Panspermia

21 Ocak 2025

Yunanca “Pan” her şey, “Spermia” tohum kelimelerinden türemiştir “Panspermia” kavramı.

İki çeşit Panspermia teorisi vardır:

  1. Yönlendirilmiş Panspermia teorisi
  2. Doğal Panspermia teorisi

Panspermia teorisine göre insan türü, evrenin farklı bölgelerinden mikroorganizma olarak Dünya gezegenine asteroidler aracılığıyla taşınmıştır. Yönlendirilmiş Panspermia, bu mikroorganizmaların Dünya’ya başka bir uygarlık tarafından bilinçli olarak gönderildiğini savunur. Doğal Panspermia ise mikroorganizmaların evrende gerçekleşen çarpışmalar sonucunda farklı gezegenlere ve Dünya’ya ulaştığını savunur. Her iki teorinin de ortak noktası, insan türünün aslen uzaydan Dünya’ya geldiğidir.

Panspermia teorisi, M.Ö. 500-428 yılları arasında yaşamış olan Yunan filozof Anaksagoras tarafından da ortaya atılmıştır. Anaksagoras’a göre her şeyin kökeni parçacıklardır ve bu parçacıklar tüm evrene yayılmıştır. Panspermia teorisini destekleyen bir diğer bilim insanı Arrhenius ise 1746 yılında Euler tarafından ortaya atılan ışık dalgalarının belirli bir basınca sahip olduğu fikrinden etkilenerek, diğer gezegenlerden gelen tohumların Dünya’ya ışık dalgalarının basıncıyla ulaştığını iddia etmiştir. Teoriyi destekleyen bir diğer bilim insanı ise 1980 yılında Panspermia teorisi çalışmasını yapan ve sunan Astrofizikçi Fred Hoyle’dır.

Mikroorganizmaların, yani insan türünün tohumlarının, evrenin farklı yerlerinden geldiği teorisini destekleyici en önemli bilimsel araştırmalar, Dünya’da bulunan mikroorganizmaların ve bakterilerin uzayda maruz kaldıkları şartlardaki dirençlerinin test edilmesidir. NASA’nın gerçekleştirdiği bu testlerde birçok bakteri ve virüsün dirençli olduğu ortaya çıkmıştır. Bu test sonuçları, Panspermia teorisinin sadece bir bilim kurgu olmadığını kanıtlar niteliktedir.

2014 yılında Japonya, Dünya’mızdan 300 milyon km. mesafedeki “Ryugu” isimli asteroidden örnek parça alması için “Hayabusa2” uzay aracını yolladı ve başarılı şekilde asteroidden alınan parçalar Dünya’ya ulaştırıldı. Bu parçalar üzerinde yapılan testler sonucunda yaşam için önemli ve hayati amino asitler keşfedildi. Bu keşif, insan türünün Dünya’ya uzaydan geldiği; bu amino asitlerin ve mikroorganizmaların evrenin farklı yerlerine de saçılmış olabileceği, dolayısıyla evrende yalnız olmadığımız fikrini destekler niteliktedir.

Ayrıca Panspermia teorisini çok güzel bir hikâyeyle sahneye taşıyan “Prometheus” filmini de izlemenizi tavsiye ederim.

Panspermia teorisini konu almamın sebebine gelirsek; Anaksagoras, Fred Hoyle, Arrhenius gibi ben de Darwin’in “Evrim Teorisi”ni veya benzer teorileri redderek, insan türünün aslen evrenin farklı yerlerinden geldiğini iddia ediyorum. Bu fikre yazımın ilk kısmındaki bilim insanlarının teorilerini okuyarak ya da NASA araştırmalarını inceleyerek ulaşmadım. Farklı bir açıdan, yani içinde yaşadığımız, insan türü dışında milyonlarca canlı türüne ev sahipliği yapan Dünya gezegeni açısından bakıyorum.

Değerini bilemediğimiz veya bilsek de koruyamadığımız gezegenimizde milyonlarca hayvan ve bitki türü yaşamaktadır. Biz insanlar tüm bu canlı topluluğa “Tabiat” diyoruz. İnsanlığın varoluşundan bu yana tabiatı anlamaya çalışmışız. Ve bugün anlıyoruz ki sonuçları bağlamında tabiatı hiç anlayamamışız.

Gezegenimizde yaşayan birbirinden farklı bu canlı türleri, kendi aralarında içgüdü, güç, özellik açısından hiyerarşik bir düzen oluşturmuş. Güçlü olan, çevik olan, kendisinden daha zayıf olanı yakalayarak beslenmeye; belki bir anneyse, yavrularını beslemeye çalışırken, kendi soyunu devam ettirmeye ve hayatta kalmaya çalışır. Hayvanların bu içgüdüsel yaşam düzeni, tabiatın zincirinde bulunan biyoçeşitliliği asla bozmadan ve dolayısıyla bu zincirin tek bir halkasına zarar vermeden milyonlarca yıl sürmektedir.

Biyoçeşitliliğin bozulmadığı tabiat düzeninde gezegenin ne iklimi, ne atmosferi, ne bitki örtüsü etkilenmemişken, ne oldu da gezegenimizin atmosferi, ozon tabakası, iklimi ve tabiatı bozulmaya ve zarar görmeye başladı sizce? Hepimizin tereddütsüz cevaplayabileceği gibi, tabii ki insan türünün varlığı!

Şimdi insan türünün gezegene verdiği zararları tek tek sıralayalım:

  1. İklim değişikliği
  2. Hava kirliliği
  3. Su kirliliği
  4. Ormansızlaşma
  5. Biyolojik çeşitliliğin kaybı
  6. Okyanus asitlenmesi
  7. Toprak bozulması
  8. Plastik kirliliği
  9. Kimyasal kirlilik
  10. Aşırı tüketim
  11. Işık kirliliği
  12. Gürültü kirliliği
  13. Kıtlık ve açlık
  14. Arı popülasyonunun azalması
  15. Ozon tabakasının incelmesi
  16. Elektronik atıklar
  17. Genetik kirlilik (GDO)
  18. Yanlış arazi kullanımı

Bunlar gezegenimizin karşı karşıya kaldığı tehlikeler ve gördüğü zararların sadece birkaç tanesi. İnsan türünün gezegene bu kadar zarar vermesinin tek nedeni, diğer türlerin aksine içgüdüye değil, “Düşünme” özelliğine sahip olmasıdır. İnsan türünün varoluşu, tabiatı ve gezegeni yok ettiği için, ünlü Fransız filozof Descartes’ın “Düşünüyorum, öyleyse varım” sözü “Düşünüyorum, öyleyse yok ediyorum” olmalıydı.

Benim görüşüme göre, tabiata ve gezegene bu denli zarar veren, tabiata adapte olamayan, gezegene ayak uyduramayan ve uydurması “Düşünme” yeteneği yüzünden imkânsız olan insan türü bu Dünya gezegenine ait bir tür olmayıp; evrenin farklı köşelerinden asteroidlerle taşınmış bir tohumun sonucudur. Belki de evrenin başka bir bölgesinde bulunan farklı bir gezegene aittir insan türü; belki o gezegende, insan türü “Düşünme” yeteneğine rağmen, gezegene ve tabiatına zarar veremeyecek oluşumlar vardır; belki başka bir gezegende “Düşünme” yeteneği “Altıncı His” özelliğine evrilmiştir; ya da gelişmiş ve harmanlanmış farklı bir yeteneğe dönüşmüştür.

Bunlardan elbette emin olamam ancak emin olduğum tek gerçek var; biz uzaylıyız!

Asya Canbay

1 Yorum

Yukarı