Künye
Yapım Yılı/Ülkesi– 2015, İsviçre
Yönetmen– Alain Gsponer
Senaryo– Petra Biondina Volpe (Johanna Spyri’nin 1880 tarihli öyküsünden uyarlama).
Müzik-Niki Reiser
Oyuncular– Anuk Steffen (Heidi), Bruno Ganz (Alphöi Dede), Quirin Agrippi (Peter), Isabelle Ottmann (Clara)
ImDb Notu– 7.9/10
Ödülleri: 2016 Bavyera Film Ödülleri’nde en iyi çocuk filmi, 2016 Children Kinofest’de en iyi film, 2016 Alman Film Ödülleri’nde en iyi film ve en iyi kostüm ödülleri, 2016 İsviçre Film Ödülleri’nde en iyi oyuncu (Bruno Ganz), en iyi müzik, en iyi montaj ödülleri.
Özellikler: Johanna Spyri’nin 1881 yılında yazdığı Heidi isimli çocuk romanından uyarlanmış. Heidi daha önce iki kez filme çekilmiş. İlkini 1937’de Allan Dwan yönetmiş, Heidi’yi ünlü çocuk oyuncu Shirley Temple canlandırmış, ikincisini ise çizgi film olarak 1974 yılında İsao Takahata yönetmiş.
Dedikodu (Trivia): Başrol oyuncuları bin çocuk arasından seçilmiş. 2008’de araştırmacı yazar Peter Buettner Heidi romanının aslında Hermann Adam Von Kamp isimli yazar tarafından yazıldığını, bu kitaptan intihal yapıldığını iddia etmiş.
Konu:
Sekiz yaşında yetim bir kızın önce teyzesi tarafından terk edilip zorla yaşlı dedesinin yanında kalışı ve sonrasında teyzesi tarafından Frankfurt’ta sakat bir çocuğa eşlik etmesi için kandırılarak satılması. Tüm bunlara rağmen iyimserliği ve olaylara çok olumlu yaklaşımının öyküsüdür. Film 1984 yılına kadar İsviçre’de öksüz, fakir ve yetim çocukların çiftliklerde istekleri dışında zorla çalıştırılmalarına, “verdingkinder” yani köle çocuklara gönderme yapmaktadır.
Yorum:
Film bir genç kadın ile şapkalı bir kız çocuğu bir tepeye tırmanırken başlar. Köyün içinden geçerlerken köylülerin genç kadını tanıdıklarını anlarız, arkalarından olumsuz laf atarlar. Yolda köylü bir kadın merakla genç kadına ismiyle “Dete” diye seslenir ve “kardeşinin kızı mı?” diye sorar, nereye gittiklerini öğrenmek ister. Dete kızı büyük babası Alphöi’nin yanına götürdüğünü söyler. Kadın tanımadığın bir çiftçi yanına verseydin önerisi getirerek köle çocuklardan olabileceğini ima eder. Heidi onları duysa da umursamaz ve keçilere hayranlıkla bakar. Elinde çıkını ile şaşkın ama mutlu doğayı izlemektedir. O gerçekten mutludur, hava sıcak gelmiştir, önce ayağındaki botları atar sonrasında üstündekileri bırakarak sadece beyaz atlet ve fanila gömleği ile koşarak, etrafa hayranlıkla bakarak, kartalın uçmasını izleyerek teyzesinin epey arkasında dağlara tırmanır. Çizmelerini ve üstündekileri çıkarması filmde köle çocuklara gönderme yapmaktadır, ancak burada yönetmen Heidi’nin kendi isteği ile çıplak ayak gezdiğini vurgulamaktadır. Sanki geçmiş yıllara ve çıplak ayaklı köle çocuklara bir özürdür.
Eve yaklaştıklarında odun kesen yaşlı ama güçlü ve aksi görünümlü dedesine Heidi “Merhaba Dede” diye seslenir. Teyzesi yanaşır ve “Selam Alp Dede, torunun Heidi” diyerek Heidi’yi tanıtır. Alp Dede ona uzun uzun bakar. Teyze devam eder: “Frankfurt’ta yeni iş buldum. Onu senin yanına getirdim, ne de olsa torunun. Ben beş yıl baktım, artık bakamam.” Alp Dede çok sert olarak “Defolun buradan” der. Torununu tanımak mı istemiyordur, teyzeye mi kızgındır, yoksa geçmişte oğlu ile arasında olan tartışmalar mı onun bu kadar kaba davranmasına neden olmaktadır, belli değildir. Teyzesi dedesiyle kalması için Heidi’yi ikna eder ancak dedesi onu itekler, “onun yanına git” der. Heidi dedesinin gözlerinin içine bakarak “O beni istemiyor” diye yanıtlar. İki yetişkin arasında kalmış ve onlardan başka yakını olmayan küçük bir kızın adeta yardım çığlığı gibi bir yanıttır bu. Teyze gider, Alp Dede kapısını çocuğun yüzüne kapatır. Heidi “Büyükbaba” diye birkaç kez seslenir. Elindeki çıkınını kapıya bırakır. Evin arkasındaki ahıra girer, fırtına çıkmıştır, keçilerle uyur. Sahipsiz ve kimsesiz bir kız çocuğunun hayata tutunmak için keçilerden medet umması çok dramatiktir.
Sabah dedesi ahıra keçilerden süt sağmaya gelir. “Günaydın Dede” diyen torunu ile karşılaşır. Heidi’nin meraklı bakışları arasında keçilerin sütünü sağar ve kaşığı ile kaymaklı kısmını torununa uzatır ve içmesini söyler. Dede torun arasında iletişim başlamıştır. Heidi çok kibardır, teşekkür eder. Ancak dedesi onu papazın yanına götüreceğini ve onun ne yapılması gerektiğini bileceğini söyler. Sakin ama çocuğa karşı aşırı mesafelidir. Papaz Heidi’nin saçını, dişini ve vücudunu adeta bir at gibi kontrol eder. Çocuğun sağlam olduğunu, başına dert açmayacağını söyler. Ama Alp Dede bakmak istemiyordur, Papaz bir çiftçinin yanına verebileceğini üç gün daha onda kalmasını önerir. Burada çıplak ayaklı köle çocuklara gönderme yapılmaktadır, ama yine de bu mesajlar günümüzde bile hâlâ üstü kapalıdır. Bütün bu konuşmaları meraklı ve korkulu gözleriyle Heidi izlemektedir ve onun için iki yakın akrabası tarafından da istenmemesi oldukça acıtıcıdır, ama yine de umutlu olmaya çalışmaktadır.
Dedesi yaşantısındaki iki yakın insandan birisidir, ama onu istemiyordur ve bu yaştaki bir çocuk için yaşadığı hayal kırıklığına rağmen iyi niyetini yitirmemesi, fazlasıyla uyumlu olması sanki her şey yolundaymış gibi durması ve hayatı sanki öyleymiş gibi -bir oyun gibi- yaşaması yapay bir gelişimi göstermektedir. Papaz ısrarla torununa bakmanın onun dini görevi olduğunu ifade eder. Dede önde, çıkınıyla Heidi arkada eve dönerler. Heidi pencereden, eve girmeden “Büyükbaba, bu gece de ahırda kalayım mı? ”diye sorar. Dedesi “ nerede istersen orada yat” gibi ters bir yanıt verir. Heidi biraz çekingen, biraz kararsız eve girer, evde sadece bir sandalye ve bir yatak vardır, yukarı çıkar ve samanların olduğu yerde yatar. Heidi olağandışı sakin ve kibardır. “Burada, samanların arasında yatmak istiyorum, olur mu?” diye dedesine sorar. Dedesi ona çorba verir, sandalye olmadığı için merdivene yaslanarak çorbasını içer.
Gece kar yağar, sabah mutlu uyanan Heidi pencereden çoban Peter ve keçileri görür. Heyecanla aşağıya iner, üzerinde incecik bir elbise vardır ve ayakları çıplaktır. Burada yönetmenin öyküye başka bir yorum kattığını düşünebiliriz: Dağlardadır, şu an için özgürdür ve mutludur, burada çıplaklık bir kölelikten çok özgürlük imgesine dönüşmüştür. Dedesi sütünü içmesini söyler, o da artık torununu düşünmektedir. Heidi yalakdaki su ile yüzünü yıkar, ahırın kapısını açar “Günaydın keçiler” der. Peter yanına gelir ve keçilere isimleri ile hitap eder. Alp Dede ilk defa Peter’e alaycı olarak “İyi günler General-Komutan Çoban Bey” diye hitap eder. Biz burada Peter ile Alp Dede arasındaki ilişkinin yumuşak olduğunu gözleriz, ayrıca aralarında şefkat de vardır, Alp Dede ona peynir kesip uzatır. “Bugün kızı al yanına, dağlara götür, dağlarda işlerin ne zor olduğunu bilmiyor” der. Peter ve Alp Dede bir ekiptirler, onlar dağlardaki zorluklarla baş etmeyi biliyorlardır. Ancak göz ardı edilmemesi gereken sahne ise dedenin torunu Heidi’ye yemek hazırlayıp ona vermesidir, yani artık Heidi’yi kabullenmeye başlamıştır ve onu düşünüyordur.
Heidi kendini Peter’e tanıtır ve Alp Dede’nin büyükbabası olduğunu, anne ve babasının öldüğünü anlatır. Peter de babasının öldüğünü söyler. Ortak acıları vardır. Heidi şimdiye kadar teyzesi ile kasabada yaşadığını, eve tıkılıp kaldığını söyler. Peter onu kollar, yanından ayrılmamasını söyler, Heidi şakayla karışık “yah, yah” (evet, evet) der ve dağlara doğru koşar. İki çocuk birbirlerinin arkadaşlıklarından hoşnutturlar. Peter ateş yakar ve Heidi’nin torbasındaki yemekten araklar. Heidi peyniri sen mi yedin diye sorar, Peter “keçi yemiştir” diye yanıtlar. Keçiler toslaşır, Peter onları kırbaçlar, Heidi ona engel olmak için yemeğinin yarısını teklif eder, Peter her gün yemeğinin yarısını ister, bu sınırsız hatta arsız teklifi Heidi çok iyi olduğu için kabul eder. Islıkla sincabı çağırır, sincap yanıt verir, Peter ona da taş atar ve Heidi ona vurur sonra da kaçıp çayırlarda yuvarlanır. Peter Alp Dede’den korkuyordur ve Heidi’den yemek anlaşmasından dedeye bahsetmemesini ister. Heidi kimseye söylemeyeceğinin sözünü verir. Peter Alp Dede’nin köyde birisini öldürdüğünü söyler. Heidi tepki vermez ama neşeli hali kaybolmuştur, hatta hüzünlenmiştir.
Akşam dedesi ile lapa yerler, yine teşekkür eder. Heidi ahırda uyuyacağını söyleyince dedesi Peter’in onun hakkında bir şeyler söylediğini anlar. Heidi korku ile karışık merakla dedesine “dedikleri doğru mu?” diye sorar. Dedesi “insanlar hoşa gitmeyen şeyleri söylemeyi severler” der. İlk kez dedesi kolunu tutar yani dokunsal bir iletişime geçer ve “Gördüklerine, kulaklarınla işittiklerine mi yoksa başkalarının söylediklerine mi inanacaksın?” der. Heidi önce karasız kalır, dede yemeğine döner. Heidi koşarak dedesine içtenlikle sarılır, yanağından öper, “iyi geceler” deyip yukarı odasına çıkar.
Sabah Alp Dede’nin marangozluk yapmaya başladığını görürüz. Heidi ve Peter dağlardadırlar ve topladıkları meyveleri avuçlayıp suratlarını boyayarak yerler. Heidi mutludur ve kendini şefkatli bir ortamda hissettiği için kıpkırmızı dağ çileklerini arkadaşı ile hapur hupur yiyerek bir yandan da oynayarak yaşamdan zevk almaktadır. Peter Heidi’ye ertesi gün bu meyvelerin yetiştiği yerleri göstereceğini söyler. Heidi ertesi gün gelemeyeceğini, dedesi ile papaza gideceğini söyler. Peter yeniden yalnız kalacağını öğrenince çok üzülür ve kızar. Heidi eve geldiğinde dedesi “Bu ne hal?” der. Heidi ise dedesine “Bu sandalye benim için mi?” diye sorar. Dedesi “Başka kimin için olacak” diye yanıtlar. Heidi şaşkınlık ve sevinç içinde “Yarın gitmiyor muyum?” diye sorunca dedesi “Yarın Alplere gidiyorsun?” der. Heidi inanamaz, “Diğer günde mi” diye üsteler. Dedesi çok soru sorduğunu, gidip elini yüzünü yıkamasını ister. Heidi artık güvenli yerdedir ve mutludur. Heidi koşarak dedesinin boynuna sarılır, bu kez dedesi de ona sarılır. Artık ikisi arasında sevgi, şefkat ve güven gibi aile olmaya dair temel duygular gelişmeye başlamıştır.
Heidi duygularını paylaşabilen bir çocuktur ve hemen Peter’e seslenir: “Burada kalabiliyormuşum.” Aslında kalabilmesinin bir yetişkinin iznine tabi olması da acıtıcı bir durumdur, sanki her yerde eğreti ve belirsizlik içinde yaşıyormuş gibidir. Dağlarda baharın son günleridir, çoban çocuk Peter ve arkadaşı Heidi coşkuludur, göle giderler tabii ki ıslanmış olarak eve dönerler. Dede onları sakin bir şekilde kurutur. Peter’in dağlarda son günüdür, artık okul zamanıdır ve o köyde olmalıdır. Peter’in ilkbahara kadar gelemeyecek olması Heidi’yi hüzünlendirir. Peter onu evlerine annesi ve büyükannesi ile tanışmaya davet eder. Heidi dedesine okula gitmek istediğini söyler. Dedesi ertesi gün Heidi’yi köye götürür. Köyde dedesi hakkında köylülerin olumsuz konuşmalarını dinler. Papaz torununun okula gitmek zorunda olduğunu söylese de Alp Dede reddeder. Dağlara dönerler, havalar soğumuştur ve Heidi sadece camdan dışarıyı seyredebiliyordur, şikâyet etmese de canı sıkılıyordur. Dedesi ona tahtadan bir kartal yapar, ayrıca bir kızakları vardır ve ona binip hızla köye inerler. İkisi de bu heyecanlı yolculuktan mutludur. Dedesi onu Peter’in evine bırakır, annesi onu karşılar, büyükannesi kördür ama elleri ile dokunarak insanları tanımaktadır. Peter gelir, arkadaşını görünce sevinir, sarılırlar. Peter okulu sevmiyordur, henüz okuma yazmayı da öğrenememiştir ve okulun gereksiz olduğunu söyleyerek gerçeğin üstünü kapatıyordur. Yemekte Heidi büyük anneye ekmeğini verir büyükanne ısıramıyordur, serttir ekmek ve onun dişi yoktur. Peter ekmeğe saldırır, annesi kızar ve ekmeği Heidi’nin önüne koyar. Dedesi onu almaya geldiğinde orada yaşadıklarından, büyükannenin kör oluşundan etkilendiğini anlatır. “Biz şanslıyız değil mi büyükbaba?” diye sorar. Büyükannenin kör olması onu çok etkilemiştir.
Artık ilkbahar gelmiştir. Peter yeniden dağlara çobanlık yapmaya gelir ve Heidi ile hayvanları otlatırlar. Heidi artık yeni hayatına alışmıştır ve dedesi ile mutludur. O yıllar için kıyafetleri küçük bir erkek çocuğu gibidir, pantolon ve yelek giymektedir ama ayakları çıplaktır. Bu görünümle film sanki öyküde olmayan bir duyguya yer vermektedir: “Çıplak ayaklı köle çocukların yerine, dağlarda özgür yaşayan çıplak ayaklı Heidi geçmiştir.”
Peter ile dağlarda olduğu bir gün teyzesi gelir ve dedesine Heidi’yi götürmek istediğini söyler, dede izin vermez ama Heidi’nin iyi niyetini kullanarak, onu kandırıp kaçırır. Almanya’ya, Frankfurt’a sakat bir kız çocuğu olan Clara’ya eşlik etmeye götürür. Clara’nın dadısından para alır ve Heidi’yi satar. Clara yürüyememektedir, annesi ölmüştür, varlıklı bir ailenin kızıdır, aslında annesi öldüğünden beri yürüyememektedir. Kocaman bir evde dadı, öğretmen, uşaklar ve hizmetçilerledir. En önemlisi de varlık içinde duygusal yoksunluk yaşamaktadır. Babası arada eve uğruyordur. Heidi şaşkındır, Clara’yı sevmiştir ama özgürlüğü tatmış bir çocuk olarak katı kuralları olan dadı ile iletişimi iyi değildir. Dadı bu köylü çocuğunu kaba bulmuştur ve sürekli Heidi’yi hataları yüzünden cezalandırmaktadır. Heidi ise ondan çok Clara ile iletişimini yoğunlaştırmaktadır. Her an köyüne dönebileceğini sanmaktadır, bu nedenle de yemekte verilen yumuşak francalaları Peter’in kör olan büyükannesine saklamaktadır.
Kocaman konakta camlar hep kapalıdır ve dağlar gözükmemektedir. O ise dağları görmek ve dedesine dönmek arzusundadır. Farkında olmadan yaptığı şeylerle Clara’yı neşelendirmektedir. Evdeki görevliler, öğretmen ve dadı dışında herkes Heidi’nin coşkusu ve iyi niyetinden etkilenmiştir. Evden dışarı çıkmak istemektedir ve tekerlekli iskemlesindeki Clara’yı da yanına alır, ilerdeki kilisenin kulesinden dağları görebileceğini düşünmektedir. Clara şaşkındır, Heidi’nin bu güvenli hali onu etkilemektedir ve ilk defa dış dünyayı yakından görmektedir. Heidi cesurdur ve merak ettiği bir konuda sonuna kadar gidebilme cesareti Clara’nın çok hoşuna gitmiştir. Kilisenin önünde Clara’yı bırakır, içeri girer ve kulenin tepesinden yine dağları göremez, hayal kırıklığına uğrar. Aşağı indiğinde Clara’nın küçük kedi yavruları edindiğini görür. Her ikisi de kedilerden memnun olurlar. Bu arada evde telaş vardır, çalışanlar ne Clara’yı ne de Heidi’yi bulamazlar. Uşak Sebastian koşarak onları arar ve sonunda kilisenin önünde bulur. Eve döndüklerinde dadı Heidi’ye çok kızar. O sırada dadının alerjisi açığa çıkar ve hapşırmaya başlar. Clara’nın örtüsünün altından üç yavru kedi ortaya çıkar. Dadı kızar, hapşırır, kedilerden korkmaktadır. Kızlar onun bu haliyle eğlenirler. Heidi’nin her duruma uyum sağlama yeteneği yüksektir. Kedilerden biri vazoyu kırar, Sebastian kedilere bakacağına söz verir. Dadı Heidi’ye yemek yememe cezası verir, masada herkes yerken o yüzü duvara dönük duracaktır. Artık Heidi mutsuzdur, dadı ise tehditkârdır.
O gece Heidi eski kıyafetlerini giyer ve Peter’in büyükannesine biriktirdiği francalaları da alıp evi terk ederken yakalanır. “Eve gitmeliyim, gitmek zorundayım” der. Francalalar etrafa saçılır, dadı iyice kızar. Dadı anlayışsızdır ve Heidi’yi hırpalar, sakat olduğu ve annesini kaybettiği için her istediği yapılan Clara, Heidi gidiyor diye histerik bir kriz yaşar. Ancak hiç kimse Heidi’ye niye gitmek istediğini sormaz, o bir köle çocuktur. Her ne kadar iyi kalpli olsa da zengin, öksüz ve sakat Clara onu istemektedir, o satın alınmış bir köle çocuktur. Teyzesinin onu kandırdığını ve yalan söylediğini sonunda anlayan Heidi çaresizdir ve kaderine boyun eğer. Heidi’ye Clara’nın onun gitmeye karar vermesi yüzünden hastalandığını söyleyip suçluluk duymasını sağlarlar. Clara ile birlikte, eve gelen öğretmenle yapılan dersler Heidi için sıkıcıdır, zaten okula giden en sevdiği arkadaşı Peter de okulun ve okumanın gereksiz olduğunu ona söylemiştir. Daha sesli harfleri bile öğrenmemekte ısrarcıdır. Öğretmen ise onu anlamaya çalışmayan, tepeden bakan didaktik bir öğretmendir. Ayrıca Heidi’yi zeki bulmamaktadır.
Heidi’nin Clara dışında en çok anlaştığı kişi uşak Sebastian’dır, Heidi’yi anlamaya çalışmaktadır ve dadıdan hoşlanmamaktadır. Evde telaş ve hareketlilik başlar. Clara’nın büyükannesi ve babası gelirler. Dadı Clara’nın babasına Heidi’nin zihni dengesi yerinde değil yorumunda bulunur ve eleştirir. Büyükanne müdahale eder ve kendisinin karar vereceğini söyler. Evin kontrolü büyükanneye geçmiştir, dadı hoşlanmasa da Heidi ve Clara bu durumdan hoşnuttur. Akşam yatmadan önce büyükanne Heidi’nin yanına uzanıp resimli bir kitaptan bir çobanın kuzuyu kaybetmesi ile ilgili bir öykü okur, Heidi merakla ve ilgiyle onu dinlemektedir. Kitabın heyecanlı bir yerinde büyükanne okumasını keser ve Heidi’nin okumasını ister, Heidi okuyamadığını söyler. Dağlardaki arkadaşı Peter’in “okumaya gerek yok” dediğini de ekler. Büyükanne ise söylenen her şeye inanmamasını söyler. Kitabın sonunu merak ediyorsa okumayı öğrenmelidir. “Öyküleri seviyorsun, kitabı sana bırakıyorum” diye ekler. Amaç Heidi’nin merak duygusunu harekete geçirerek okuma ile ilgili blokajını çözmektir, büyükanne sağduyuludur.
Clara’nın babasına yani oğluna Heidi’nin şirin ve hassas bir kız olduğunu, dikkatini verirse okumayı sökeceğini ama burada çok mutlu olmadığını hissettiğini aktarır. Clara’nın babası ise tek yönlü düşünmektedir ve onun burada isteyebileceği her şeye sahip olduğunu düşünmektedir. Büyükanne ise bu evde yaşamasının onun için olumsuz bir durum olduğunu söyler. Babası ise Clara’nın çok mutlu olduğunu söyleyince büyükanne oğlunun sık seyahatleri nedeniyle kızından uzak kaldığını ve suçluluk duyduğunu ifade eder. Anne oğul arasındaki bu diyaloglar Heidi üzerinden gözükse de önemli olan Clara’dır. Büyükannenin pedagojik ve şefkatli yaklaşımlarındaki yumuşaklık ne yazık ki oğlunda yoktur.
Evin içinde gece bazı sesler ve uğultular duyulur, sokak kapısı açıktır, Sebastian durumu Clara’nın babasına iletir, evdeki görevliler hayaletlerin gezdiğine inanmaktadır. Kısa bir süre içinde Heidi okumaya başlar, büyükanne onu över, bu durumdan öğretmen ve dadı hoşlanmazlar. Ancak büyükanne artık Heidi’nin kalması gerektiğine karar verir ve kendisi de evine döner. Evdeki gece uğultuları bitmez ve bir gece Clara’nın babası ve aile doktorları nöbet tutarlar. Gece kapıyı açanın Heidi olduğunu görürler. Üşümüştür ve durumun farkında değildir, titriyordur. Doktor, Clara’nın babasından battaniye ister, babası battaniye alırken francalaları bulur. Doktor Heidi ile yalnız konuşur, Heidi ona kalbinin acıdığını ve büyükbabasını özlediğini söyler, francalaları da kör olan büyükannesine ayırmıştır, o sert ekmek yiyemiyordur. Doktora dedesinin yaptığı tahta kartalı gösterir, Heidi hala kalben onlarladır. Doktor Heidi’nin uyurgezer olduğunu, evini özlediğini ve hasret duygusunu bastırdığından bu durumun ortaya çıktığını, çocuğun gitmesi gerektiğini söyler. Babası önce itiraz eder sonra Clara’ya söyler ve Heidi’nin acı çektiğini belirtir. Clara Heidi’nin gideceğini öğrenince ona bencilce kötü davranır ve her şeyi kırar. Heidi hazırlanır, Sebastian onu trenle götürecektir. Fazlasıyla iyi niyetli Heidi Clara’ya veda edemez ama babasından, dedesinin yaptığı kartalı- ki en değerli eşyasıdır çünkü doğduğundan beri ilk kez birisi ona karşılıksız bir hediye vermiştir- Clara’ya vermesini ister. Evden ayrılırken bir kutunun içinde Sebastian’ın taşıdığı taptaze francalaları görür ve çok mutlu olur. Evden ayrılmasına dadı sevinir ve “nihayet huzur” yorumunda bulunur. Clara’nın babası ise dadıya sert bir bakış atar.
Trende Sebastian Heidi’nin hayranlıkla seyrettiği dağları sıkıcı bulur. Bu sahnede şehir yaşamının gürültülü ortamına alışan bir yetişkin ile köy yaşamına tutkun, doğada özgürlüğü bulmuş, mutlu olmuş bir çocuğun görüşleri arasındaki farklılığı net olarak görürüz. Trenden sonra at arabasıyla köyüne gelen Heidi önce francalaları büyükanneye götürür. Yumuşak taze francalalar büyükanneye duyulan şefkati simgelemektedir. Heidi’nin anne ve babası yoktur, teyzesi onu satmıştır. Oysa en yakın arkadaşının büyükannesi ona çok iyi davranmıştır, üstelik bu yaşlı hanım hem görmüyordur, hem de sert şeyleri yiyemiyordur. Heidi bu kişiye karşı özel bir şefkat duygusu içerisindedir ve bunu da bir yiyecek üzerinden göstermektedir. Aynı zamanda Peter’e de sucuklar verir. Zaten hepimizin yaşamı şefkatle yani beslenmeyle, süt içmekle başlamaktadır.
Valizini ve tüm kıyafetlerini köyde bırakır, heyecanla koşarak dedesine kavuşur ve ona özlemle sarılır. Artık güvenli ve özgür olduğu yerdedir. Ertesi sabah eski alışkanlıklarını yerine getirir, yüzünü yalağın soğuk suları ile yıkar, dedesinin sağdığı keçi sütünü içer ve en iyi arkadaşı Peter ile dağlara gidip keçileri otlatır, arkadaşı ile yemeğini paylaşır, çayırlara yatar, artık ait olduğu yerdedir ve mutludur.
Kış gelince dedesi okul için köye taşınır ve Heidi okullu olur. Okulda başarılıdır, Peter ise umarsızdır ve başarısızdır, öğretmeni onu dövüyordur. İsviçre de olsa okul ve eğitim sistemi çok uzun yıllar zorbalık ve şiddet içermiştir. Heidi öğretmenine yazar olmak istediğini söyler, öğretmen bu konuyu pek de ciddiye almaz. Bu sahneden Heidi’nin kitabın yazarı olabileceğini düşünebiliriz. Peter’e ödevlerinde yardımcı olur ve sonunda okuma yazmayı öğretir. Clara’ya sürekli mektuplar yazar, onu dağlara davet eder. Clara mektuplarını büyükannesi ile paylaşır ve Heidi’ye “hoşça kal” bile diyemediği için pişman olduğunu söyler.
Büyükannesi Clara’yı Alplere, Heidi’ye götürür. Heidi ve dedesi Clara ve büyükannesini büyük bir coşkuyla karşılarlar. Büyükanne Clara’yı para karşılığı misafir etmelerini ister. Alp Dede “O bizim misafirimiz” der ve parayı reddeder. Heidi çok mutludur, iki arkadaşını, Clara ve Peter’i tanıştırır, ama bu durumdan Peter memnun değildir. Heidi’nin gözünde sadece kendisi olmak istiyordur ve paylaşmaya dair olumsuz duygular, gerçeği görmesini engeller. Peter kızgınlığını ve kıskançlığını keçilere kötü davranarak geçiştirir, ama yetersiz kalır.
Clara yeni ev kurallarını şaşırarak biraz da sevinerek kabul eder, Geçmişte kendi evinde Heidi’ye kuralları öğretmiştir şimdi sıra Heidi’dedir. Doğada yaşam özgür ve özgündür. Clara sabah giyinmesine Heidi’nin yardım etmesini ister, Heidi giyinmeye gerek olmadığını incecik gömlek elbiselerinin yeterli olduğunu belirtir. Gece çatı odalarından kayan yıldızlara bakıp dilek tutarlar. Ertesi sabah Peter hayvanları almaya geldiğinde kıskançlığına yenilir, Clara’nın tekerlekli sandalyesini uçurumdan aşağı atar ve araba parçalanır. Clara arabasını göremeyince çok endişelenir, Alp Dede durumu anlar ve Clara’yı sırtlar, Peter’in olduğu yere götürür. Peter’e ne yaptığını bildiğini ve vicdanı ile hesaplaşmasını önerir. Kızlara da göz kulak olmasını ister. Heidi Clara’ya yaban mersini toplamaya gider. Clara keçi yavrularını izlerken ayağına konan kelebeğin uçuşu ile onu izler, yani ayağa kalkar ve adım atar ama farkında değildir. Heidi onu ayakta görünce yüreklendirir. Yıllardır yürüyemeyen Clara şefkat ve doğal ortam gibi etkenlerle yürüme cesareti gösterir. Frankfurt’daki sert dadının ve koruyucu hizmetlilerin de olmaması önemli bir etkendir. Bu arada daha önce olumsuz duygular içindeki Peter iyi bir çocuk olmuştur ve Clara’nın yürümesine o da yardımcı olur. Çocuklar arasındaki olumsuzluklar çok çabuk olumlu hale gelebilir. Çünkü onlar biriktirmezler ve duyguları daha değişkendir.
Clara’ya her ikisi de yürüme egzersizlerinde yardımcı olurlar. Clara’nın büyükannesi ve babası gelirler. Babası çok kızgındır, taşlık bir sahada Clara’nın bulunması hoşuna gitmemiştir. Alp Dede’ye bile ters davranır, Clara’yı görmek ister. Clara “buradayım” der ve yürüyerek babasının yanına gider, ona sarılır. Babası şaşkındır. Büyükanne Heidi’ye bir defter hediye eder ve “bunun içini sen dolduracaksın” der. Heidi okulda yazar olmak istediğini söylediğinde öğretmeninin ilgilenmediğini ve arkadaşlarının da alay edip güldüğünü anlatır. Büyükanne felsefi bir bakışla “Onların bir şey bildiği yok burası onlar için bir köy, oysa sen başka bir yaşam biçimini de gördün. Eğer yaşamda bir şeyler sana neşe katacaksa onu yapmalısın, insanların dedikleri ile ilgilenmemelisin” der. Tekerlekli sandalye ile dağlara gelen Clara yürüyerek döner. Heidi yazı yazmaya başlar, Peter ile dağlarda çobanlık yapar ve artık kartalların özgür uçuşunu seyretmekten zevk alan dağların kızıdır.
Çocukluğumda birkaç kez okuduğum bu roman beni iyilik ve özgürlük temaları nedeniyle çok etkilemişti. Günümüzde bu filmdeki gibi saf ve temiz ilişkilere, iyiliklerin hep kötülükleri yenmesine olan inancımızı yitirdik. İyiliğin tüm olumsuzlukları yenebileceği gibi idealist ve romantik fikirler yaşadığımız vahşi dünyada ne yazık ki geçerliliğini koruyamamış, ütopyalar olarak kalmıştır. Toplumla ilgili konulara kafa yoranların daha gerçekçi yeni fikirlerle ortaya çıkmaları gerekmektedir, çünkü acımasız, kıyasıya rekabetlerin, aşırı hırsların, çıkar çatışmalarının yaşandığı, bunların sonucunda sevgisizliğin alıp yürüdüğü, doğanın hızla mahvedildiği günümüz dünyasının acilen değişime gereksinimi olduğu düşüncesindeyim.
Füsun Aygölü