Görüntülenme Sayısı: 5
Vietnam seyahatim kuzeyden güneye tüm ülkeyi kapsayınca, 3 haftadan fazla vaktimi aldı. Ülke haritada ufak gözükse de mesafeler çok kısa değil ve her bölgenin kendine has özellikleri var. Kuzeyde gitmiş olduğum Hanoi şehri, Filipinler’deki pirinç teraslarını anımsatan dağlık Sapa kasabası ve gene Hanoi yakınında bulunan doğa harikası Halong Bay Körfezi, geçmişte başkentlik yapmış olan Orta Vietnam’da bulunan Hue ve kolonyal Hoi An şehirleri bu seyahatte en çok aklımda kalan yerler arasındaydı.
Ancak gezinin sonunda en uzun süreyi Saigon şehrine ayırdım. Tabii bunun farklı nedenleri de var. Hem sosyal yaşamı görmek açısından en önemli nokta olması, hem de turun sonunda biraz da dinlenme isteği ön plana çıkan sebepler benim için. Yılbaşı günü dâhil olmak üzere sabah sekizden geç kalktığımı hatırlamıyorum. Dönüşte beni çok yoğun bir dönem bekliyor ve Ağıt ile birlikte hazırlıklarını bitirdiğimiz Beyoğlu Veli Bar’ın dekorasyonu için ciddi alışveriş yapacağım.
Şehrin günümüzdeki ismi Ho Chi Minh City (HCMC). İç savaşı kuzeyliler kazanınca liderleri Ho Amca’nın ismi bu şehre verilmiş. 24 bölgeden oluşmakta ve esasında sadece merkez bölge halen Saygon diye adlandırılıyor ama buraya gelirken karşılaştığım tüm güneyliler şehrin tamamını Saygon diye adlandırdılar. Daha girerken bile ülkedeki şehirler arasında en çok beğeneceğim olduğuna kanaat getiriyorum. Benim için dürüst bir şehir burası. Hanoi’de iken ortamı çok gerçek bulmamıştım. Sanki sadece göz boyamak için komünist gözükmeye çalışan yalancı bir şehir olduğunu söyleyebilirim. Burası ise bana kendini çok net bir şekilde ifade ediyor. Ülkenin “kapitalist başkenti” lâkabını kesinlikle hak ediyor.
Şehir turistik geziler açısından çok geniş değil esasında. Bir gün içinde şehirdeki ana merkezlerin hepsini rahatça gezmek mümkün. Ben merkezden günlük tur satın aldım ve rehber eşliğinde gezdim. Savaş Mağdurları Müzesi, Çin Mahallesi, Yeniden Birleşme Sarayı, Notre Dame Katedrali, 1-2 tane Pagoda ve tabii ki iki dükkân gezisi bir güne rahat rahat sığdı. Genelde her yer birbirine yakın ve hatta yürüyüş mesafesinde.
Konaklama açısından merkezde iki bölge bulunuyor: Pham Ngu Lao ve Khai Doi bölgeleri. Kısacası, bitliler ve zenginler bölgeleri diyelim. Ben daha çok hostel’lerin bulunduğu Pham Ngu Lao bölgesini seçtim. Bölgenin en pahalı otellerinden birinde kalıp en üst düzey standart odayı seçmeme rağmen diğer taraftaki orta seviyeye ödeyeceğimden daha az para ödüyorum. Bu arada bu ülkenin bu coğrafyadaki diğer ülkelere göre en önemli farklarından birisi de bu sanırım. Tayland’da alt ve üst sınırlar arasında aşırı farklılıklar yok ama Vietnam’da isterseniz günde 10-15 dolar arası bir yaşam sürmek mümkün. İsterseniz 250-300 dolara da gezebilirsiniz.
Gelecekte Bangkok çok fazla değişmeyecektir sanırım ama özellikle Saygon şehri muhtemelen 10 yıl içerisinde sırt çantalıların çok fazla yaklaşamayacakları bir yer olabilir. Bir zamanlar Tokyo’dan sonraki en pahalı şehirlerden birisiymiş. Şehirdeki lükse yönelik hareketlilik gelecekte de farklı olmayacağını hissettirdi bana.
Bölgede ekstra tur olanakları açısından tavsiye edilebilecekler arasında en ön plana çıkanları Chu Chi Tünelleri ve Cai Doi Tapınağı. Fazla bir gününüz daha varsa Mekong Deltası’nda da günübirlik veya konaklamalı turlara çıkabiliyorsunuz. Ben sadece tüneller ve tapınak turuna çıktım. Boş günlerimi ise alışveriş ve şehirde oyalanmaya ayırmayı tercih ettim.
Şehirdeki en önemli şansım tüneller ve tapınak turuna çıkarken eşlik eden rehberimiz oldu diyebilirim. Tam gün süren turda hem iyi gezdirdi hem de şahsen benim ülke hakkındaki fikirlerime katkıda bulundu. İsmini ne olur ne olmaz diyerek yazmak istemiyorum ama kısaca bahsedecek olursak kendisi Saygon doğumlu bir Güneyli. Savaş esnasında Güney ordusundaymış ama aktif çatışmaya girmediği için hapis yatmaktan kurtulmuş. Dediğine göre hapse girenler için hayat hiç de kolay değilmiş.
Tura çıkmak için sabah acentenin önünde buluşuyoruz. Burada rehberler 1-2 numaralı koltuklara oturduğu için ben alışkın olduğum yerime oturuyorum. Tabii tur sokak acentesi olunca otelleri toparlamak ve tura başlamak için yola çıkmaya bir saat vakit harcıyoruz. Rehberimiz mikrofonu eline alıyor ve kendisini tanıtırken ilk cümlesinde güneyli olduğunu, savaşta güney ordusunda bulunduğunu, Hanoi’ye hayatında gitmediğini ve gitmeyeceğini, komünistleri sevmediğini bir çırpıda anlatıyor. Sırt çantalıların çoğu solcu olduğu için otobüste ilk başta soğuk bir hava esiyor haliyle. Ama gün içerisinde bilgisiyle kendisini kabul ettirdiğinde herkesin takdirini de alıyor. Ben bu şekilde mert bir konuşma yaptığı için ilk baştan sevdim ve bu tavrı benim şu ana kadarki yorumlarımı da destekledi diyebilirim.
Bu program için öncelikle Kamboçya sınırındaki Cai Doi kutsal şehrine yaklaşık üç saat süren bir yol yapmak gerekiyor. Aslında mesafe çok uzak değil ama şehir trafiğinden çıkmak hiç de kolay değil. Buraya gelirken herkes bahsetmişti zaten trafikten. Açıkçası daha kötüsünü bekliyordum; Tahran ve Kahire’den sonra yavan geldi burası bana. Sadece çok motosiklet olması insanı etkiliyor. Yaklaşık 8 milyon motordan bahsediliyor. Ama araba sayısı az olduğu için trafik akıcı.
Rehber kitaplarda bile trafikte yoldan karşıya geçmenin yaşanması gereken bir tecrübe olduğu yazılı. Bence çok korkutucu değil çünkü şehir dışında dahi kimse hızlı sürmüyor. Kaza yok denecek kadar az. Karşıdan karşıya geçmek için kendinizi yola atıp salına salına yürümeniz yeterli. Acele etmediğiniz sürece kimse çarpmıyor. Sadece ritminizin değişmemesi lazım yürürken.
Ca Doi dini yirminci yüzyıldaki post modern inanışlardan biri. 1920’li yıllarda Konfüçyanizm, Taoizm, Budizm ve Hristiyanlık karıştırılarak elde edilmiş bir din. Hatta Victor Hugo dahi bu dinin parçası haline getirilmiş. Çağdaş bir Zerdüştlük de denebilir ama çok da gerçekçi değil bence ve hatta suni diyebilirim. Tapınakları gotik kilise mimarisinin daha renkli ve süslenmiş bir versiyonu olarak tasarlanmışlar. İçeride dokuz tane sütun var ve hepsi ruhun geçmesi gereken aşamaları simgeliyor. Dokuzuncu sütun ise Nirvana (acılardan arındırılmış ruh anlamına gelen mertebe). Budizm’in mükemmele ulaşmak için sürekli reenkarne olma sorunsalını çözmüş gibi duruyor bu din. Beş senede bir derece atlıyorsunuz ve tek yaşamda garantili Nirvana’yı yakalıyorsunuz. Diğer dinlerdeki ortak yasakların dışında adam öldürmek ve et yemek de yasak. İlk başta et tamamen yasakmış ama halk çok tutmayınca ayda sadece 10 gün yasak olsun demişler.
Dinin hikâye bana biraz Sabetay Sevi’yi hatırlattı. Savaş öncesinde çok popüler olmuş. Ancak savaşta bir strateji hatası yapmışlar. O dönemki liderleri ortamdan yararlanıp özerklik sağlamaya karar vermiş ama daha din ortaya çıkalı 50 yıl geçmeden var olan kuralları değiştirip ordu kurmuş ve ayaklanma başlatmış. Ancak hem güney hem de kuzey ile çarpışınca işler kötü gitmiş ve Kamboçya’ya kaçmak zorunda kalmış. Artık eski etki alanı kalmasa da ülkede hâlâ iki milyon inananı var.
Tapınakta günde dört defa ibadet yapılıyor ve turist grupları öğlen ibadetini izlemeye gidiyorlar yarım saatliğine. Yaklaşık 11.40’ta varıyoruz ve ibadet öncesi biraz fotoğraf çekip ibadeti izledikten sonra 12.30’da öğlen yemeğine doğru hareket ediyoruz. Sabahki yolun uzun olması iyi oldu benim için. Bir gece önceki çok alkol almanın verdiği yorgunluğu attım ve üstelik rehberimizle sohbet şansım da oldu.
Rehberimiz, savaşta da taraf olmasına rağmen dışarıdan bakmayı başarabilmiş olaylara. “Bu bizim savaşımız değildi,” diyor ve “Amerika, Rusya ve Çin savaştılar. Vietnamlılar da öldüler,” diye açıklıyor kısaca. Savaştan sonra ise ciddi bir komünist diktatörlüğü oluşmuş. Zaten Kuzey hükümetinin ana derdi en baştan beri bu bölgenin pirinci. Ülkenin verimli topraklarının önemli bir kısmı burada ve bu savaş çıkmasa, kuzey burayı ele geçirmemiş olsa muhtemelen rejim varlığını sürdüremeyecek. Ancak savaşı kazanınca da biz sizin patronunuz şeklinde bir yaklaşım oluşmuş.
Aklıma buraya gelmeden önce gezdiğim Dalat şehri geliyor. Dalat’ta Lonely Planet’in dahi en çok tavsiye ettiği müzelerin başında “Crazy House” geliyor. Katalan Antonio Gaudi’nin üslubunun 90’lı yıllardaki yorumu diyebileceğimiz bir mimari yapı bu. Tamamen doğadan esinlenerek yapılan ve 10 ayrı odasının hepsinin başka bir hayvanı simgelediği ilgi çekici bir müze olmuş, görülmesi gerektiğini söyleyebilirim. Crazy House’un yaratıcısı ise tam bir üçüncü dünya ülkesine has türden bir başarısı hikâyesi. Sanatçı, savaş esnasında eğitimini almak için Rusya’ya giden ve orada aldığı mimarlık eğitimini ülkesinin hizmetine sunmak için geri gelmiş bir hanım. Devlet sanatçıya destek için tarihinde kimseye vermediği bir finansman sağlamış ve bu proje gerçekleşmiş. Günümüzde projenin değeri milyon dolarlarla ölçülüyor ve hanımefendi ülkenin en zengin hanımları arasına girmeyi başarmış. Tabii bunları duymak hoş. Ancak gene de bu notlara eklenmesi gereken bir şey daha var. Bahsettiğimiz sanatçı ülkenin Ho Amca’dan sonraki cumhurbaşkanının kızı. Acaba devlet böyle bir olanağı başkasına sağlar mı bir daha, bilinmez. Şu ana kadar da bir örneği yok zaten. Komünist sistemdeki fırsat eşitliğine bayılıyorum gerçekten. Her zaman olduğu gibi bu sistemin de kendi oligarşisi oluşmuş. Bunları düşününce de rehbere hak vermemek elde değil. Komünizm denen sistem ne yazık ki ‘devlet kapitalizmi’ olmaktan öteye geçemedi tarih boyunca.
Öğle yemeğinin ardından Chu Chi Tünelleri’ne geçiyoruz. Savaş boyunca Viet Kong’un efsanevi bir gerilla savaşı yürüttüğü bir bölge burası. Saygon’a sadece 60 km mesafede ve tüneller ilk olarak Fransızlara karşı kazılmışlar. Savaş esnasında Amerika’nın defalarca B-52 ile bombalamasına ve elindeki tüm silahları kullanmasına karşın buradaki tüneller sayesinde varlıklarını sürdürmüşler. Savaşın sonunda ise 16 bin Viet Cong gerillasından sadece 4.000 tanesi hayatta kalmış. Gelmeden önce ülkeyi anlamak için okuduğum, Jonathan Neale’in yazdığı “Amerikan Savaşı Vietnam 1960-1975” kitabındaki tespitlerden de biriydi bu. Amerika, savaşta sadece üç milyon kişiyi öldürmüş Vietnam’da. Biraz daha sebat edip 1-2 milyon daha öldürseler ve biraz daha para harcasalar ülkede fazla yaşayan da kalmayacağı için savaşı kazanırlarmış. Tabii o dönemde yaşanan Kennedy suikastı, ‘68 olaylarının çıkması, Siyah Hakları Hareketi, Kadın Hakları Hareketi, Kongo’daki sınır savaşları Vietnam’la çok alâkalı gelişmeler ve hükümeti çok yıpratıyor. Sonuç olarak da erken pes etmek zorunda kalmışlar. Özellikle dünya politikasını anlamak için bu kitabı tavsiye ederim. Farklı bir pencereden bakınca esasında her yerin birbiriyle ne kadar ilintili olduğunu görüyorsunuz. Endonezya petrolleri bile bu savaşın sebepleri arasında. Daha da ilginci, savaştaki taraflar. Olaylar ilk başladığında Maocu sistemle Stalinciler arasındaki çekişmeden dolayı Rusya ile ABD, Çin’e karşı ittifak yapıyor. Ancak ilerleyen süreçte Rusya ve Çin anlaşıp ABD’ye karşı birlik oluyorlar ama savaşın sonlarında Çin taraf değiştirip Amerikan tarafına geçiyor. Savaşın başındaki düşmanlar dost, dostlar düşman haline geliyorlar.
Tünellerin bulunduğu bölge iki taraf açısından da çok önemli. Saygon’un savunması açısından stratejik bir nokta olmasının yanında Kuzeyden gelen Ho Chi Minh Yolu’nun da sonu burası. 16 bin kilometrelik yol sınır boyundaki dağlardan ilerleyerek, gerektiğinde Laos ve Kamboçya üzerinden geçerek buraya kadar ulaşıyor ve buradan mühimmat dağıtılıyormuş. Amerika bu yolu da engelleyebilmek için sürekli bombardıman gerçekleştirmiş ama gene de başarılı olamamış. Bölgeye atılan bombanın miktarı 2. Dünya savaşı esnasında tüm dünyada atılmış olan bomba miktarının üç katından fazla. Günümüzde bile dağlarda patlamamış üç yüz bin ton bomba bulunuyormuş.
Gezilerin dışında mümkün olduğunca yerel kültürü algılamaya çalıştım. Buraya gelirken en merak ettiğim yerlerden biri köpek ve kedi restoranlarıydı. Köpek restoranını rehberimizin tavsiyesi ile buldum ama kedi yemeği sadece evlerde oluyormuş. Bir de kedi etinin geleneksel olarak yenme dönemi varmış. Denilene göre; ay başında yenilirse uğursuzluk, ay sonunda yenilirse içinizdeki kötü enerjinin atılmasını sağlıyormuş. Ne yazık ki ben ay başına denk geldim. Köpek etinin tadı ise aslında fena değil; biraz geyik etini andırıyor ama yemekte zorlandım. Esasında diğer etleri yemekten farkı yok ama bizim için evcil hayvan kabul edilmesinden dolayı kendini kötü hissediyor insan.
Yabancı olduğunuz bir şehre ilk geldiğinizde tanıyana kadar ister istemez merkez bölgelerde kalıyorsunuz. Sadece bir gece couchsurfing yaparak tanıştığım Katie isimli bir arkadaşla çıktığımızda daha yerel ortamları görme şansım oldu. Hatta kızın motorunun arkasında, normal şartlarda girmeye cesaret edemeyeceğim kapkaranlık ve dar sokaklardan ilerlerken korktum biraz ama sonunda beni şehrin en meşhur yerel lokantalarından birine götürdü. Balıklı noodle çorbası içtik. Couchsurfing kullanmayı genelde sevmiyorum ama bu sefer gerçekten hoşuma gitti. Normal şartlarda buralara tek başıma gelemezdim herhalde.
Katie, benim gitmekten vazgeçtiğim Nha Trang şehrinden. Bir bilgisayar firmasında çalışıyor ama hayali hostel kurmakmış. Nha Trang’da bir türlü satılamayan güzel bir de arazileri varmış. Bu arada ülkedeki en büyük dengesizliklerden biri de emlak fiyatları. Mesela kızın geldiği bölgede toprağın metrekare bedeli 3,2 ons altın imiş. Bu da 200 metrekarelik bir arazinin yaklaşık 900 bin Türk lirası değeri olması demek[1] ve bu ülke standartlarında inanılmaz bir rakam. Malları satılmayınca bari hostel yapalım demişler ve benden tavsiye istiyor. Beyoğlu Belediyesi “Az para harcayan turistin ülkemizde yeri yok” mantığında baktığı için muhtemelen projesini yaptığım hostel açılamayacak ama burada neler yapmaları gerektiği konusunda tavsiye veriyorum.
Gece hayatında sırt çantalılar genelde ucuz bölgedeki barlara gidiyorlar. İsmi Lonely Planet’te geçen her mekân sürekli dolu. Arka sokaklarda “Mümtaz” isimli bir Hint lokantası var ve burayı şehrin en iyisi diye yazmışlar. Kapısında kuyruk vardı. Ben de gittim tabii ki. Gerçekten de yediğim iyi Hint yemekleri arasında burada tattıklarım. Ama içerde yerel halktan bir kişi bile yok. Kitapta yazmasa bu kadar iş yapabilir miydi emin değilim.
Merkezdeki en önemli meydan ise Lam Son Meydanı. Etrafında lüks oteller ve şık restoranlar mevcut. Burada benim en çok hoşuma giden “Pacharan” oldu. İspanyol tarzı tapas’larının dışında İber Yarımadası’nın meşhur domuz jambonundan dahi var ancak pahalı bir mekân. Bu kadar zamandır peynirsiz kalmanın neticesinde burada “Manchego” peyniri görünce gözüm döndü. 50 gram peynir için 15 dolar ödedim. Bu ülke için yüksek bir fiyat. Zaten şehir merkezinde geçirdiğim gecelerde harcadığım paralar hiç de İstanbul’dan aşağı kalır değiller. Özellikle cuma akşamını Saygon’da geçiriyorsanız gidin bu mekâna. Çok iyi bir Kübalı grup çılgın ve iç gıcıklayıcı bir şekilde “Reggaeton” müzik yapıyorlar. Burada artık Asya ve Latin Amerika arasındaki fark çok net. İnanılmaz güzel vücutlu seksi Kübalı kızlar dans ederlerken Vietnamlı, Avrupalı kızların gözlerindeki ezilmişlik gerçekten eğlendirici idi. Zaten gitmeyeli neredeyse bir sene olduğu için özlemiştim. Bu geceden sonra en kısa zamanda Küba’ya tekrar gitmeye karar veriyorum.
Bunun dışında farklı zevklere uygun mekânlar da var şehirde. Sakin, güzel müzik dinlemek için Caravelle otelin dokuzuncu katındaki “Saigon Saigon” adlı bardan ve elektronik müzik için de “Lush Clup”tan keyif aldığımı söyleyebilirim. Opera binasının altında da “Q” adlı bir bar bulunmakta. Ben Bangkok ile bağlantı kurduğum için gittim hemen ama iç dekorasyon güzel olmasına rağmen kitle benim tarzım değil. Apocalips ise gecenin sonunda daha çok bayi gruplarına hizmet veriyor. Çok kalabalık, gürültülü ve pis olmasına rağmen yalnız erkekler tarafından tercih ediliyor.
Artık İstanbul’a dönüş yolundayım. Bu seyahat ertesi çok yoğun bir döneme giriyorum. İnsan bazen tatil bitmesin istiyor…
Tulga Ozan
[1] 2011 fiyatları
Bu yazı Tulga Ozan’ın Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından basılan Dünya Değişmeden adlı kitabından alınmıştır.