Uzun soluklu gittiğim Latin Amerika seyahatinde Guatemala da duraklarımdan biri olmuştu. Uzun seyahatler zordur ve bir aydan sonra gerilmeler başlar. Ben kendimden beklemediğim kadar uyumluyum ama bu yolculuklar insanın kendisini ve yol arkadaşlarını tanımasını sağlıyor. Tabii diğer taraftan yol insanı beklemediği taraflara da sürüklüyor. Sadece Güney Amerika odaklı çıktığım bir yolculuk yolda karşılaşılan insanlar ve olaylarla tamamen farklı bir rotaya dönüşebildi.
Bu seyahatin kırılma noktası Küba’da Fidel öldü dedikodusu yayılınca Karayipler’e uçmamız olmuştu. Orada da kredi kartları çalışmayınca yaşadıklarımız ayrı bir hikâye zaten ama dışişlerinde çalışan arkadaşlarım sağ olsunlar bizi mahsur kalmaktan kurtardılar. Oralara gitmişken aradan Orta Amerika’da çıksın deyince hiç de hazırlık yapmadığımız bir coğrafyaya adımlarımızı atmış oluyoruz…
Uçağımız Guatemala’ya sabah iniyor. Orta Amerika’nın saat dilimi Küba’ya göre bir saat daha geri ve Türkiye ile toplam saat farkımız artık sekiz. Benim için artık dönüş yolu başladı diyebilirim. Havaya girmiş durumdayız, nereden ne alacağımızı konuşmaya başladık. Alanda çıkışta tüm taksiciler bizi Antigua şehrine götürmeye çalışıyorlar. Ben gitmek istesem de yol arkadaşım sıcak bakmıyor; Kolonyal mimaride bina görmekten sıkılmaya başlamış ve şehirde biraz alışveriş yapmak istiyor. Ertesi gün bir araçla gezerim diye Guatemala City’de kalmayı kabul ediyorum ama şehrin bana verdiği duygu pek olumlu değil. Havaalanından otele gidene kadar neredeyse her yer kapalı ve otele varınca dolaşmaya çıkmak gelmiyor içimden. Günü dinlenerek geçiriyorum. Sadece akşam yemeği için merkeze gidiyoruz ama yemek yiyecek fazla bir şey bulamayıp Amerikan hamburgeri ile geçiştiriyoruz öğünü. Orta Amerika’nın havası güneyden daha farklı; Amerikan etkisi her yerde göze çarpıyor, onlarca McDonald’s ve Burger King var şehirde. Senelerce Amerika’nın arka bahçesi olarak kullandığı bu topraklarda hem kültür olabildiğince yozlaştırılmış hem de ülkenin kaynaklarının sömürülmesi adına onlarca suç çetesi oluşturulmuş. Halkın saflığına ve cana yakınlığına baktığınız zaman geçmişin yaşanmışlıklarına gerçekten kızıyorum.
Sabah kalktığımızda ilk otobüse atlayıp Antigua şehrine gidiyorum. Burası eski başkent ve tarihi dokusu oldukça korunmuş. Dolaşırken gece kalmadığıma pişman oluyorum. Küba’daki Trinidad şehrini anımsatıyor bana. Ufak ama temiz bir yerleşim birimi. Genel itibarıyla tek katlı binalar bulunuyor şehirde. Biraz dolaşıp alışveriş yaptıktan sonra akşamüstü Guatemala City’e dönüyorum. Merkeze gidince de bir gün önceki hissiyatımın ne kadar doğru olduğu ortaya çıkıyor. Merkezde gezecek hiçbir yer yok neredeyse. Bir meydan ve etrafında üç dört tane bina var.
Murat’la tekrar buluşuyoruz. Ben sabah erkenden Tikal’e devam etmek istiyorum ama yol arkadaşım bu sefer Antigua şehrine gitmek istiyor. Her ne kadar keyifli bir yer olsa da bir daha dönmeye sıcak bakmıyorum. Tikal yakınlarındaki Flores şehrine bilet alıyorum. Gerektiğinde ayrılmayı bilmek gerekiyor. Herkes kendi seçimini yaşamalı.
Guatemala halkı oldukça sıcak insanlardan oluşuyor. Fazla turistik bir yere gelmemiş olmanın avantajlarından biri de bu zaten; kimse size “Gringo” mantığıyla bakmıyor. Otobüste giderken karşılaştığım insanlar dahi hemen muhabbet etmeye başlıyorlar ve hepsi başım sıkışırsa yardıma ihtiyacım olursa diye cep numaralarına kadar veriyorlar. Tabii ki hiçbirini aramayacağım ama karşılık beklemeden yakınlık göstermeleri hoşuma gidiyor.
Flores’e doğru yola çıkmaya hazırım. Tikal, Maya uygarlığının Chichen Itza, Palenque ve Copan ile birlikte en tanınmış antik şehirlerinden biri. Bu sefer Machu Picchu gezisinde yaptığım hatayı tekrarlamak istemiyorum. Rehberli tura katılmadığımız için bir şeylerin eksik kaldığını hissetmiştim. Gene mimari açıdan da çok önemli bir şehri gezeceğim. İsa’dan önce 7. yüzyıldan kalma dünyanın en mühim arkeolojik alanlarından ve şehri diğer Maya şehirlerinden farklı kılan özelliği de günümüzde orman tarafından yutulmuş olması. Herkes burayı Kamboçya’daki Angkor şehri ile karşılaştırıyor. Buraya bir daha gelir miyim belli değil o yüzden eksik bir şey kalsın istemiyorum. Eskiden okuduğum çizgi romanlardan Kızılmaske geliyor aklıma. Ormanların içinde gerçekten mistik bir yer gezeceğime inanıyorum…
Bir sonraki gün Guatemala City’den Flores şehrine kadar tüm gece süren bir otobüs yolculuğu yapıyorum. Öğlene doğru Flores’e varıp önce bir iki otel geziyorum ve buraya geldiğimiz yol boyunca ismini duyduğum, Lonely Planet’in de tavsiye ettiği Los Amigos isimli otele yerleşiyorum. Ortamı gayet güzel; Olimpos’un eski halini anımsatıyor burası bana. Eşyalarımı odama yerleştirdikten sonra hemen ertesi gün için Tikal turu satın alıyorum. Sabah üçte hareket edecek tur ve gün doğumunu yakalayacağım. Heyecanlıyım ama yol yorgunluğu ve yıpranmışlık da var açıkçası üzerimde.
Flores, gölün içine doğru giren bir yarımada kasabası. İtalya’da Garda Gölü’nde sıkça gittiğim Sirmione kasabasını düşündürtüyor bana. Gene tek katlı yapıların bulunduğu tamamen turizm ile yaşayan bir kasaba. Ülkede turizmin emekleme aşamasında olduğu her açıdan belli oluyor. Sonuçta 36 yıl süren bir iç savaş 1996 yılında bitmiş ve hâlâ ülkenin imajı oturmuş değil. Her ne kadar turistik olarak çok fazla zenginlik olmasa da, sadece Tikal bile ülkenin gelecekte ciddi bir turizm getirisi elde etmesini sağlayabilir.
Biraz dinlenmek üzere otelde kalıyorum. Önce bana katılacak arkadaşıma mesaj atıp otelin ismini ve ertesi günkü programımı yazıyorum. Daha sonra bir şeyler atıştırırken otelde kalanlarla tanışıyoruz ve bir satranç turnuvasına dâhil oluyorum. En son ne zaman oynadığımı hatırlamıyorum bile bu oyunu. Grupta İsrailli Janan isimli bir çocuk var ve gerçekten çok iyi oynuyor. Herkesi yendiği gibi beni de rahat bir şekilde yeniyor.
Akşamüstü kasabada biraz dolaştıktan sonra otele dönüyorum. Fazla hareketli bir şehir değil burası. Otelde Fransızlarla tanışıyorum. Hem sarışın olmam hem de tarih bölümünde okumalarına rağmen Fransız tarihini onlardan iyi bilmem ilgilerini çekiyor ve gece boyu Avrupa tarihi üzerinde tartışıyoruz. Benim için büyük bir hata oluyor bu. Fazla rahatlayınca sabah uyanamıyorum ve turu kaçırıyorum. Mesleği rehberlik olanın bunu yapması komik oluyor. Sabah yedide uyanıyorum ama çok geç. Acenteye gidiyorum ve üzerine biraz fark vererek turumu bir sonraki güne aldırıyorum. Otele döndüğümde ise arkadaşımın sabah çok erken gelip eşyalarını bırakarak beni yakalamaya Tikal’e gittiğini öğreniyorum. Beni yakalamak için tüm gece yol yapıp dinlenmeden gitmiş ama ben uyanamayınca benim önüme geçti. Otelde kahvaltı ederken Janan tekrar geliyor. Dünden nedense bana hırs yapmış biraz. Yenmiş olmasına rağmen o kadar dalga geçtim ki kendini mağlup hissetti sanırım. Tekrar oynamak istiyor. Bu sefer ben yeniyorum ama daha da hırs yapıyor. Karısı gelip olaya müdahale edene kadar birkaç oyun daha oynuyoruz ve haliyle her seferinde beni acı çektirerek yeniyor. Buna rağmen dalga geçmeye devam ediyorum ve artık gözü dönmüş durumda. Sabaha kadar oynayabiliriz ve beni sürekli yense de kesinlikle tatmin olmayacağına eminim. Oyunu bilmemem önemli değil, ukalalığa devam ediyorum. Beni kaç kere yendiği de önemli değil; şu ana kadar mekânda onu yenebilmiş bir tek ben varım.
Yol arkadaşım hayal kırıklığına uğramış bir şekilde, yorgun argın dönüyor Tikal’den. Beğenmemiş fazla. Machu Picchu çok daha fazla etkileyiciydi diyor. Benim de biraz şevkim kırılıyor açıkçası. Sorduğum soruların tümüne beklentilerimin aksine yanıtlar alıyorum. Gene de fikrim değişmiyor, ne olursa olsun buraya kadar geldikten sonra Tikal’i gezmek lazım. Öğleden sonra zaman geçiriyoruz biraz. Bir ara önce Yunan, sonra Alman gezginler muhabbete geliyorlar ve gece onlarla beraber geçiyor. Yorgun olmama rağmen bu gece de çok geçe kalıyorum ama bu sefer kalkmayı başarıyorum.
Sabah uyandığımda hareket saatine çok az kaldığını fark ediyorum. Ancak çantam önceden hazır olduğu için vakit kaybetmeden çıkıyorum kapıya fakat bu sefer araç yarım saat gecikiyor. Sinirlenecek takatim bile yok ve biner binmez Tikal’e kadar bir saatlik mesafeyi uyuyarak değerlendiriyorum. Saat beş civarında varıyoruz ve hemen biletlerimizi aldıktan sonra içeriye koşturmak zorunda kalıyoruz.
Tikal 576 kilometrelik bir alana yayılmış bir şehir. Son dönemde NASA’nın yaptığı araştırmalarda içeride 13 binden fazla yapı olduğu söylenmekte ve yüzde 20’den az bir bölümü gün ışığına çıkartılmış. Her ne kadar tarihçesi İ.Ö.700’lerde başlasa da aynı bizim Helenistik Dönem antik şehirlerinde olduğu gibi eserlerin neredeyse tamamı son dönemlerine ait. Şehir, Mayaların klasik döneminde Peten ve Caracol Lord’larının denetimi altına girdikten sonra, İS 7.yüzyılda da yaşayan ve Çukulata Lordu diye adlandırdıkları kral döneminde tekrar yükselişe geçmiş ve yapıların çoğunluğu da 7 ve 8.yüzyıllara ait. 1200’lü yıllardan sonra önemini yitirmeye başlamasının ardından ise zaman içerisinde terk edilmiş ve İspanyolların geldiği dönemde artık ormanın bir parçası haline gelmiş.
Girişte aklıma diğer arkadaşımın Tikal yorumları aklıma geliyor. İkimiz de aynı mekânı görmemize rağmen ben çok daha fazla etkilendim. Tabii ki bunun esas nedeni ikimizin uyarıcıları farklı şartlarda almış olmamız. Ben gece karanlığında gidip karanlık bir ormanın içinde, vahşi hayvan sesleri arasında, önümden maymunlar geçerek ulaşıyorum şehre. Karanlığın ortasında bir anda ağaçların içinden çıkan piramitler çok etkileyici. Neredeyse dolunay olması ise ayrı bir şans.
Gün doğumu için bizi dört numaralı tapınağa götürüyorlar. “Çift Başlı Yılan” diye de adlandırılan bu tapınak aynı zamanda hem Tikal’in hem de Orta Amerika’nın en yüksek tapınağı. Yüksekliği 64,6 metre. Diğer gruplar bizden önce gelmiş ve oturmuşlar. Ben de hemen tripodumu kurup beklemeye başlıyorum. Gün doğmaya başlayınca insanın tüyleri diken diken oluyor mekânda. Günün ilk ışıkları gelmeye başlayınca tüm doğanın uyanışını hissediyorsunuz. Bir taraftan goriller bağırırken, diğer taraftan maymunlar cevap veriyor. Tukanlar ötmeye başlıyor ve ormanın her noktasından yüzlerce değişik farklı kuş etrafı inletmeye devam ediyor. Her ne kadar Venezüella Amazonları’nda geçmiş olsa da aklıma Sir Arthur Conan Doyle’ın “Kayıp Dünya” romanı geliyor. Sanki bilinmeyen, farklı bir dünya var burada.
Fotoğraflarımızı çektikten sonra rehberimiz Louis bizi topluyor ve gezimize başlıyoruz. Grup başta rehberi pek sevmiyor. Sabah gişelerde iki Yunan çifti çok sert bir şekilde azarladığı için biraz mesafeli davranıyorlar. Ama hareketlerinden boş olmadığını hissediyorum ve gezinin güzel geçeceğini düşünüyorum. Anlatmaya başlayınca da yanılmadığımı anlıyorum; gezi başından beri gördüğüm tartışmasız en iyi rehber, Türkiye’de dahi iş yapabilecek kapasitede. Rehberli gezimiz yaklaşık üç saat sürüyor. Programımızda sırasıyla Tapınak IV, büyük rahibe ait olan Tapınak III, Pencereler Sarayı, Kayıp Dünya isimli büyük piramit meydanı, Tapınak V ve Büyük Meydan bölgelerine gidiliyor. Gezi bittikten sonra da ben Kuzey Akropolü, Büyük Jaguar Tapınağı’nı ve Maskeler Tapınağı’nı geziyorum. Son olarak da yarım saatlik bir yürüyüşle ormanın içinden Tapınak VI’ya kadar gidiyorum. Gerçek anlamda, en az Efes kadar doyurucu bir şehir Tikal.
Sıcağın bastırması ve içeride yiyecek bir şey bulamadığımdan dolayı tüm günü geçiremiyorum şehirde. Öğleden sonra otele dönüp dinleniyorum biraz ve ertesi gün için otobüs biletlerimizi satın alıyoruz. Belize’ye gideceğiz. Rotamızda Belize, Honduras, El Salvador, Nikaragua ve Kosta Rika var. Bunlardan sadece Honduras’ta gezeceğimiz Copan şehri arkeolojik gezi olacak. Daha çok insan yaşamına karışmaya ve doğa içine gidiyoruz…
Tulga Ozan
Bu yazı Tulga Ozan’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Dünya Değişmeden adlı kitabından alınmıştır.