Küba tarihi ve devrim süreci ile kendimi hep yakın bulduğum ülkelerden birisi. Hatta dünyada kendimi evimde gibi hissettiğim 3-5 ülkeden birisi olduğunu dahi söyleyebilirim. Her ne kadar eğlence üzerine bir yaşam gibi gözükse de aslında sizi içine alan bir saflık barındırıyor. Bunun temel sebebi ise Fidel Castro önderliğinde yaşanan gerçek anlamda romantik diye tabir edebileceğim yarım asırlık dönem. Ben hep bizim okuduğumuz dönem ki Galatasaray Lisesine benzetmişimdir bu ülkeyi. Dünya değişirken kendi değerlerini korumak için yapılan umutsuz çırpınışlar ve kaybedilmeye mahkûm bir savaş. Tabii ki bizimki ergenlik çağının heyecanıyla yaşanan ve lise bitince herkesin işine gücüne baktığı biraz da ikiyüzlü bir süreçti. Ama Fidel ve Raul, ilerlemiş yaşlarına rağmen hâlâ ülkeleri için çırpınıyorlar. Biraz da bu insanlara saygı adına notlarımda mümkün olduğu kadar bu ülkenin son 150 yılını da açıklamaya çalışacağım.
Domuzlar Körfezi neticesinde Rusya’nın kucağına atılan bu ülke, belki de hiç istemese de ABD yerine Rus sömürgesi haline gelmeye başlamış. Che’nin Birleşmiş Milletlerde yaptığı konuşmada söylediği, sadece “şeker endüstrisine” dayalı bir ekonominin batmaya mahkûm olduğu, Küba’nın her şeyiyle kendine yeten bir ülke olması gerektiği savı sadece lafta kalmış.
Bunun sebeplerinden birisi ABD’nin uyguladığı ambargo. Günümüze kadar devam eden bu ambargo neticesinde Küba’nın yakın mesafe ticaret yapabildiği sadece Chavez’in Venezuela’sı var. Diğer sebep ise Stalinist rejimin ülkeleri kendine mahkûm bırakmak için uyguladığı tek ürün sistemi. Kimse tek başına ayakta kalamasın ve tüm devletler Ruslara mahkûm olsun mantığıyla ülkelerin tüm gelişimini öldüren bir sistem Sovyet Bloğu. Vietnam savaşı üzerine okuduğum bir kitapta esasında Rusların nasıl bir “devlet kapitalizmi” uyguladığı çok hoş anlatılıyordu.
COMECOM diye tabir edilen ve ürünlerin takasına dayalı bu sistem de Küba sadece muz, şeker ve puro kaynağı olarak kullanılmış. Ukrayna’da anlatmışlardı eski dönemde marketlerde ekmek olmazken o sene rekolte iyiyse Küba’dan gelen tonlarca muzun çürüyecek şekilde nasıl yığıldığını. Keza purolar da tüm ülkelerde politbüro yöneticilerinin en büyük lükslerinden birisiymiş.
Bu dönem içerisinde Fidel gene elinden geleni yapıp ülkeyi toparlamaya başlamış. Özellikle tıp sektöründe çok ciddi çalışmalar var. Dünya’da kişi başına en çok doktorun düştüğü ülke Küba. Afrika’da birçok fakir ülkede Kübalı doktorlar çalışmaktalar. İlaç ambargosu nedeniyle kendi ilaçlarını yapmışlar ve dünyayı sömüren ilaç firmalarının boyunduruğunda değiller. Herkese az da olsa minimum ihtiyaçları karşılayacak yardımı yapıyor devlet. Halka aşılamaya çalıştığı üretim duygusu, diğer rejimlerin aksine tek tip bir yaşama geçmemeye çalışması takdir edilmesi gereken çalışmalardan. Burası tarihi boyunca ne bir Kuzey Kore, ne de Çin gibi yönetilmiş. Tabii ki sistemin çok fazla hatası var ama en azından iyi niyetle yola çıkmışlar bu ülkede.
Kültürel yozlaşma burada da turizm ile başlıyor. Ülkeye gelen turistlerin alım gücü ülke standartlarına göre oldukça yüksek olduğu için Kübalılar tüm dünyayı zengin sanıyorlar. Normal şartlarda ortalama gelir ayda 40 dolar civarı. Hal böyle olunca pek çok kişi, çalışmak yerine dilenmeyi veya bedenini satmayı tercih eder haline gelmiş. Turistik şehirlerde her yerde ağlayan, dilenen, sisteme söven insanlar görmek çok normal. Ama nedense turizmin yozlaştırmadığı şehirlerde insanlar çok daha az para kazanıyorlar ama kimse aç değil, sokakta dilenmiyor.
Bu farklılığın sebebi tabii ki insan doğasındaki tatminsizlik. Turistlerden dilenerek günde 3-5 CUC alsa, bu senelik gelirini bir ayda kazanması anlamına geliyor. Normal şartlarda her şeyi dışarıdan yeseler Kübalıların restoranlarında bir öğünü 1-2 dolara bitirmek mümkün ama Avrupalıların gittiği yerlerde tek bir porsiyon 6-7 dolar. Herkes cep telefonu, lüks tüketim derdine düşmüş durumda ve bu da normal şartlarda mümkün değil. Diğer taraftan artık Havana’da odası geceliği 300-500 dolara satılan oteller bulunurken, maaşlardaki bu adaletsizlik sanki halka başının çaresine bak demek oluyor.
Bu şekilde bakıldığında tabii ki halka da hak verilebilir. Niye onlar bizim imkânlarımıza kavuşmasınlar diye de düşünebiliriz. Ama Kübalılar bu lüksü isterken aynı zamanda çalışmamak da istiyorlar. Fidel ölse, bütün gün yatmaya devam edip çok da zengin olacakları hayalindeler. Ne de olsa tüm dünya çok zengin… Şu an ev satma izni verse hükümet ülkenin muhtemelen %80’i evini satar, 2 seneye kalmaz ülkenin her yanı dilenciden geçilmez hale gelir. Yani kısacası 1959 öncesine dönmesinin önündeki tek engel Fidel ve Raul kardeşler…
Tabi ben bunları söylüyorum ama aynı sistemden yararlanmaktayım. Ülkeye geldiğimde ilk yaptığım bağlantılarımı arayıp Türkiye’de çok daha pahalıya alabileceğim puromu sipariş etmek oldu. Ülkenin en önemli gelirlerinden olan purolar tamamen kaçakçıların eline geçmiş durumda. Devletin ürettiği malları şebekeler bedavaya elde edip piyasa da pazarlıyorlar ve bu işten ekmek yiyen sayısı da oldukça fazla. İlk gecemde ülkenin simge otellerinden, Meyer Lansky’nin açmış olduğu Nacional Hotel’in barında Türkiye’de bira içemeyeceğim fiyata mojito’mu içiyorum ve ertesinde ülkenin en iyi gece kulübü olan Cecilia’ya devam ediyorum. Ülkenin en zengin nüfusunun takıldığı bu kulüpte dahi 40-50 dolar gibi bir rakama şişe açtırmak mümkün.
Küba’da her ortam karşımıza çıkmaya başladı son senelerde. İlk turizme açıldığı günden beri çok hızlı bir değişim söz konusu. Fidel ve Raul ülkede burjuva sınıfını oluşturabilmek ve değişim neticelendiğinde ülkenin sadece yabancıların kontrolünde olmaması için ülkede sürekli ufak ufak değişiklikleri sindirerek yaşatmaya çalışıyorlar. Bundan 3-4 sene önce cep telefonu dahi yasakken bu seyahatimde Camaguey gibi çok da büyük olmayan bir şehirde bir Bentley’e rastlamış olmam beni dahi şaşırttı.
Küba’nın birçok farklı özellikleri arasında beni en çok etkileyen kısmı ise eşitlik duygusu. Dünyada gezdiğim yüzün üzerinde ülkenin arasında insanların renklerine göre ayrılmadığı tek ülke burası. Nereye giderseniz gidin insanları renklerine göre sınıflandırırken, Küba gibi kozmopolit bir coğrafyada insanlara sadece iyi veya kötü gibi bakabiliyorsunuz. Sistem herkese eşit mesafede olmaya çalıştığı için insanın gözü kesinlikle ten renklerini fark etmiyor. Tabii sistemin yıkılmasıyla beraber bu da değişecek. Batı toplumlarının hakim olma süreci ile birlikte genel değer yargılarının da değişeceğini tahmin ediyorum.
Değişimden maddi olarak en çok çıkar sağlayan bölge ülkenin batısı. Gelen turistin genelinin konaklama süresi 1 hafta ile sınırlı olduğu için genel programlar Havana-Varadero şeklinde oluyor. Bu sebeple özellikle Havana şehrinde ciddi yatırımlar var. Bunun neticesinde de Bayamo gibi hâlâ turistin az geldiği bir şehirde içecek dahil 1 dolara karnınızı doyurmak mümkünken, Havana’da Capitolio’nun karşısında açılan “Los Nardos” isimli mekanda kişi başı 60-70 dolar harcanabiliyor yemek için. Tabii hâlâ çok ucuz sayılır ülkenin güzelliği ile kıyaslandığında ama gene de iki yaşam arası pergel çok açılmış durumda.
Ülkenin “Oriente” diye adlandırılan doğu kısmında en göze çarpan şehirler Holguin, Baracoa, Santiago de Cuba ve Camaguey. Santiago ülkenin hem eski başkenti hem de en tarihinde neredeyse tüm bağımsızlık mücadelelerinin başladığı bölge. Havana’dan iç uçuşla gelmenin mantıklı olduğu coğrafyaya araçla ancak 17-18 saatte ulaşılıyor. Tabi Santiago’ya 4 saat kadar mesafedeki Baracoa şehri özellikle yemek meraklılarının en öncelikle tercih ettiği şehirler arasında. Turlarımda hep ön plana çıkarttığım bu şehir, kitle turizminin ulaşmaması sonucunda kültürünü hala koruyabilmiş. Özellikle sevdiğim mekânlar sokak aralarında bulunan “paladar” adı verilen aile işletmeleri. Hem çok sıcak, sevimli bir ortam hem de çok şaşırtıcı bütçelere yemekleri deneyebilirsiniz.
Küba mutfağı denince tabii klasik olarak bir ada mutfağı düşünmek lazım. Özellikle kaya ıstakozu ve karides için çok başarılı soslar ile güzel sunumlara rastladım. Neredeyse her gün deniz mahsulü yediğim ülkelerden birisi olmasına rağmen, en azından bir kere “Ropa Vieja” isimli bizim tandır benzeri et yemeğini ve daha da önemlisi Küba halkının klasik besini sayılan, sokaklarda pek de hijyenik olmayan koşullarda satılan pizzetta’ları denemeden asla bir Küba seyahatim bitmez.
Küba’ya gelen herkesin ilk duyduğu şehir genelde Trinidad olmasına rağmen, benim en çok sevdiğim diğer bir şehir ise Camaguey. Zamanında korsanların yerleşimlerinden de olan bu şehir aynı zamanda tüm Küba mimarisinden farklı bir yapılaşmaya sahip olmakla da meşhur. Sokaklarında kaybolduğunuzda farklı bir dönemi yaşatan bu şehir günümüzde UNESCO tarafından koruma altına alınmış.
Biraz turizmin dışında kalmak isteyenler içinse benim tavsiyelerim Baracoa, Bayamo ve Holguin şehirleri. Özellikle Bayamo, Küba tarihini incelemek isteyenlerinde gitmesi gereken yerlerden. Hem Fidel ve arkadaşlarının Batista tarafından bir türlü bulunamayan meşhur sığınağı bu şehir yakınlarında bulunuyor hem de ülkenin bağımsızlık ile ilgili ilk adımlarından “Yara” deklarasyonu da bu şehir yakınlarında yazılmış.
Günümüz yaşamında ise Bayamo devrimin en az bozulmuş şehirleri arasında. Ülkenin satranç şehri diye adlandırılıyor. Her hafta sonu sokaklarda devletin kurduğu satranç masalarında yediden yetmişe herkes oynuyor. Daha da güzeli ise tüm gün sokakta bulunan tahtalardan bir tanesi bile kaybolmuyor. Kimse zarar verme derdinde değil. Hafta sonları her yerde müzisyenler bulunuyor. Onlarca “Bueno Vista Social Club” benzeri müzik grubuna denk gelmek mümkün. Ama kimsenin önünde para kutusu dahi yok. İnsanlar sadece birlikte eğlenmek için çalıyorlar sokaklarda.
Her şey değişiyor, Küba’da öyle. Belki de dünyanın en hızlı deforme olan memleketlerinden birisi bu güzel ada. Şu anda bile hâlâ “Casa Particular” diye adlandırılan pansiyonlarda, bizim 70’li 80’li yıllardaki evlerimizin aynı dekorasyonuna sahip evlerde yaşayan devrim jenerasyonlarını görmek mümkün. Ancak gençler ne o savaşı yaşamışlar, ne de bağımsızlığın değerini biliyorlar. Turizm vasıtasıyla dünyadan her yanından gelen ceplerinde binlerce dolarla hayatlarını, namuslarını satın alan batı dünyası bu hayal dünyasının yok olmasını çok hızlı bir şekilde sağlıyor. Fidel’in yerinde olmak istemezdim doğrusu. Tüm hayatını vakfettiği ideallerin yok olması gözlerinin önünde gerçekleşiyor. Sanırım en acı verici bir şey olsa gerek.
Tulga Ozan