Kadim Uygarlıklar Ülkesi; İran

4 Kasım 2016


Seyahat ederken insan bazen hiç beklemediği gerçeklerle karşılaşabiliyor veya umduğunun tam tersi görüntüler çıkabiliyor karşısına. Hatta daha ilginci, ne bekleyeceğini bir türlü tam bilemeden yola çıktığı da oluyor kimi zaman insanın… Ben kısa bir süre önce işte böyle sürprizli bir gezi yaptım ve hayal bile etmediğim birçok şey görüp bilmediğim pek çok şey öğrenerek döndüm İran’dan… Geziye başlamadan belirli düzeyde bilgim ve de tabii belirli bir beklentim vardı ama doğrusu bunların tümü orada rastladıklarımın yanında oldukça yetersiz kaldı…

Aslında macera bir buçuk yıl önce, İran’a gitmeye karar verme aşamasında başladı. Bir yanda Med, Pers, Sasani, Safevi, Selçuklu, İlhanlı ve günümüzün Farsi uygarlıklarıyla ilgili okuyup duyduklarımın yarattığı merak ve istek; diğer yanda içimde bir çekince, bir iç sıkıntısı çünkü gözümün önünde Kum kentinden idam ve kırbaçlanma manzaraları ve boğazımda sıcak havada istenmeden bağlanmış bir başörtüsünün dayanılmaz kısıtlaması… Acaba tehlikeli midir İran’da yolculuk yapmak ve acaba zorla başımı bağlamaya, yabancı bir ülkede ve geçici bir süre için bile olsa, tahammül edebilir miyim? Ama Erzurum’da geçirdiğim Tebriz’e komşu çocukluk yıllarımdan kalan anıların izini sürmek istiyorum; yeniden semaverde demlenmiş çay içmek istiyorum; annemin bana çocukken okuduğu şiirlerdeki gül bahçelerini görmek istiyorum… Sonunda merak ağır bastı ve öyle olduğunu o sırada daha tam da bilmeden, tüm ürkütücü taraflarına rağmen dünyanın en etkileyici ülkelerinden birisi olan İran’a doğru yola koyuldum…

Döndükten sonra, önceden bilmediğim ve İran’da öğrendiğim şeyleri birer soru haline getirip kendime tekrar sordum ve cevapladıkça “iyi ki gittim” diye bir kez daha mutlu oldum… Sorular, gördükçe belirginleşti çünkü; öğrendikçe daha fazlasını sorma gereği doğdu…
Siz Ahameniş İmparatorluğu’nun hangi zamanlarda var olduğunu biliyor musunuz, örneğin? Biliyor musunuz Kaçarlar kimlerdir? Ömrünüzde Zerdüşti bir tanıdığınız oldu mu? “Ahura Mazda”yı hiç duydunuz mu? Peki, dünyada çevresi yapılarla çevrelenerek sınırlandırılmış en büyük meydanının hangi kentte olduğunu tahmin edebilir misiniz?
Sizi bilmem ama benim bu soruların tümüne cevabım, yakın zamana kadar “hayır”dı. Ama işte İran’a gittiğimden beri hepsinin yanıtlarını biliyorum ve bu öğrendiklerim hafızamdan hiç silinmesin, imgeleri hep taze kalsın istiyorum… Çünkü binlerce yıldır doğunun en geniş, en güçlü, en köklü devletlerini kurmuş bu insanları ve onların bin yıllardır yaşadıkları ülkeyi ve o topraklarda oluşan uygarlığın yarattığı nefes kesici güzellikteki sanat eserlerini görmüş olmak gerçekten farklı bir mutluluk…

İlk durağım Horasan eyaletinin başkenti Meşhed; İran’ın kuzeydoğu ucundaki kutsal kent… Özellikle Şiiler için kutsal çünkü on iki imamın sekizincisi olan imam Ali Rıza’nın şaibeli bir şekilde öldüğü ve türbesinin, yani muhteşem Estan-ı Gods’un bulunduğu yer. İmam Rıza’nın türbesi “Şiilerin ikinci Kabesi” olarak da kabul edildiği için Müslüman olmayanların içerisine girmesi yasak. Gezimi tamamlayıp dışarı çıkıncaya kadar en az üç kere, ziyaretçilerin arasında dolaşan din polisi yanıma yaklaşıp nereli olduğumu soruyor. Bunun nedeni, üzerimdeki çarşafın İranlı kadınların giydiği gibi siyah değil, çarşafsız gelen ziyaretçilere kapıda verilen cinsten desenli olması. Türk olduğumu öğrenince ısrarla “Müslüman mısın?” diyor. “Elhamdülillah” yanıtını duyup İslami terminolojisine vakıf olduğumu görünce de, kibarca “hoşgeldiniz” deyip uzaklaşıyor.


Aslında türbe dedimse, öyle normal boyutlarda bir gömü mekanı gelmesin sakın aklınıza. Estan-ı Gods’a basitçe “türbe” demek biraz haksızlık olur; daha ziyade bir “külliye” olarak adlandırmak gerek… İç içe birçok avlulu bahçeden oluşuyor. Bu avluların hepsi birbirine benzediği için, içerisinde kaybolmadan çıkış kapısını bulmak istiyorsanız sık sık elinizdeki haritaya bakmanız gerekiyor. Külliye’de İmam Rıza’nın türbesine ve bol miktarda açık cami alanına ilaveten, iki müze, bazı önemli İslam bilginlerinin türbeleri, bir kütüphane, bir klinik, İslami Bilimler Üniversitesi, bir misafirhane, iki medrese, farklı hükümdarlar adına inşa ettirilmiş kubbeler ve kümbetler bulunuyor. Görkemli avluların çevresinde, türbenin ilk yapıldığı 13. yüzyıldan kalma “şabestanlar” (kapalı ibadet alanı) da var, yapımı geçen yıl biten eyvanlar da. Yani bu Külliyenin büyümesi ve yayılması devam ediyor; kentin belediyesi sürekli Estan-ı Gods’un çevresini istimlak ederek yeni bölümler inşa ediyor ve üstelik yeni yapılan bölümler de günümüzde genelde görüldüğü gibi orijinaliyle kıyaslanmayacak düzeyde kalitesiz durmuyor. Kısacası, İmam Rıza’nın külliyesi gerçekten görkemli ve bana sorarsanız bu öyle kendinden oluşmuş bir ihtişamdan ziyade, kasıtlı olarak yaratılmış bir görkem ve amacı biraz da ziyaretçilere İmam Rıza’nın tartışılmaz önemini iyice hatırlatmak, onları etkileyip kendilerini iyice küçücük hissettirmek…
Her halikarda Estan-ı Gods benim aklımda tüm gezi boyunca “çador” yani çarşaf giymeye zorunlu olduğum ve din polisini açıkça iş başında gördüğüm iki yerden birisi olarak yer ediyor en çok. Bir de, bir süre sonra kesin bir şekilde fark edeceğim bir şeyin ilk örneği olarak; İran insanı biraz da şaşırtacak kadar bir “türbeler ülkesi”; hatta camilerden çok türbeler var günlük yaşamın içerisinde… Türbeler hem sayıca çok, hem de halkın sürekli ziyaret ettiği, yaşamın bir bölümünün etrafında döndüğü yaşayan mekanlar. Ölülerini kutsayıp yüceltmekten, yasını tutmaktan çok hoşlanıyor, hiç vazgeçmiyor İranlılar. Sürüp giden bir yas içerisinde yaşıyorlar ve bunun değişik bir durum olduğunun sanki hiç farkında değiller. Yüzlerce yıl önce ölmüş dini liderleri için hala, bir gün önce kaybettikleri bir yakınlarına olduğu kadar çok ve gerçek gözyaşı dökebiliyorlar. Örneğin, İmam Rıza’nın sandukasının yanında her zaman inleyip dövünerek, sarsılıp titreyerek ve iç çekerek ağlayan birçok insan görmek mümkün.

Kısacası, Meşhed’de başlayan yolculuğum sonunda Tahran’a ulaşıncaya kadar, tüm kentlerde türbelerden geçerek ilerledi. Ancak ilginç olan, bunun iç karartıcı bir şey olmamasıydı çünkü ziyaret ettiğim türbeler her zaman din adamlarına veya devlet büyüklerine ait değildi. Bildiğiniz gibi, İran uygarlığının en önemli yanlarından birisi de sanat boyutu… Özellikle çok farklı ve melodik bir fonetiği olduğu için, anlamadan dinleyene zaten şiir gibi gelen Farsça ile yaratılmış edebiyat sanatı konusunda çok etkileyiciler. Bu yüzden, Firdevsi, Attar, Hafız, Sadi ve Ömer Hayyam gibi önemli şairler için de, yaşamları ve yaratılarına uygun biçim ve yerlerde türbeler inşa edilmiş ve bu türbelere gelen ziyaretçi sayısı diğer türbelerdekilerden az değil. Böyle bir şeye alışkın olmayan birisi için başlangıçta tuhaf görünse de, insan bir süre sonra kendini farkında olmadan etkilenmiş ve herkes gibi davranırken buluyor. Örneğin, Nişabur’da Ömer Hayyam’ın türbesinde, onun şu dizeleri düşüyorsa aklınıza: “Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam,/Ben haramı helali karıştırmam./Seninle içtiğim şarap helaldir,/Sensiz içtiğim su bile haram.”, Şiraz’da Hafız’ın bir gül bahçesi içerisindeki türbesinde Yahya Kemal Beyatlı’nın ünlü şiiri “Rintlerin Ölümü”nden dizeler okurken buluyorsunuz kendinizi… “Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış/Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle./Gece bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış,/Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.” Sonra bir bakıyorsunuz, kendinizi türbelerin havasına o kadar kaptırmışsınız ki, 60 bin beyitlik “Şehname” ile İran’ın ulusal destanını yaratmış olan Firdevsi’nin Tus’daki türbesinde, bu eserden belirli sahneleri bir ortaoyunu niteliğinde ezberden okuyarak, kendisinden geçmiş bir şekilde ülkesinin tarihini canla başla canlandıran türbe bekçisinin ilkel gösterisini herkesle birlikte gözyaşları içerisinde seyrediyorsunuz… Ve doğal olarak, bu üç kentten aklınızda en çok bu türbeler kalıyor sonunda.

Oysa özellikle Şiraz, Yahya Kemal’in dizelerinde söz ettiği, “eski Şiraz” iken nasıldı acaba? Ne tür yapılar ve eserlerle süslenmişti? Bugünkü Şiraz, Nasr-el Mülk, Atik ve Vekil Camilerinin daha önce benzerini görmediğim renklilik ve çeşitteki duvar süslemesi desenleriyle, toprak rengi taş üzerine yalnız başına kullanılan türkuaz renkli çinilerin yarattığı eşiz duruluktaki ahenkle, iç içe geçmiş alanlardan oluşan ana ibadet mekanları ve bunları çevreleyen birbirinden güzel eyvanlarıyla ve de özellikle avlularının sunduğu sessizlik ve huzurla büyüleyip şaşırtıyor insanı. Zaten İran’da insan her cami ziyaretinden sonra artık görülecek yeni ve farklı bir boyut daha kalmadığına inanıp sonra her gördüğü yeni camide öncekilerden çok değişik ve çok özel bir şey daha yakalayarak, İran sanatının zarafetine ve derinliğine bir kez daha hayran kalıyor…

Yola devam etmeden, Şiraz yakınlarındaki bir dünya kültür mirasında soluklanmak ve bu ülkenin kültür zenginliğinin gerçek kaynağını oluşturan binlerce yıllık İslam öncesi Pers uygarlığının gözbebeğinden söz etmek istiyorum; Persepolis… 1930’lara kadar toprak altında olduğundan varlığı bile bilinmeyen Persepolis’in geçmişi MÖ 550 yılına, yani Büyük Daryus zamanına uzanıyor. Ahameniş İmparatorluğu’nun merkezi ama başkenti demek doğru değil çünkü tarihçiler sadece İmparatorluğa bağlı yabancı toplulukların (ki aralarında Araplar, Trakyalılar, Hintliler, İyonyalılar, Kapadokyalılar, Lidyalılar, Babilliler, Ermeniler, Mısırlılar var) Ahameniş Hükümdarına bağlılıklarını belirtip isteklerini anlatmak üzere senede bir kez kabul edildikleri bir tören mekanı olduğunu söylüyor Persepolis’in. Zaten aynı dönemde Ahameniş hükümdarlarının bir yazlık (Susa), bir de kışlık (Hamedan) iki başkenti var… Yılda bir kez, Nevruz zamanı, İmparatorluğun dört bir köşesinden gelen heyetler Persepolis’in çevresinde çadır kurup yerleşiyorlar ve hükümdara getirdikleri hediyeleri sunmak üzere tören alanına kabul edilmeyi bekliyorlar. İmparatorluğun ezici üstünlüğünü hissettirmeye yönelik tasarlanmış, değişik yüksekliklerdeki taraçalarda yer alan bir dizi yapıdan ve bölmeden geçtikten sonra nihayet huzura kabul ediliyorlar. Dertlerini anlatıyorlar, bağlılıklarını belirtiyorlar, hediyelerini sunuyorlar ve sonra hep birlikte nevruz kutlama törenlerine katılıyorlar.

Persepolis, içerisinde kendinizi gerçekten binlerce yıl öncesine dönmüş hissettiğiniz, zamanın durup sizi beklediğini zannettiğiniz, sanki o anda ve oradaymışçasına binlerce yıl önceki bir yaşamının içerisine girip büyülendiğiniz sayılı tarih mekanlarından birisi… Günlük yaşantınızdaki görkem örnekleri arasında bugüne dek hiç yer almamış, öneminden haberdar olmadığınız, hatta belki varlığını bile bilmediğiniz bir ihtişamı ve gücü, Ahameniş İmparatorluğunun büyüklüğünü ve önemini iliklerinize kadar hissettiriyor. Ahşap ve tuğladan oldukları için yangınlar ve yağmurlar yüzünden yok olan çatılara ve duvarlara karşılık, günümüze kadar kalan pek çok özel bölümü var. En çarpıcı olanları, tören için gelen heyetlerin korku ile karışık bir merak içerisinde tırmandığı, atla çıkılabilecek eğimde yapılmış olan büyük merdivenler; kralın heyetleri kabul ettiği 100 Sütunlu Salon ve Apadana Sarayı’na çıkan Apadana Merdivenleri…


Apadana Merdivenleri, tüm Persepolis’in en ünlü noktası çünkü güney bölümündeki kabartmalarda yer alan yirmi üç sahnede, Nevruz kutlamaları sırasında krala hediye getiren ve Ahameniş İmparatorluğu’na bağlı olan devletlerin temsilcileri ve getirdikleri hediyeler resmedilmiş. Resimler, İmparatorluğun sınırları içerisinde yaşayan değişik toplulukları tanımak için olağanüstü bir fırsat veriyor insana. Her birinin giysilerini görüyorsunuz; getirdikleri hediyeden topraklarında mevcut olan zenginlikleri anlıyorsunuz. Örneğin, Araplar deve, İyonyalılar bal kovanı, Ermeniler at, Mısırlılar kumaş, Afganlar aslan postu getiriyorlar. Böylece bir film şeridi gibi gözünüzün önünden geçen bu yirmi üç tablo sayesinde, sadece Ahameniş İmparatorluğu’nun zenginliğini, büyüklüğünü ve gücünü görmekle kalmıyorsunuz, aynı zamanda o zaman için tanımlanmış dünyanın çok önemli bir bölümünün de adetlerini, farklı ve benzer taraflarını ve en çok sahip oldukları değerli maddeleri izliyorsunuz. Apadana merdivenlerinin güney duvarını adeta bir kitap gibi okuyabiliyor insan yani…

Persepolis, MÖ 330’da Büyük İskender tarafından yağmalanıp yıkılıyor ve böylece İskender, Persler karşısında gücünün üstünlüğünü göstermiş oluyor. Eh, zaten, tarih böyle insanın içini acıtan yersiz gövde gösterileriyle dolu değil mi? Gerçek gücün yıkmak değil korumak ve yeniden inşa etmek olduğunu aslında insanlar hala anlamış değil. Çünkü Persepolis son yıkılma tehlikesini de Humeyni’nin son yıllarında geçiriyor. İran’ın İslam öncesi tarihini silebilmek için çeşitli uygulamalar yapan Humeyni, önemli tüm Pers kalıntılarına birer İslami kimlik yapıştırdıktan, örneğin Pers Hükümdarı Kuroş’un (Cyrius) Ahameniş İmparatorluğu’nun başkenti Pasargad’da bulunan mezarını “Hz. Süleyman’ın annesinin mezarı” olarak yeniden tanımlayıp yanı başına bir cami yaptırdıktan sonra, sıranın Persepolis’e geldiğine karar vermiş. Bir sabah buldozerlerini Persepolis’i yerle bir ederek haritadan silmek üzere kente yollamış! Anlatılanlara göre, bu kez şansı yaver gitmiş Persepolis’in ve vali, kent halkıyla birlikte buldozerlerin önüne dikilip bu antik kenti yıkmak için, önce onları yok etmek gerektiğini söylemiş; böylece kurtulmuş Persepolis yakın zamanda bir kez daha yıkılıp yok olmaktan…

Gördüğüm tüm diğer güzelliklere rağmen, benim İran’daki favorim, İsfahan… Köprüler kenti İsfahan, yaygın olarak bilinen tanımıyla “Nefs-i Cihan”, yani dünyanın yarısı… Minyatürleri ve dillere destan ipek halılarıyla gururlu ve içerisinden nehir geçen tüm kentler gibi, özel bir büyüye sahip. Farklı uygarlıklara başkent olmuş; farklı dönemlerde gelişip gerileyerek sonunda bugünkü kimliğini kazanmış. Her şeyden önce tüm diğer İran kentleri gibi, yemyeşil… Sonra da, neden bilmem, bana çok dişi bir kentmiş gibi geliyor; hani işveli, nazlı, pek çok şeye gebe ve insana çok şey vaat eden… Ayrıldıktan sonra insanın aklında ince ince örülmüş bir ipek dantel tadı bırakıyor. Ateş rengi güllerin kokusunu, olgun İran narlarının çatırtısını ve İranlı şairlerin melankolisini en çok burada hissediyor insan.

İsfahan’daki Zayende nehrinin özerindeki birbirinden güzel ve ilginç köprüler keyifli birer yaşam alanı. Özellikle 12. yüzyıldan kalan ve İsfahan köprüleri arasında en eskisi olan Şahrestan Köprüsü, Şah 1. Abbas döneminde bir baraj vazifesi görerek önünde yapay bir göl oluşturmak üzere yapılan ve üzerinde kentin manzarasını seyretmek için teraslar bulunan iki katlı Kacu Köprüsü ve tam 33 adet bacak üzerinde duran Siesepol Köprüsü en güzelleri… Bu köprüler sadece nehri geçmek için yapılmış birer geçitten ibret değil, gerek mimarileri, gerekse çevrelerinde yeşeren yaşamla gerçek sanat eserleri. Çevrelerine, İran’da sık sık rastladığımız bir şeyi çok net görmek mümkün; açık havada ve özellikle de çimenler üzerinde çekirdek yiyip sohbet ederek gülüp eğlenen ve dinlenen aileler, kadınlı erkekli karışık gruplar, öğretmenleri tarafından sınıflar halinde gezmeye getirilmiş öğrenciler…

Gerçekten de, beni İran’da en çok şaşırtan şeylerden birisi bu; özellikle büyük kentlerde insanlar sanki hep sokaklarda ve toplu halde hoşça vakit geçiriyorlar. Sürekli bir piknik havası hakim kentlerin yeşil alanlarına… Giysileri size gerçeği hatırlatmasa, İslam devriminin yarattığı tüm beklentilerinizi unutabilirsiniz. Bir arada geziyorlar ve bir arada keyif yapıyorlar. Herhangi bir kentin merkezindeki bir heykelin dibinde veya bir parkın çimlerinde yaygısını sermiş oturan insanlar var hep. Hatta kimisi ocak yakmış yemek pişiriyor bile olabiliyor. Bu yasak olmayan bir davranış ve insan bir süre sonra öyle olmasına şaşırmıyor artık çünkü bu insanlar kalkıp gittikleri hiçbir yerde pislik, çöp veya başka bir zarar bırakmıyorlar. Herkes kurallara ve birbirine son derece saygılı. Bazı yerlerde ve hatta geniş caddelerin kenarlarındaki kaldırımlarda kurulmuş çadırlar görüp merak ediyorum ve İran’da bunu yapmanın da serbest olduğunu öğreniyorum. Bu çadırlarda genellikle otel parası vermek istemeyen yolcular ve evinin sıcağından bunalıp serinleyecek yer arayan kent halkı kalıyor.
Bu şekilde dinlenen ve eğlenen bir gruba yaklaştınız mı, mutlaka sofralarına ve hatta ısrarla evlerine davet ediliyorsunuz. Hele Türk olduğunuzu öğrendikleri zaman, birlikte resim çektirmeniz farz oluyor. Ben galiba, cep telefonuyla resim çeken kaç öğrenciye poz verdiğimi, hatta kaç tanesinin önüme uzattığı defterini popüler bir dizi oyuncusu edasıyla imzaladığımı, hiç tanımadığım kaç hanıma sarılıp birlikte resim çektirdiğimi unutmuş bulunuyorum. Özellikle de, Türkçeyi hoş bir Fars aksanı veya Azeri lehçesiyle konuşan kaç kişiyle seyretmediğim için çok utandığım kaç Türk televizyonu dizisini biliyormuş gibi yaparak tartışmak durumunda kaldığımı hatırlamıyorum.

Dünyanın çevresi yapılarla çevrelenerek sınırlandırılmış en büyük meydanı İsfahan’da. Şimdiki adıyla İmam Meydanı, (eskiden Şah Meydanı veya Nakş-ı Cihan Meydanı), belki de ben ilk kez gece şahane bir mehtabın altında gördüğüm için, büyüleyici bir yer. Meydan cıvıl cıvıl, ortası çimle kaplı ve fıskiyelerle dolu; faytonları, satıcıları ve çimlerin üzerinde piknik yapan insanlarıyla, son derece canlı. Sürekli kalabalık, sürekli hayat dolu, sürekli hareket halinde… Ama benim için onu asıl ilginç yapan şey, etrafını çevreleyen ve “İsfahan Pazarı” diye adlandırılan karmaşık çarşı. Bu çarşı labirent gibi kesişen sokaklardan ve onları birleştiren noktalarda yer alan kubbelerden oluşuyor. İçerisinde sadece antikacılar, hattatlar ve el sanatları satan dükkanlar değil, aynı zamanda çok ilginç kahvehaneler, hamamlar ve bahçeler de yer alıyor. Meydanın çevreleyen binalar arasında çarşıya ilaveten olağanüstü güzellikte camiler, hanlar ve saraylar da var. Özellikle Ali Kapı Sarayı, en üst katındaki “Müzik Odası” gibi sürprizleri ve şahane meydan manzarasıyla benim aklımda yer eden yerlerden birisi. Kentin yaşam merkezi bu meydan ama insan başka Orta Doğu kentlerinin meydan veya çarşılarında hissettiklerini hissetmiyor burada. Daha ziyade şaşkınlık, sürekli bir kıyaslama isteği ve hayranlık duyuyorsunuz. Bir yandan attığım her adımın keyfini çıkarırken, bir yandan da sürekli Roma’daki Piazza Navona’yı veya İstanbul’daki Taksim Meydanını düşünüp gördüğüm diğer büyük meydanlarla kıyaslama yaparken yakalıyorum kendimi; belki böyle bir yerin varlığını bile bilmediğim ve bu kadar büyük, tertemiz ve düzenli bir meydana burada rastlamayı hiç beklemediğim için. Nakş-ı Cihan, doğrusu hepsinden ilginç çünkü tüm diğer anlattıklarıma ilaveten, dünyada eşi benzeri olmayan değişik özellikleri de var; zamanında polo maçları yapmak için kurulan tek şehir meydanı olmak gibi… Attığınız her adım, döndüğünüz her köşe, girdiğiniz her dükkan bir sürprize gebe bu meydanda…

İsfahan, ana salonundaki duvar resimleriyle insanı şaşırtıp çarpan Çehel Sütun Sarayı, İran’daki en büyük avlu olan ve UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan Cuma Camisi, iç mekanı sade dış görüntüsünden hiç beklemediğiniz bir zenginlikle resimlendirilmiş olan Vank Katedrali, güvercin gübresi toplamak için yapılmış olan ve dünyada bir eşi daha bulunmayan büyüklükteki Güvercin Kulesi ve hatta onarılan bir kervansarayın içerisinde yer alan ve güllerle dolu bahçesindeki huzuru bir türlü unutamadığım Abbasi Oteli gibi daha pek çok ilginç yapıya sahip ama bence asıl önemli olan, bu yapıların her birinin adeta canlı varlıklarmış gibi sürekli aklınızda yaşamaya devam etmelerini sağlayan kendine özgü hikayeleri… Gördüğüm mekanları ilgi ve hayranlıkla izleyip sonsuza dek benim olmak üzere dağarcığıma ekliyorum ama sonradan İsfahan’ı özlediğimde aklıma yine de en çok Zayende nehri, üzerindeki köprüler, nehrin kıyısında ve köprülerinin üzerinde gördüğüm yaşam kesitleri ve tanışıp sohbet ettiğim insanların düştüğünü fark ediyorum.

Bir sonraki durağım Yezd kenti, çölün ortasında pek çok ilginç özelliğe sahip bir kent. Yezd’in çamur sıvalı evleri, mimari olarak Harran köylerini hatırlatıyor bana ama artık alışmış olsam da, İran kentlerinin yeşilliğine burada bir kez daha hayran oluyorum çünkü ne de olsa, çölün ortasındayız. Kente çok yakın zamana kadar yüz yıllarca yer altındaki kanallar vasıtasıyla dağlardan su getirildiğini öğrenip artık şaşırmıyorum. İran’a geldiğimden beri, aklımın köşesinden geçmeyecek konularda bile tarih boyunca ulaşılmış olan uygarlık düzeyini az çok öğrendim. Yine de, bu tür gelişmiş mühendislik uygulamaları karşısında etkilenmemek mümkün değil. Kente çok ilginç bir görünüm veren ve evlerin tümünün üzerinde var olan rüzgar bacaları (badgirler) da bunların arasında. Bu bacalarla, yüzlerce yıldır doğal bir klima sistemi uygulanıyor Yezd’de. Eski Kentteki dar sokaklarda dolaşıp tüm Ortadoğu’da gördüğüm cinsten süslü kapıları ve dış dünyaya tamamen kapalı avlularıyla kim bilir ne sırlar saklayan evlerini seyrediyorum. Aniden köşenin birisinden, kara çarşaflı uğursuz bir büyücü falcının karşıma çıkıp beni esir almasını beklemek işten bile değil ama hava çok sıcak olduğu için mi, yoksa yaşam tamamen yüksek duvarların ardında kendi içine kapalı yaşandığı için mi bilmem, sokaklar kentin terk edildiğini düşündürecek kadar kimsesiz…

Yezd kentinin beni en çok etkileyen özelliği, bunlardan hiçbirisi değil ama… Zerdüşt dininin ya da başka bir deyişle Mecusiliğin, merkezi bu kent ve bu vesileyle öğrendiğim detaylarıyla beni (evet İran’a geldiğimden beri bininci kez!) şaşırtıp hayran bırakıyor. Şu anda inananların çoğu Hindistan’a yerleşmiş durumda ama Yezd’de de hala 30 000 kadar Mecusi var. İçerisinde yanan ateşin 470 yıldan beri hiç sönmeden korunduğu söylenen Ateşgah’ta (Zerdüş tapınağı) görevli olan din adamı Mecusilik hakkında anlattıklarıyla, kutsal kitabı Avesta olan bu dini doğru dürüst anlamama yardımcı oluyor. Zerdüşt’e inananların ölülerini bıraktığı ve cenazelerini kaldırdığı yer olan Sessizlik Kulelerinde, bir cenazeye rast gelip yakınını kaybetmiş olan ailenin davet ettiği yemeğe katılıyorum. Bu, İran’ı artık daha iyi tanıdığım duygusu veriyor bana. Temel güç sembolü Ahura Mazda olan Mazdaizm felsefesinin, Zerdüşt tarafından ritüellere tercüme edilerek günlük hayata uygulanır duruma getirilmiş hali olan Zerdüşt Dini, ışığı iyiliğin ve aydınlığın sembolü olarak kutsal sayıyor. Asırlarca “ateşe tapanlar” diye adlandırılıp dinsiz sayılmalarının nedeni de, ışığın sembolü olarak kabul ettikleri ateşe olan saygıları… Aslında diğer tek Tanrılı dinler gibi tek bir Tanrıya inanıyorlar, hatta aslında tarihteki ilk tek Tanrılı din olarak kabul ediliyor Zerdüş dini. Beni etkileyen boyutu ise, diğerlerinden farklı bir ahlak anlayışına sahip olması… Yaptırımları zorlayıcı değil; cezalar ve ödüller yok, insanın kendine ve vicdanına karşı sorumlulukları var yalnızca. Öteki dünya kavramı da çok farklı; iyiliğin de, kötülüğünde bu yaşamda karşılığını bulacağına inanıyor Mecusiler. Bir de, her yeni doğanı anne ve babası Mecusi diye bu dine mensup saymıyorlar. Mecusi olup olmayacaklarına 18 yaşına gelince kendileri karar veriyor çocuklar ve aldıkları karara camaatleri içerisinde sonsuz saygı gösteriliyor. Günümüzde dinler adına yaratılan hoşgörüsüzlükten çok rahatsız olduğum için, Zerdüşt Dininin bu özellikleri beni etkiledi doğrusu…

İran gezisinin son durağı olan Tahran’a ulaştığımızda en fazla dikkatimi çeken şey, çarşaflı kadınların sayısındaki azalma oluyor. Diğer bölgelerindeki İslam devrimi öncesinde zaten başını örten kadınların, şimdi fazla yadırgamadan çarşaf giydiklerini; Tahran ve İsfahan gibi büyük kentlerde yaşayanlarınsa, mecburen örtündükleri için, çarşafı benimseyemediklerini düşünüyorum. Tahran’daki kadınların hemen tümü, yapay topuzların üzerine doladıkları nispeten renkli eşarplarıyla usulen örtünüyorlar. Çoğunluğu günün her saatinde çok ağır makyaj yapmış oluyor çünkü sanırım sadece güzellik için değil, kapatmak zorunda olmadıkları yüzlerini olabildiğince bir ifade aracı olarak kullanmak için de işlerine yarıyor makyaj. Eşarpların altından görünen boyalı saçları ve abartılı makyajlarıyla bir mesaj verir gibiler sanki… Bu makyajın çoğu kez çıkmayan cinsten kalıcı makyaj olduğunu öğrenince rahatlıyorum çünkü sabah saat sekizde uçağa binerken bu kadar bakımlı ve taze görünmeleri beni kıskançlıktan birazcık çatlatmış oluyor. Ayrıca, beni şaşırtacak kadar küçük yaşta ve çok sayıda genç kızın estetik burun ameliyatı yaptırmış olduğunu görüyorum. Çoğunun hala bantlı olmasından, bu durumun belki yeni moda olmuş bir akım olduğu sonucunu çıkarıyorum. Aslında ameliyat edilmemiş burunlarıyla çok daha cazip bence İranlı kadınlar… Doğal halleriyle o kadar güzel ve cilveliler ki, insan hayran kalıyor. Simsiyah kocaman gözlerle ve ışık dolu bakışlarla baktıkları birisini etkilememeleri söz konusu değil bence.
Tahran’da kadınlar, İslam devriminin hicap kurallarına uygun giyinmiş olmak koşuluyla hemen her türlü işte çalışabiliyorlar; üniversitelerdeki kız öğrenci sayısı, erkek öğrencilerden daha fazla… Bu diğer kentler için aynı oranda geçerli değil tabii ama Tahran’da özellikle havaalanı ve müzeler, kadın memurlarla dolu; en çok ilgimi çeken ise, kadın taksi şoförleri… Kamu alanlarında görevli bu kadınların bir tür üniforma kabul edilebilecek giysileri, hem çarşaftan, hem de az önce tanımladığım Tahranlı hanımların giysilerinden farklı. Koyu renk başörtüsü, pantolon ve tunikten oluşuyor. Oysa, Tahran’ın “Yukarı Tahran” denilen zengin mahallelerindeki hanımlarım ayaklarında Louboutin marka yüksek topuklu ayakkabılar, ellerinde Channel çantalar ve başlarında renkli Hermes eşarplar var. (Buna karşılık “Aşağı Tahran”, daha fakir ve geleneksel mahallelerden oluşuyor.) Bu frapan giyimli hanımları öyle çok ortalıkta görmek mümkün değil; daha ziyade lüks restoranlarda ve beş yıldızlı otellerin lobilerindeki çay saatlerinde karşınıza çıkıyorlar.

Aslında Tahran, tüm dünyada rastlanan cinsten, diğer İran kentlerine oranla fazla egzotik bir özelliği olmayan, modern, büyük bir başkent. Ama eteklerine kurulduğu Demavend Dağı’nın kıyısında yaşayanlara sunduğu iklim güzellikleri ve kentin inanılmaz derecede tertemiz ve yemyeşil olması Tahran’ı etkileyici bir kent yapmaya yetiyor. Demavend, tepesinden kar eksik olmayan, tek başına dimdik duruşuyla insana yalnızlığını metanetle kabullenmiş dinç yaşlıları hatırlatan bir dağ. Öte yandan Tahran, sosyal yaşam açısından İran’ın yaşamakta olduğu ikilemi çok güzel yansıtıyor bence. Otobüslerin içerisinde kadın erkek bölümleri ayrı ama dolmuşlarda herkes diz dize oturuyor. Öğrenciler, ilk ve orta öğrenimde, yani çocuklar gerçekten çocukken, ayrı ayrı kız ve erkek okullarında okuyorlar ama sonra üniversiteye geçince, yani ilişkileri olacak yaşa geldiklerinde, herhalde ayrı üniversiteler kurmak ortaokul açmak kadar kolay olmadığından, bir arada okumaya başlıyorlar. Kent pek çok etkileyici yapıya, saraya ve müzeye sahip ve İran’a gelenlerin ilk uğrak noktası ama Yezd gibi küçücük bir kentte kaldığımız kalitede bir oteli yok…

Tahran bir ömür boyu akılda kalacak böyle pek çok çelişki barındıran bir kent ama ben yine de bu çelişkiler kadar güzelliklerini de hatırladığımı fark ediyorum sonradan. Örneğin, Merkez Bankasının müze haline getirilmiş olan kasasında saklanan ve İran parasının reserv değerini oluşturan inanılmaz ihtişamdaki imparatorluk hazinesi ve Farah Pehlevi tarafından düzenlenmiş olan Cam Müzesi gibi… Sadabad Sarayını da gezdikten sonra da artık iyice emin oluyorum; dünyanın bu bölgesinde daha önceden duyduğum/gördüğüm ve hayran kaldığım pek çok güzelliğin kaynağı, İran. Hindistan’daki aynalı sarayların ilhamı da İran’dan, Özbekistan’daki eşsiz çini kubbelerin de… Divan edebiyatını yaratmış Osmanlıca dilinin büyük bir bölümü de İran’dan, Avrupa uygarlıklarının hiç beklenmedik birçok günlük yaşam detayı da…

Sonuç olarak, İran yeryüzündeki en ince, en detaylı ve en özenli yaratılmış uygarlıklardan bir bölümünün ana yurdu olarak, Türkiye’de yaşayan ve tarihe ilgi duyan herkesin mutlaka kendini mutlu edecek bir güzellik bulacağı bir yer… Hep gördüğünüz kadar daha görülecek yer kalarak, hep biraz şaşırıp biraz hayranlık duyarak ve de hep geçmişlerine oranla yaşamak durumunda oldukları bugüne içiniz burkularak geziyorsunuz İran’da… Semaverde demlenen çay bulmak artık çok zor olsa da, çilav, tahçin, horeş gibi pek çok lezzet sofraları süslüyor. Havaalanlarında sırada beklemek, kuyruk oluşturma kavramı olmayan İranlı hanımlardan yediğiniz yumruk ve dirsekler yüzünden kabusa dönüşse de, genelde İranlılar güler yüzlü ve neşeli; kadınlar cilveli, erkekler bıçkın. Bu durum, yakında yaşamlarının çağ dışı boyutlarından kurtulacakları umudunu da veriyor insana. Çünkü İran yemyeşil, tertemiz; sokaklar cıvıl cıvıl… İran gül bahçeleriyle dolu; tam ta bir şairler ülkesine yakışacak gibi…

Güzin Yalın

Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır

Özet
Kadim Uygarlıklar Ülkesi İran
Başlık
Kadim Uygarlıklar Ülkesi İran
Açıklama
Seyahat ederken insan bazen hiç beklemediği gerçeklerle karşılaşabiliyor veya umduğunun tam tersi görüntüler çıkabiliyor karşısına. Hatta daha ilginci, ne bekleyeceğini bir türlü tam bilemeden yola çıktığı da oluyor kimi zaman insanın…
Yazar
Yayıncı
gidivermek
Yayıncı Logo
Yukarı