkta yapılmış sosyal tesisler oldu. Ciddi spor salonları, havuzlar, alışveriş merkezleri olduğu gibi duruyor. Lunaparkta bulunan dönme dolap ve çarpışan arabalar bana Amerikan korku filmlerini hatırlattı. Sonradan öğrendiğime göre, bilgisayardaki birçok şehir içi savaş oyunu için bu şehrin görüntülerinden esinlenmişler. Evlerden birinin içine girdiğimde gördüğüm yerde duran yarı yanmış bir oyuncak bebek bana bu kadar da olma, koreografi vardır dedirtti ama gerçek olma ihtimali de var.
Birinci bölüm bitince, reaktöre gitmeden, çalışanlar için kurulan sosyal alanda yemek molası veriyoruz. Gelirken sokakta tek tük insan gördüm ve kim olduklarını sordum. Rehberimiz burada 5000 kişinin yaşadığını anlattı. Kanserden kurtulma şansları artık olmadığı için en azından kendi şehirlerinde ölmeyi seçip buraya dönmüşler. Yaşayan ölüler olarak bu şehirde dolaşıyorlar.
Mola yerinde kimse yemeklere dokunamıyor. Çoğu yanında sandviç getirmiş ve sularını dahi kendi stoklarından içiyorlar. Burada sattıklarına göre sıkıntı yoktur diye yemek ve içki alıyorum ama Xilinx bile çekiniyor. Yemeğe başlayınca gülümseme geliyor bana. Ben bile böyle davranıyorsam Cahit Aral’a kızmamak lazım; Türk olmanın getirdiği bir rahatlık bu sanırım. Ama yine de tehlike olsaydı satmazlardı herhalde diye düşünüyorum.
Son durağımız reaktör. 200 metre kadar yakınına gelince radyasyon ölçüm cihazı ile havayı ölçüyor rehberimiz: 24,5 rem. İnsanın dayanma sınırının yaklaşık 50 katı. Garip bir his. Bu kadar kısa sürede tehdit olmadığını bilmeme karşın sanki ölüme meydan okuyormuş gibi geliyor. Tuhaf bir huzur var içimde…
Santral dönüşü çok mutluyum. Hayatımda unutamayacağım günlerden birisi daha bitiyor. Xilinx’e teşekkür edip vedalaşıyoruz ve son gecemi geçirmek üzere şehirdeki en sevdiğim mekânlardan olan ArtCafe 44’e gidip biraz caz dinliyorum. Sonra da Kiev gece hayatına devam ediyorum. Sabaha uçağım erken olduğu için çok fazla uyuma şansım zaten yok. En azından günün tadını çıkarıyorum…
Tulga Ozan