Müzmin bir seyahat tutkunu olarak, beni sürekli alıp upuzun yollar boyunca uzaklara götüren ve başka hayatları merak ettirip her seferinde farklı bir kültüre dokunmaya zorlayan tam olarak nedir bilmiyorum ama dünyada her şeyden çok bu dürtünün gereğini yerine getirip yeni bir adrese varmakla mutlu olduğumu biliyorum. Bu durumun en ilginç ve heyecan verici boyutuysa böyle bir “menziline vasıl olma” duygusuna nerede ulaşacağımı hiçbir zaman tam olarak kestiremiyor olmam. Hissettiğim doygunluk gittiğim coğrafyadan, kat ettiğim mesafeden ve tükettiğim miktardan bağımsız bir duygu çünkü; kendine özgü bir dinamiği var ve insan bazen en uzak zannettiğini en yakınında buluyor. Bu gerçek sadece somut nesneler değil, huzur ve mutluluk gibi kavramlar ve insanı alışkanlıklardan kopartmaya en fazla aday serüvenler için de geçerli olduğundan ben de bahsettiğim mutluluğu, büyük olasılıkla zannedildiği gibi her zaman en uzak, en değişik, en bilinmedik adreslerde bulmuyorum doğrusu. Tersine bana en yakın olan, ömrüm boyunca yanı başımda durmuş bir yer bazen beni inanılmaz bir ruh durumuna ulaştırabiliyor. Bu kez işte böyle bir yakın yolculuktan söz etmek, sizlerle Doğu Anadolu’ya gitmek istiyorum.
Önce bir şeyi itiraf etmeliyim; bu yazıyı bölgenin yaşam ve doğa güzelliklerini paylaşmak için tasarladım ama yazmaya başlar başlamaz anılarımın beni bugünden alıp yıllar öncesine, çocukluğumun Doğu Anadolusuna götürdüğünü fark ettim. Bu yaptığımı algıladığımda önce tereddüt ettim; benim anılarım kimi, niye ilgilendirsin ki? Sonra yazdıkça, anımsadıklarımla yakın zamanda orada görüp yaşadıklarımın yakınlığı dikkatimi çekti. Koşullar tabii değişmişti, olanaklar tabii artmıştı, yaşam tabii artık daha kolaydı ama temel duygu değişmemişti. Doğu Anadolu’yu uzak ve çetin ama bir o kadar da gizemli ve çekici bir hayal ülkesi haline getiren şeyler, doğanın eşsiz büyüsü ve bir Doğu Anadolu kentinin ancak yaşayarak tam algılanabilecek yaşam atmosferi hala aynıydı; çocukluğumda olduğu gibi karşıma çıkmıştı. Bu yüzden yazıyı başladığım gibi tamamlamaya karar verdim. Nasılsa anlatacaklarım benim çocukluğumu olduğu kadar bugünün Doğu Anadolu yaşamını da betimliyor çünkü. Hem zaten iklim koşullarından herhangi birisinin bu denli baskın olduğu bir coğrafyaya yapılan her gezi eninde sonunda aynı noktalara ulaşır. Çünkü zaman ne olursa olsun, teknoloji nerede durursa dursun doğanın hükmü sürer, hayatı etkiler, yaşanacakları belirler. Kısacası, bana sorarsanız gelişen tüm koşullara, artık sahip olunan bütün teknik rahatlıklara ve değişen yaşam koşullarına rağmen, kar yolları kapadığı zaman Erzurum hala aynı Erzurum’dur.
Biliyorum şimdi mevsim bahara dönüyor ve biliyorum Anadolu’nun dört bir yanı göz alabildiğine renkli ve aydınlık bahar manzaralarıyla dolmak üzere. Kırlarda yaban çiçeklerinin açmasına, ağaçların yapraklanıp yemyeşil olmasına, akarsuların coşup kabarmasına çok az kalmış vaziyette. Ama benim Doğu Anadolu’ya dair anlatacağım ilk öykü bu mutedil güzelliklerle değil, yöre ikliminin başkahramanı olan haşin ve zorlu kışın parıltılı cazibesiyle ilgili. Çünkü ben Erzurum’da büyüdüm. Hayatımın benliğime pek çok şey katan ilk sekiz senesi, o yıllarda kimsenin mecbur değilse gitmeyi aklından bile geçirmediği bir Doğu Anadolu kentinde geçti yani. Her ne kadar “Doğunun Paris’i” diye nitelendirilse de o zamanlar Erzurum karlar içinde, az çok kendi kaderine terk edilmiş bir uzak kentti ve kim ne derse desin Erzurum’da yaşamın efendisi soğuk ve zorlu iklimdi. Kışın iyice sert geçtiği yıllarda, sabahları caddedeki yarım metreden yüksek karın üzerinde ayak izlerini görünce anlardık kente gece yine kurtların indiğini. Bu yüzden, Doğu Anadolu kırlarında açan inanılmaz naiflikteki çiçeklerin, yörenin yemyeşil çayırlarının ve buz gibi suları ömre şifa pınarlarının yani henüz kirlenip bozulmamış tertemiz bir doğanın tadını onca yıl yaz ve bahar ayları boyunca da sonuna kadar çıkarmış olduğum halde, Erzurum’dan ve çocukluğumun orada geçen bölümünden aklımda kalanlar daha çok karlı bir tabloya ait. Bu tabloda şimdi yaşamakta olduğum hayata göre çok masum sayılacak minicik mutluluklar da var, bugünkü yaşantım için akla gelmeyecek kadar aşırı olan zorluklar da. Abartılı durumlara ait ikinci türdeki anılarım daha çok iklim koşullarıyla ilgili. Isının eksi otuz dereceye düşmesi normal bir durumdu örneğin ve geceleri yatak odalarımızda konsolların üzerindeki sürahilerde sular donardı. Ama biz bunu hiç de özel bir şeymiş gibi algılamaz, hatta çoğu kez fark bile etmezdik çünkü havadaki nem neredeyse yok denecek kadar az olduğu için o soğuk insanı zannettiğiniz kadar üşütmezdi. Yine de, akşamüstü okuldan döndüğümde kapıda babamın hastaneden gelip onları muayene etmesini bekleyen hastalarına rastlardım ve yüzleri gözleri yünlü el dokumalarıyla soğuğa karşı sarılı olan bu kimisi bir çocuk kadar kavruk, kimisi dalyan gibi güçlü kuvvetli ama hepsi mutlaka bıyıklı kara yağız adamların bıyıklarından minicik sarkıtlar halinde, nefeslerinden çıkan nemin anında donmasından oluşan buzlar sarkıyor olurdu. O buzların çok daha büyük ve keskin bir kılıç kadar tehlikeli olanları da kış boyunca binaların çatılarından sarkardı zaten. Bu yüzden Erzurumlular için, kışın çatıların hemen altından geçmeden yürümek yürümeye başlar başlamaz edinilen bir refleksti. Havanın artık ısınıp yumuşamaya niyetlendiği günlerde, damlarda kış boyunca birikmiş olan metrelerce kar kente ilk kez gelen ve ne olup bittiğini anlamayan birini ürkütecek bir iç uğultuyla önce yerinden kopmaya sonra da çatılardan düşmeye başlardı. Biz çocuklar, buzda kayıp düşmeye, farkında olmadan üşütmeye, kara fazla batıp ayaklarımızı ıslatmaya ve de tabii çatılara gereksiz yaklaşmaya karşı dikkatli olmak üzerine evden çıkarken işittiğimiz olağan tembihleri misliyle arttıran bu durumu baharın habercisi olarak sevinçle karşıladığımız için o günden sonra, tembih edilenin tersine daha oynak ve keyifli adımlarla, daha esrik ve dikkatsiz yürürken bulurduk kendimizi; üzerimizden bir yük kalkmış da artık daha rahat nefes alıyormuşuz gibi içimiz hafifleyip gönenirdik.
O tarihlerde Erzurum’daki evlerde kalorifer yoktu; sobalarla ısınmaya çalışırdık. Su boruları hemen her gün soğuktan donduğu için mahalle aralarında bir yerlerde kesilen suyu yeniden musluklardan akıtmak için buzları eritmeye çalışanlar olurdu. Kentte motorlu taşıt da henüz neredeyse yok denecek kadar az olduğundan taksi yerine atlı faytonlar kullanılırdı ve kışın (yani Eylül başından Mayıs sonuna kadar!) yerde kalınlığını unuttuğumuz bir kar tabakası sanki hiç erimeyecekmiş gibi yerleşmiş otururken, bu faytonların tekerlekleri çıkartılıp yerlerine kızaklar takılırdı. Kısacası, aslında farkında bile olmadan ancak Rus stepleriyle ilgili filmlerde gördüğümüz türden bir macera yaşayıp dururduk günlük hayatımızda. Faytonları çeken atların nefesleri burunlarından çıkar çıkmaz buharlaşır, yan yana durdukları yerlerde etraflarında neredeyse bir duman bulutu oluşurdu. Evliya Çelebi’nin anlattığı damdan dama atlarken havada donup bir sonraki bahara kadar orada asılı kalan kediler gerçekte yoktu tabii ama küçük kuşların donarak öldükleri için gökyüzünden döküldükleri olurdu. Ayaklarımıza genellikle yerde kat kat birikip sıkışmış olan karlara bastıkça gıcırtılı sesler çıkartan lastik tabanlı ayakkabılar giyerdik. Kaymamak için alınan bu önlemin yetersiz olduğu yerlerde buzun üzerine evlerdeki sobalardan alınmış küller dökülürdü. Fazla insanın gelip geçmediği ara sokakların birinde alçak bir tepecik olduğunu zannettiğimiz eğimli bir yerin aslında kalın bir kar ve buz tabakasıyla kaplanmış bir merdiven olduğunu bahar gelip de o buzlar eridiğinde fark ettiğimiz olurdu ve kış boyunca ne kadar çok kar yağdığını, hava biraz yumuşayıp yerdeki buzları kırmak mümkün olunca ortaya çıkan kesitin yüksekliğinden anlardık bazen. Ancak buzlar kırılınca aslında aylardır zannettiğimiz gibi caddenin değil en az on santim kalınlığında bir buz tabakasının üstünde yürümüş olduğumuzun ayırdına varır, bu durumu çok da doğal karşılardık. Kar ve buz, soğuk ve kış her yerdeydi ve insan bir süre sonra karın ne zaman yağıp ne zaman durduğunu veya ne zamandan beri yerde toprak renginin görünmemiş olduğunu unuturdu. Rüzgar ve tipinin kaç gün önce başladığını hatırlamadığımız, ne kadar zaman sonra biteceğini ise düşünmeye bile kalkışmadığımız günler yaşardık her yıl. Bazen kışın hiç sonu gelmeyecekmiş, karlar hiç erimeyecekmiş gibi bir duyguya kapıldığımız da olurdu tabii ve bu duygu insana çocuk tasasızlığının arasında bile bir “hiçliğe düşmüş olma” korkusu verirdi doğrusu. Ama bazen de uzun süren kış sadece yerini alan taptaze baharın tadını daha büyük bir keyifle çıkarmanın gereği gibi görünürdü gözümüze. Kısacası, Erzurum’da yaşarken bir yanda derinden derine gözün görebildiği her noktada yerleşik ve sanki kentin asıl sahibiymişçesine kendinden emin hüküm süren beyazlığın verdiği bıkkınlık vardı, bir yanda da başka şehirlerde yaşayanların ancak kartpostallarda gördükleri türden etkileyici bir kar manzarasının içinde yaşıyor olmanın verdiği kanıksanmış benimsenmiş mutluluk.
Zaten nedense iklim koşullarının zorluğuna ve bugün yaşantımıza kolaylık getirmesini kanıksadığımız pek çok şeyin eksikliğine rağmen, Erzurum’daki o hayat aklımda kartpostallardan çıkmış bir karlı cennet masalı gibi kalmış bunca senedir. Hep güzel ve aydınlık şeyler hatırlıyorum Erzurum’dan. Eldivenin içindeki parmak uçlarımız soğuktan sızlayıncaya kadar kartopu oynamak, karlı bir kış gününde eğer birden güneş çıkarsa bunun “kar topluyor” olduğu anlamına geldiğini düşünüp sebepsiz sevinmek, tüm arkadaşlarımın başka kentlerdeki çocukların bir bisiklete sahip olması kadar olağan bir biçimde sahip olduğu kızaklardan biriyle annem görmeden cadde boyunca kaymak, odaların genellikle ortasında yanan sobalara değmeden etraflarında oyun oynamayı çok küçükken öğrenmiş olmak, karda kayıp düşünce canın ne kadar yanarsa yansın ağlamamayı öğrenmek, tipili bir günde okul yolunda ehramına bürünmüş emin adımlarla yanımızda ilerleyen Elif Bacı’mızın elini sıkı sıkı tutup onun güven veren gölgesine sığınmak… Soğuk iklim çocukluğuna dair küçücük mutluluklar yani, Erzurum’dan hatırladıklarım. Bir de mecburen edinilmiş bilmişlikler; annemden gizli yediğim karı hiç kimsenin basmadığı temiz bir noktadan almayı akıl etmek veya çıplak elle kar tutmaktan moraran parmaklarımı incitmeden ısıtmak için önce soğuk sonra sıcak suya sokmak gerektiğini bilmek gibi. Aslında sanırım bunlar aslında Erzurum’da yaşayan veya oraya bir kış günü yolu düşen herkesin kentten anımsayacaklarına benziyor çünkü dedim ya, “serhat şehri”, “dadaşlar diyarı” ve Selçuklu uygarlığının en güzel eserlerinden bazılarının mekanı Erzurum aslında galiba hala her şeyden çok bir kar ve kış kenti…
Erzurum’daki evimizde sobanın yandığı odadan çıkıp soğuk mutfaktan bir şey getirmek evde herkesin birbirinin üzerine yıkmak istediği bir angarya olduğu halde, ayaklarımızın veya sırtımızın üşüdüğü hiçbir yerde içimizin de üşüdüğünü hatırlamıyorum. Demek ki soğuk ruhumuza işleyememiş hiç. Kim bilir belki de yattığım odada soba sabah ben daha uyanmadan yandığı içindir. Sıcak bir odaya, sobada keyifli çıtırtılar çıkartarak yanan fındıkkabuklarının sesine uyanırdım ben çünkü. Isı yavaş yavaş arttıkça gevşer, içim ısınmış olarak çıkardım yatağımdan. Bunun bir mutluluk olduğunu doğduğundan beri kaloriferle ısıtılmış odalara uyanan benden sonraki neslin anlamasını beklemiyorum tabii ama o yılların Erzurumunda böyle bir ayrıcalık yaşamak beklenmedik bir mutluluktu. Erzurum bir semaver ülkesi olduğu için taptaze demlenmiş çay hep hazır olurdu ve daha uyandığım andan itibaren akşam okul dönüşü ailece altında oturarak keyif yapacağımız Siirt battaniyesinin sıcaklığının ve televizyon olmayan bir yaşamda onun henüz yerini alamadığı aile sohbetlerimizin hayalini kurmaya başlamış olurdum. Gün boyunca “çay ne, say ne!” diyecek kadar çok çay içen ve bu kadar çok çayla aynı miktarda çok şeker de yemiş olmak istemedikleri için yanaklarının içine yerleştirdikleri her yarım şekerle “kıtlama” usulü en az on bardak çay tüketen Erzurumluların arasına karışıp bu keyfe onlarla birlikte devam etmeden önce evde içilen bu ilk bardağın tadı bambaşka olurdu. Belki Erzurum’da kullanılan İran’dan gelmiş kaçak çay yüzünden; belki yanında yediğimiz Kars kaşarı, kuru kaymak, köy yumurtası ve gerçek kara kovan balından müteşekkil kahvaltının lezzetinden, belki de o sofrayı hazırlayan annemle babam için duyduğum sevgi sayesinde. Zaten erken kararan kış akşamlarında, eğer elektrikler kesilip lüks lambaları yanmamışsa, ödevlerimiz bittikten sonra birkaç saat daha büyüklerle oturabilmenin bu kadar değerli olmasının asıl nedeni de galiba buydu. Lüks lambası bir süre sonra koku yapmaya başladığı için fazla uzun süre yanması keyifsiz bir şeydi. Bu yüzden, elektrikler kesik olduğunda (yani sık sık) diğer gecelerden daha erken yatardık ama bunun dışındaki zamanlarda, odanın taş tabanında serili olan iki üç kat halıya ve harıl harıl yanan sobaya rağmen üşümek çok mümkün olduğu için bir divanın üzerinde sırtımızı duvardaki minderlere dayayarak yan yana oturur, bir yandan ailece çay tüketmeye devam ederken, bir yandan da kah herkes kendi dünyasında dolanarak, kah ortak bir sohbete dalarak keyif yapardık. Odanın ortasında yanan sobanın üzerinde mutlaka içinde su kaynayan bakır bir güğüm ve bazen de kebap yapılan kestaneler olurdu. Güğümlerde kaynayan su sayesinde odadaki nem tamamen yok olmaz, böylece soluduğumuz havanın genzimizi yakacak kadar kuruması engellenirdi.
Bahar geldiğinde kentin hemen dışındaki kırlar, kış boyunca yağan karın ardından fışkıran taptaze ve yemyeşil otlar ve rengarenk yabani çiçeklerle dolardı. Gelincikler ve mor mineler tarlaları halı gibi kaplardı ve Erzurum’da nedense katırtırnakları bir daha eşini benzerini dünyanın hiçbir yerinde görmediğim kadar iri ve canlı renkli olurdu. Yöre ilçelere, örneğin Hasankale’ye veya Ilıca’ya (şimdiki isimleriyle Pasinler veya Aziziye) piknik yapmaya gitmek, Erzurumlu yaşlıların “93 Harbi” diye andığı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında çetin çarpışmalara sahne olan Aziziye Tabyası’ndaki Nene Hatun anıtını yüzüncü kere yeniden ziyaret etmek, kırlardan topladığım çiçeklerin uzun süre güzel kalan sarı renklilerini kurutmak üzere ayrı bir demet yapmak, yemyeşil çayırlarda ip atlayıp top oynamak çocukluğumun çok güzel ve şimdi aynı yaştaki çocukların bir türlü tatmin olamadan yaşadıkları sayısız keyiflere göre çok masum eğlenceleriydi. Havalar nihayet ısınınca, kentin içten içe gelişip değişmekte olan yaşantısından, daha sıcak iklimlerde yaşayan yaşıtlarımızın bizimkinden kim bilir nasıl farklı olan hayatlarından, büyüklerimizin sevip özlediği başka kentlerden habersiz, kar sayesinde yaşadığımız kış eğlencelerinin yerine bu sefer de baharın aydınlık renklerinden gelen ışıltının tadını çıkartmaya dalardık. En çok da artık kat kat kalın giysiler giymek ve oyun oynarken sürekli bir şeylerden sakınmak zorunda olmamanın verdiği keyif mutlu ederdi bizi. Derslerin bitmesine az kalan bahar mevsimi boyunca, okul çıkışı eve yollarda oynayıp oyalanmadan gittiğimiz seferler annelerimizin “kabul günü” adı verilen misafir günleriyle sınırlı kalırdı doğrusu. Sadece bu özel günlerde eve hevesle bir an evvel gider, yolda konuklar için hazırlanan lezzetli keteden nasibimizi alacağımız anın hayalini kurardık.
O yıllarda henüz bir üniversitesi de yoktu Erzurum’un ve ünlü çarşı caddesi Taş Mağazalarda yer alan dükkanlar hala gerçekten “taş” mağazalardı; daha “alüminyum cepheli beton” mağazalara dönüşmemişlerdi. Vilayetin önündeki meydanda yeni yapılan fıskiyeli havuz tüm kent sakinlerinin en büyük gurur kaynaklarından birisiydi ve Palandöken dağının bir kış sporları merkezi haline gelmesine daha yıllar vardı. Palandöken… Erzurum’un “kar ile boran” dağı… Tepesi hep karlı, başı hep dumanlı dağ… Yayvan görüntüsü ve orta seviyesine yerleşmiş olan Erzurum kentinin varlığı yüzünden yüksekliğinin üç bin yüz metrenin üzerinde olduğunu ilk başta hiç tahmin edemezdiniz. Yazın en sıcak günlerinde bile yaklaşmakta olan kışı hatırlamanız için başınızı kaldırıp Palandökenin her daim karlı zirvesine bakmanız yeterdi. Erzurum’da yaşamın kanıksanmış bir boyutuydu bu yüce dağa ait görüntüler ve öyküler. Buna karşılık, kentin yakın tarihimizdeki önemli yeri hiçbir zaman sıradan kanıksanmış bir konu haline gelmezdi; Türkiye’deki tüm ilkokullarda bizim yaşımızdaki tüm çocukların üç aşağı beş yukarı aynı zamanda öğrendiği Erzurum Kongresi bizim için hep çok özel bir anlam taşırdı. Kentimizin Kurtuluş Savaşı’na katkısının anlamını çok iyi bilir, bu yüzden Erzurumlu olmaktan gurur duyardık.
Erzurum’a dair sizinle paylaştıklarım belirli bir yere yapılan bir geziden çok geçmişe yapılmış bir yolculuğa ait oldu, biliyorum ama ben sonraki yıllarda özellikle de çok isteyip de bir türlü geri gitme fırsatı yaratamadığım zamanlarda Erzurum’u aklımda tüm bu anılarla canlı tuttum. Kazım Karabekir caddesinin genişliğini, “Çifte Minarelerin” yüksekliğini, Mumcu caddesinin kalabalığını veya Cumhuriyet Caddesindeki dükkanların renkliliğini o zamanki yaşıma ve boyuma bosuma uygun olarak ne kadar abartılı hatırladığımı oraya yıllar sonra tekrar gidince anladım ama bu durum benim Erzurum’a bir yetişkin olarak da sevdalanmama engel olmadı. Üstelik çocukken yaşadığım yerler özünde fazla değişmemişti; “benim adreslerim” neredeyse tamamen aynı kalmışlardı ve onlar aynı kalınca, o adreslerde yaşanmış olan çocukluğum da kaybolup gitmemiş gibi bir duygu yaşadım. Sonra da, Erzurum’dan birazcık abartarak anımsadıklarımdan çok daha fazlasını, beni şaşırtacak hatta orada yaşadığım yıllardaki yaşım göz önüne alınırsa hayrete düşürecek kadar tam tamına doğru hatırladığımı fark ettiğim için bir kez daha mutlu oldum. Çifte Minareli Medrese’nin minarelerinin benim düşündüğüm kadar yüksek olmadığını görmek yüzüme kentte dolaştığım sürece eksilmeyen bir minicik gülümseme yerleştirdi gerçi ama sadece Çifte Minarelere değil, Üç Kümbetler ve Yakutiye Medresesi başta olmak üzere kentin tüm tarihi güzelliklerine yeniden hayran oldum. Erzurum, Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun önemli bir yerleşme merkezi olduğu için günümüze kalan tarihi yapılar en fazla bu döneme ait olsa da, kentte İlhanlıların ve Saltukluların yaptığı eserler ve tabii Osmanlı döneminden kalma birçok yapı da mevcut. İlginç olan, yapılarının birçoğunda var olan belirsizlik. Örneğin, tam olarak ne zaman yapıldığı ve kimin tarafından yaptırıldığı hakkında farklı iddialar mevcut bulunan Çifte Minareli Medrese’nin (ya da diğer ismiyle Hatuniye Medresesi’nin) üzerindeki taş bezemeleri bilinmedik bir nedenden tamamlanmamış vaziyette. Romalılardan kalmış olabileceği düşünülse de, Erzurum Kalesinin hangi uygarlık döneminde veya hangi tarihte yapılmış olduğu tam olarak bilinmiyor. Saltuklu döneminden olduğu bilinen Üç Kümbetlerin yanında yer alan dördüncü yapının ne amaçla kullanıldığına dair farklı görüşler var ve kümbetlerin tam olarak kimlerin mezarları olduğu kesin değil. Kısacası, Erzurum’da tarih sanki kaydı tutulan ve açıklaması yapılan bir şeyden çok hayatın fazla kurcalanmadan bugüne paralel akıp gitmeye devam eden kanıksanmış bir parçası gibi. Bununla beraber, Çifte Minareli Medresenin 13. Yüzyılın sonu veya 14. Yüzyılın başında bir hanım sultan tarafından yaptırıldığı ve açık avlulu medreselerin Anadolu’daki en büyük örneği olduğu biliniyor. Bugün avlusunda yer alan kahvehanede mola verip kahve veya çay içmek ve bu tür yapıların avlularında hep var olan huzuru da içtiklerinizle birlikte yudumlamak doğrusu çok iyi fikir. Yakutiye Medresesi ve Çobandede Köprüsü İlhanlı, Taş Han ve Lala Paşa Camii ise Osmanlı mimarisinin ilginç örnekleri. Yakutiye Medresesi’nin tuğla minaresi üzerindeki mavi mozaik desenler, hem üzerinde bulundukları tuğlanın rengiyle tezat teşkil ettikleri için hem de medresenin yedi yüz senelik mazisine rağmen hala solmamış olduklarından alabildiğine çarpıcı ve parlak görünürler göze ve böylece bu medreseyi gönlünüzde kesinlikle benzerlerinden ayrı bir yere yerleştirmenize yetecek bir görüntü oluştururlar. Aynı döneme ait olan Aras Nehri’nin üzerindeki Çobandede Köprüsü ise, hem asırlara meydan okumuş kemerli yapısıyla hem de hakkında anlatılan farklı efsanelerle şimdiki aklımı çocuk aklımdan çok daha fazla çeler doğrusu. Kanuni’nin sadrazamı Rüstem Paşa tarafından yaptırıldığı düşünüldüğü için Rüstem Paşa Bedesteni diye de anılan Taş Han, Anadolu’daki pek çok benzeri gibi bugün de içerisinde canlı bir çarşı barındırır ama bu çarşının önemli bir özelliği vardır; Taş Han’da sadece Oltu taşından mücevherler üreten kuyumcular yer alır ve yüzlerce yıllık han bu haliyle kentin önemli bir geleneğinin de sürmesine yardımcı olur. Ama tüm bu tarihi eserlerin hepsi bir yana, bence Erzurum’daki en ilginç mekanlar tarihi taş evlerdir. Kentin zorlu soğuğuna karşı koyabilmenin en önemli çarelerinden birisi olarak son derece korunaklı inşa edilmiş yüzlerce yıllık bu kalın duvarlı taş evler, mevcut ısıyı tamamen içeride tutarak kışı sınırlı ısıtma imkanı ile geçirmek zorunda olan Erzurumlulara yardımcı olagelmiş. Tarihi Erzurum evleri son yıllarda bir restorasyon projesinin kapsamında koruma altına alınmış durumda; etraflarında yapılmış olan aykırı binalar da temizlenmekte.
İşte böyle Erzurum… Sözünün eri güler yüzlü kara yağız erkeklerle ceylan gözlü yumuşak huylu iyi niyetli kadınların diyarı… Geçmişte türlü çeşit yiğitliklerle adını defalarca tarihe yazdırmış isimsiz kahramanların ve benim anılarımda hep tasasız çocukluklar yaşayan mutlu çocukların memleketi. Yaz gelip de kırlar yeşerdiğinde sanki hiç solmayacakmış gibi dipdiri duran kır çiçeklerinin, kaplıcalarıyla ünlü kendi halinde küçük kasabaların, sokaklarda bağırarak “pirpirim/aşotu (semizotu) ve kartol (patates)” satan satıcıların ve ünlü cağ kebabı ile kadayıf dolmasının kenti. Mertliğin sembolü haline gelmiş “dadaş”ların ve izleyenlerin yüreğine korkuyla karışık bir hayranlık salan Hançer Barının anayurdu… Ama her şeyden çok soğuk ülke efsanelerinin hayali kahramanı Karlar Kraliçesi’nin bu dünyada en keyifle hüküm sürdüğü yerlerden birisi, gerçek bir kar beldesi…
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır