Benim için, kaç kez görürsem göreyim verdiği keyif hiç eksilmeyen yerler vardır; Hindistan gibi, Mardin ve Londra gibi ve tabii İtalya gibi. Bu çok özel ülkenin neresine, ne zaman ve ne bulmak umuduyla giderseniz gidin hayal kırıklığına uğramak, doğrusu uzak ihtimaldir. Sanki her köşesinde başka bir lezzet, başka bir güzellik mevcuttur İtalya’nın; tüm yorucu taraflarına rağmen farklı adreslerinden alabildiğim değişik tatlar sanki hiç bitmez. Kısacası, “keyifleri tükenmeyen ülkeler” diye bir kavram varsa eğer, bence o ülkelerden birisi kesinlikle İtalya’dır. Kent meraklısıysanız Venedik, Roma, Napoli, Cenova gibi, pek çok ülkeye bir tanesi bile nasip olmayan birbirinden ilginç kentler tüm cazibeleriyle önünüzdedir. Doğa seviyorsanız, üç tarafını çevreleyen denizlerin eşsiz kıyıları, dünyanın en güzel gölleri, yemyeşil zeytin ağaçları ve göz alabildiğine bağlar elinizin altındadır. Aradığınız sanatsa, bu ülke Rönesans’ı yaratmış; giyim kuşam, dekorasyon veya alışverişse, dünya piyasasının tasarım ve moda konusundaki en önemli merkezlerini oluşturmuştur. İlgi alanınız tarihse fazlasına ne hacet, İtalya her şeyden önce Roma İmparatorluğunun mirasçısıdır. Eğer derdiniz daha ziyade midenizleyse, huzurlarınıza ünlü İtalyan mutfağı ve eşsiz İtalyan şarapları çıkar. Üstelik heyecan ve macera; keyif ve eğlence; havada aşk ve kavga ve karmaşanın hepsi buradadır. Ben işte bu yüzden son yıllarda farklı seyahatlerin arasında bir yerlere mutlaka bir minik İtalya gezisi yerleştirme alışkanlığı edinmişimdir. Diğer yolculuklarım beni ne denli uzağa götürecek olursa olsun, arada bir bahane yaratıp İtalya’nın farklı bir bölgesine birkaç günlüğüne uğrarım ve hemen hiçbir zaman da onca işin arasına bir de bu geziyi kattığıma pişman olmam.
Farklı gitme nedenlerime rağmen İtalya’dan aldığım keyif ve duyduğum memnuniyet bugüne dek hiç değişmemiş olsa da son gidişim aklımda ömür boyu benimle yaşayacak farklı bir tat bıraktığı, ruhumu çok özel olarak arıttığı için galiba anılarım arasında da farklı ve özel bir yere yerleşti. Bu kez sizinle paylaşmak istediğim işte bu güzelim anıların kaynağı ve sanırım en iyisi baştan anlatmak… Sımsıcak bir Ağustos gecesi… Yıldızlar, bu yarıkürede ancak Ağustos ayında olabildiği gibi, gökte kıpır kıpır; her an kaymaya hazır. Karşımda, benzerlerinden çok farklı bir tiyatro sahnesinde Verdi’nin Nabucco operası için hazırlanan ihtişamlı dekor; sahnenin tepesinde dekorların az üstünde, adeta bir el tarafından hesaplanarak oraya yerleştirilmiş gibi tam orta noktada durarak buğulu bir aydınlık yayan eşsiz bir mehtap… Sanki bir tülle kaplı ve sanki üzerindeki bu buluttan tül onu soldurmak yerine daha da derinden parlatıyor; adeta gerçekdışı, elle çizilmiş gibi bir mehtap bu ve tam da bu sebepten sahnedeki dekoru anlatılmayacak kadar gerçek kılıyor; onun sayesinde dekor, dekor olmaktan çıkıp bir mekan halini alıyor. Binlerce yıl öncesinin Mezopotamya’sındayım sanki; gösteri daha başlamadan az sonra sahnede olacakların bir parçası gibi hissediyorum kendimi. Üstelik mehtap galiba tam tekerlek görüntüsünü yakalamaya az kaldığını bildiği için daha bir yavaştan alıyor yükselmeyi. Uzun süre nazlı nazlı kıpırdanarak sahnenin üzerinde kalacak; daha sonra da ışıl ışıl parlayarak yükseklere, oturduğum yerin gerisine geçecek ve sahne gösteri boyunca mehtap ışığıyla aydınlanmaya devam edecek.
Verona’da, ünlü Arenanın içindeyim. Birazdan geleneksel Verona Opera Festivali’nin 100. Yılında, Verdi’ye ayrılmış olan programın belki de en ilginç bölümü başlayacak; Nabucco’yu ünlü tenor Placido Domingo’nun canlandırdığı bir gösteri izleyeceğim. Keyifli bir kaçamak yaratıp uzun zamandır aklımda olan bu kente bir müzik gezisi yaptığım ve Festivale bir ucundan katılarak binlerce yıllık arenadaki bu eşsiz müzik ziyafetinin keyfini, lise yıllarında ezberime aldığım Shakespeare oyunlarından en ünlüsü “Romeo ve Juliet”i orijinal mekanında yeniden hayal etmenin eğlencesiyle aynı anda yaşayacağım için çok mutluyum. Opera çok sevdiğim bir müzik türü; Verdi en sevdiğim opera bestecisi. Placido Domingo yıllardır sesini keyifle dinlediğim bir sanatçı. Verona, festival sayesinde cıvıl cıvıl; hava, Ağustos ayında bu iklimde beklediğimden çok daha ılımlı ve keyifli. Çıkışta beni güzelim İtalyan şaraplarıyla süslenmiş bir dost sofrası bekliyor olacak. İnsan daha ne ister? Üstelik Arenanın ve sahnede olup bitenlerin büyüsüne bir kez kaptırdım mı ruhumu, kendimi sadece bu operada anlatılan öykü yüzünden binlerce yıl öncesinin Mezopotamya’sına değil, tarihin birçok başka noktasına daha ışınlanmış bulmam o kadar kolay ki… Bir bakıyorum, daracık sokaklarında bu güzel kentin gizlice Romeo’nun yolunu gözleyen bir Juliet olmuşum; bir de bakıyorum çok daha eskiye, Roma dönemine uzanıp arenada dövüşen gladyatör sevdiğinin galibiyeti için tanrılara adak adayan bir köle kızı. Yüreğim bir onunla çarpıyor sanki, bir de diğeriyle. Zaman, kayıp giden ve kendisiyle birlikte gerçekliği de değiştirebilen bir nesne halini almış; gözümün önünde dans ediyor, hem de elimden tutup beni de içerisine çekerek… Çünkü bu arena tam bin dokuz yüz seksen üç yıl önce gladyatör oyunlarına mekan olmak üzere yapılmış ve çünkü bu kent o tarihten tam bin beş yüz altmış beş yıl sonra, onu hiç görmemiş bir edebiyat dehasının, Shakepeare’in, oyunlarına sahne olarak seçecek kadar ilgisini çekmiş. Malum, insan Türkiyeli olunca bir başka yerden tarihi yüzünden etkilenmesi zorlaşıyor; gittiğiniz bir yer veya gözlemlediğiniz bir yansıma çok nadir doğduğunuzdan beri içinde bulunmaya alışkın olduğunuz tarihi birikimin yaşattıkları kadar etkileyici olabiliyor. Bu yüzden ben de bu gece tarihin buradan ulaşabildiğim noktaları sayesinde farklı bir esriklik yaşamanın tadını sonuna kadar çıkarıyorum. Gözlerimi bir an kapatınca başım dönmeye başlıyor; algım genişliyor sanki ve işte böylece Arena Di Verona sayesinde, bu güzel kentin sanki gerçekten içlerinde yaşamışçasına canlı hayal edebildiğim geçmiş yaşantılarının birer parçası oluveriyorum.
Arena M.S. 30 yılında yapılmış; İtalya’nın ve dolayısıyla dünyanın üçüncü büyük arenası. Şu anda görülen duvarları aslında orijinal arenanın iç duvarları. Dış duvarlar 1117 yılında meydana gelen ve aylarca süren bir dizi depremde yıkılmış; sadece Piazza Bra’nın köşesinde Via Mazzini’ye bakan minicik bir parçası kalmış. Yıkılan bu dış duvarla şu anda Arenayı çevreleyen iç duvar arasında eskiden, arenalarda her zaman görüldüğü gibi, bir koridor alanı yer alıyormuş. Doğrusu bu labirent benzeri koridordaki koşturmacayı, burada bin dokuz yüz yıl önce bir gösteriden evvel kimlerin neler yaşadığını, hangi korkuların ve hangi hayal kırıklıklarının havada uçuştuğunu düşünmek benim içimi ürpertiyor. Arenalar aslında bir tür savaş alanı olup oyunun sonunda birilerinin mutlaka canı yandığından mı, yoksa sahne arkaları aklıma hep gösteriyi seyredenlerin hiçbir zaman öğrenemediği bin bir çeşit sırrı ustalıkla saklayan mahrem yerler olarak yer ettiğinden mi bilmem, yüzlerce yıl önce bu koridorlarda heyecanla bekleyen insanları, o duvarların hangi maceraları saklayıp hangi gerçekleri 1117 yılı Ocak ayının üçüncü günü depremle birlikte ebediyete gömdüklerini çok merak ediyorum. O uğursuz günde yerin önce derinden ve yavaş yavaş sarsılmaya başladığını hayal ediyorum; ardından sarsıntıların giderek arttığını… Tüm kent gibi Arenanın yakınlarındaki insanlar da telaşla oradan oraya koşturmuş olmalılar. Belki birileri bu kargaşadan yararlanarak bir suçun kanıtlarını bir yerlere sakladı; belki bir diğeri korkunun verdiği esriklikten faydalanıp bir türlü yaklaşmaya cesaret edemediği sevdiğinin elini nihayet tuttu; bir başkası belki kimse fark etmeden ve az sonra öleceğini aklına bile getirmeden çoktandır göz koyduğu bir objeyi sessizce ceketinin altına saklayıverdi. Sonra hep birlikte ve dehşet içinde Arenanın dış duvarının çöküşünü izlediler… Kim bilir, belki de hiç kimsenin bunların hiçbirisini düşünmeye vakti olmamış; aksine insanlar talihsiz sonlarına saniyeler kala sarsıntının şaşkınlığından sadece donup kalmışlardır. Bunlardan hangisi gerçekleşmiş olursa olsun, sonrasını hayal etmek bizim gibi deprem kuşağı insanları için hiç de zor değil. İnsan sadece doğanın ürkütücü üstünlüğü ve zamandan bağımsız olarak varlığını sürdüren sarsılmaz gücü karşısında bir kez daha ürperiyor, neredeyse dokuz yüz yıl önce gerçekleşen bir depremin yıktıklarından kalan boşluğu görünce.
Günümüze dönmek gerekirse, binlerce kişilik Arenanın oturulmaya ayrılmış tüm bölümleri rengarenk insan manzaralarıyla dolu. Dünyanın her köşesinden bu çok önemli gösteriyi izlemeye gelmiş insanlar, çok özel bir mekana gösterdikleri özeni giysilerine yansıtmış; kimisi yerlere kadar uzayan tuvaletler, kimisi de koyu renk ceketler içinde. Ve bu görüntüler benim gibi gezgin olarak buraya gelip sırt çantalarıyla opera izlemeye koşmuş olanların görüntüsüyle bir araya gelince, nedense çirkin bir karmaşa yerine çok canlı bir görsel zenginlik yaratıyor. Aslında bu arena yapıldığı yıllarda Roma İmparatorluğunun dört bir yanından oyunları izlemeye gelen otuz bin kişiyle dolarmış. Bugün güvenlik kaygısıyla, yılların doğal olarak yıprattığı yapıya alınan izleyici sayısını on beş bin kişiyle sınırlamaya çalışıyor İtalyanlar. Tabii ki içerisinde bulunduğumuz büyülü atmosferin herkesi ve her şeyi olduğundan da hoş gösterdiğinin farkındayım. Ama hissettiğim keyiflere eklenen bir paylaşma duygusu da ayrıca söz konusu. Beklerken ellerindeki ışıkları sallayarak sessiz bir tempo tutan seyirciler de sahnedekine eklenen çok hoş bir görüntü oluşturuyorlar. Birkaç yıl öncesine kadar, Arenanın aydınlatması mumlarla sağlanırmış. İçeri girdiğimden beri nefesim kesilip yüreğim çarparak, “içinde olduğum şu anın ötesinde bir büyü herhalde olanaksız!” diye düşünmem anlamsızmış yani. Eğer birkaç yıl önce gelseymişim, bu eşsiz mekanın mum ışığıyla aydınlatıldığı daha da büyülü bir başka deneyimi yaşayabilecekmişim…
Sahnenin kararmasını, orkestra şefinin yerini almasını ve müziğin ilk notalarını duymayı beklerken, biraz opera ve Verona Opera Festivali, biraz da besteleriyle bu yılki festival programının hemen tamamını kaplayan Verdi hakkında bildiklerimi tekrarlıyorum aklımdan. Opera, bilindiği üzere, zaten oldukça İtalyan bir kavram. Bu sadece günümüzde sevilerek dinlenen ünlü opera bestecilerinin önemli bir bölümünün İtalyan olmasından değil, aynı zamanda ortaya çıkış noktasında da operanın İtalya’ya ait olmasından kaynaklanıyor. Tarihte bestelenen ilk opera eseri de, dünyanın ilk halka açık opera binası da, kimi müzik tarihçilerine göre operanın temelini oluşturan intermezzolar da hep İtalyan. Bu intermezzolar, Rönesans döneminde İtalyan prenslerin saraylarında sahnelenen tiyatro oyunlarının sahne aralarında, oyunların ağır etkisini hafifletip izleyen aristokratları eğlendirmek için sunulan müzikli, danslı kısa gösteriler. Zamanla, sahnelenen asıl oyundan daha fazla ilgi toplayarak bildiğimiz operaların temelini oluşturan bir tür haline dönüşmüşler. 1589’da Mediciler’in sarayında bir düğün sırasında sahnelenen intermezzo, Jacopo Corsi’nin bugünkü anlamda opera olarak kabul edilen ilk eser Dafne’yi yazmasıyla sonuçlanan bir moda yaratmış. On yıl sonra Monteverdi, Mantua Lordunun siparişiyle L’Orfeo’yu besteleyip sahneleyerek bu işi profesyonel bir uğraşa dönüştürmüş. Bundan otuz yıl kadar sonra da halka açık ilk opera binası Theatro San Cassiano Venedik’te açılmış. Sonrası “opera buffa”lar, “castrato”lar, “bel canto”lar, “libretto”lar, “cavatina”lar ve de Rossini, Bellini, Donizetti, Puccini, Verdi… Opera hem ruhuyla hem de somut gelişimi ve onu yaşayıp yaşatanlarla çok İtalyan bir sanat dalı kısacası. Belki de sırf bu yüzden, İtalya’nın dışında da birçok güzel opera sahnesinin ve İtalyan olmayan birçok önemli opera bestecisinin varlığına rağmen, öyküsü nereyi anlatırsa anlatsın bir opera eserinin ruhu benim için hep İtalyan. Ve utanarak itiraf ediyorum ki, bu konudaki tek takıntım bu değil; aksinin canlı ispatı olan onlarca soprano izlemişliğime rağmen, bir sopranodan söz edildiğinde hala gözümün önüne ilk gelen iri yarı, hatta mutlaka yüz kilonun üzerinde, geniş omuz ve dolgun göğüslü, eski usul “hançeresi geniş” bir İtalyan kadını! Üstelik hemen sonra bu sopranoyu, en az üç çocuğu eteklerinden çekiştiren, her hücresinden yaşama sevinci ve seksapel fışkıran esmer güzeli bir İtalyan “mamma”sı olarak hayal edip Güney İtalya’da bir yerlerde kurulmuş bir sofrada, yeni karıştırdığı spagetti sosunu tabaklardaki dumanı tüten makarnaya dökerken düşünüyorum. Biliyorum Purcell ve Mozart ve Wagner ve Bizet ve daha niceleri İtalyan değil ve tabii hiçbirisinin birbirinden ünlü onca eserinin dili de İtalyanca değil. Üstelik biliyorum ki, günümüzde zaten pek çoğu İtalyan olmayan ünlü sopranolar, bu dediğimi asla yapmayacak kadar meşgul ve nazlıdırlar ama işte opera benim için o kadar İtalyan ki, bu yanılsama ne kadar uğraşsam pek değişecek gibi görünmüyor.
Gelelim Verdi’ye… Opera sanatının bence en güzel örneklerini üretmiş olan İtalyan romantik besteci Verdi, dünyanın tüm saygın sahnelerinde sürekli sahnelenmeye devam eden birçok bestenin yaratıcısı. Eserlerinin hemen hepsi, operayı sevsin sevmesin herkesin hiç değilse bir kere bir yerlerden kulağına çalınmış olan tanıdık melodilerle dolu; aslında çoğumuzun hayatına farkında olmasak da hoşluk katan operalar. Verdi’nin sanatçılığı kadar ilginç bir de sembolik kimliği var. İtalyan birliğinin kurulduğu yıllarda, ismi İtalya’nın ulusal birliğini destekleyen milliyetçi sloganların malzemesi haline gelmiş; hatta Nabucco’nun “Köleler Korosu”nun bu amaçla yazıldığı, sözlerinin İtalyan halklarının ezilmişliğine gönderme yaptığı bile iddia edilmiş. Ve rivayet o ki, insanlar herhangi bir opera gösterisinden sonra “Viva Verdi!” diye bağırdıkları zaman aslında Verdi’yi değil Vittorio Emanuele’i ve yeni kurulan İtalyan Krallığını överlermiş çünkü Verdi’nin ismi “Vittorio Emanuele Re D’Italia” (İtalya Kralı Vittorio Emanuele) ibaresinin baş harflerinden oluşan bir anagram yerine geçermiş.
Öte yandan, opera aslında sadece müzik değil aynı zamanda da bir gösteri sanatı. Bu yüzden bir operayı izlerken, yer aldığı sahne ve/veya yarattığı ortam da en azından müziği ve onu icra eden sanatçıların yeteneği kadar önemli. Dünyada özel olarak akustiğiyle ünlü pek çok opera salonunun varlığına rağmen ve bir açık hava mekanı olduğu halde, Verona Arenada bir opera izlemek işte tam da bu yüzden çok özel bir ayrıcalık. Bu ayrıcalığı mümkün kılan Verona Opera Festivali ilk olarak yüz yıl önce Verdi’nin yüzüncü doğum yıldönümünü kutlama niyetiyle düzenlenmiş. Bu yıl yüzüncü Festivalin neredeyse tamamen Verdi eserlerine ayrılması biraz da bu yüzden. Programda Placido Domingo’lu Nabucco’dan başka Rigoletto, La Traviata, Il Travatore ve bu yıl da 1913’de ilk oynandığı gösterideki dekorlarıyla sahnelenen Aida var. Aslında festival her yıl Haziranda başlayıp Eylüle kadar sürdüğü için, niyetlenirseniz hoşunuza giden bir gösteriyi nasılsa yakalamanız garanti; hatta eğer operaya özel olarak meraklı değilseniz, bir temsil yerine bu süre içerisinde gerçekleşen konserlerden birisini de seçebilirsiniz. Festival ayrıca tarihi boyunca birçok konuk yönetmene ev sahipliği de yapmış. Bu yönetmenler arasında Romeo ve Juliet filmlerinin en ünlülerinden birisini yönetmiş olan Zafirelli de var. Dolayısıyla, Verona’da dünyanın en yetkin sanatçılarından operanın en önemli eserlerini izlerken hoş sürprizlerle karşılaşmanız da olası… Her yıl ortalama yarım milyon kişi tarafından izleniyor Festival ve sürdüğü zaman zarfında Verona kentine bambaşka bir canlılık kazandırıyor.
Verona kenti… Ortasından, oraya gidinceye dek adını bile duymadığım bir nehir geçen, bir başından bir başına yarım saatte yürüyebileceğiniz, şaşırtıcı güzelliklerle dolu minicik tarih kenti… Doğrusu İtalya’daki şehirlerin pek çoğu zaten özel bir nedenle canlılık kazanmaya ihtiyacı olmayacak kadar ilgi çekici. Bildiğim kadarıyla İtalya her yıl cezp ettiği turist sayısı açısından dünyanın en önde gelen ülkelerinden. Verona da bu bakımdan diğer İtalyan kentlerinden çok farklı değil; fazlası var, eksiği yok… Her şeyden önce, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine tümüyle girmeye hak kazanmış sayılı şehirlerden. Aslında eğer Avrupa’daki Ortaçağdan kalma şehirlere veya Rönesans’ın süslediği kent görüntülerine aşinaysanız, çok tanıdık gelecek Verona size. Pek çok diğer Ortaçağ kentinden farkı, altındaki Roma katmanı. Roma döneminden kalan orijinal yollar ve kapılar kentin altında duruyor hala ve belirli yerlerde yolun şu andaki yüksekliğinin birkaç metre aşağısında görülebiliyor. Kısacası, burada Roma İmparatorluğunun kalıntıları Ortaçağdan veya Rönesans’tan kalan eserlerle iç içe ve bu sadece mimari için değil, kültürün tümü için geçerli. Bir açık hava müzesini andıran Verona sokaklarında bu kadar çok farklı geçmiş zamanın bu kadar bol görüntüsü ortasında kalınca, insan kendisini sürekli zaman kayması yaşayarak tarihin değişik dönemlerine giderken buluyor. Örneğin kentin Roma devrindeki kapılarından birisi olan Porta Leoni, MÖ. 1. yüzyılda yapılmış olan orijinalinin o zamandan kalmış olan bir parçası ve sanki ta başından beri şu anda etrafını çevrelemiş olan binalarla birlikteymiş gibi duruyor; öylesine iç içe geçmiş ve uyumlu durumdalar. Hemen yakınındaysa, Verona’yı Roma döneminde çevreleyen surlardan kalmış önemli bir parçayı ortaçağda yapılmış bir binanın duvarının bir parçası olarak görmek mümkün. İnsan doğal olarak hangi zamanı düşünüp neyin hayalini kuracağını karıştırıyor bu kentin sokaklarında dolaşırken! Verona’daki Roma dönemi kalıntılarından bir başkası, Porto Borsari orijinal Roma yolunun, Via Sacra’nın üzerinde bulunuyor. Yani eğer bu kapıdan güneye doğru çıkıp Corso Cavour yolu üzerinde yürürseniz, birden bire kentin günümüzde keyifle alışveriş yapabileceğiniz otantik mağazaları arasından geçmişte üzerinden kim bilir kimlerin dolaştığı bir caddesine geçmiş yani bugünden ayrılıp iki bin yıllık bir tarihin üzerinde yürümeye başlamış oluyorsunuz. O zamanlar Verona, Cenova ve Trieste’yi birbirine bağlayan bu yolun bugün iki yakasında yer alan Rönesans binalarının da hepsi birbirinden ilginç. Üstelik bu palazzoların duvarlarında, tarihte ortasından geçtiği Verona’yı birkaç kez sular altında bırakan Adige nehrinin taştığı zaman yarattığı izleri görmek de mümkün. Nehir şu anda bulunduğumuz bu noktadan epey uzakta olduğu için bu işaretleri görmek ürpertiyor insanı haliyle.
Verona’nın en ünlü köprüsü Ponte Pietra aynı zamanda kentte Romalılardan kalan en eski yapı. MÖ. 1. yüzyılda yapılmış ve şu anda var olmayan ikinci bir köprüyle birlikte kentin yerleşim bölgesinin yer aldığı kıyıyı Adige nehrinin karşı kıyısındaki Teatro Romana’ya bağlarmış. Teatro Romana da MÖ 1. yüzyıldan kalma bir mekan ve aslında bir dönem başta depremler olmak üzere çeşitli etkenlerden çokça etkilenip yıkıntı haline gelmiş. Sonra 1830’da kentin zenginlerinden birisi burada sonradan yapılmış olan evlerin tümünü alıp yıkarak alanı temizlemiş ve bu Roma amfitiyatrosundan geri kalanları ortaya çıkartmış. Teatro Romana daha sonra onarılarak bugün konser ve temsiller için kullanıldığı hale getirilmiş. Bugün Pietra Köprüsü’nün çevresinde yer alan ve sanki asırlardır onun yaşlılığına saygı gösterircesine uyumlu inşa edilmiş olan mahalleler ise, doğal olarak zamanın durduğu yerler… Adige’nın kıyısında, köprünün eteklerindeki kafeler ve lokantalar Verona’nın en keyifli mekanları; nehrin sağ yakasında, köprünün hemen arkasındaki sokakta yer alan antikacılar insanın kendisini Verona’da olmaktan memnun ve mutlu hissetmesine çok yardımcı. Köprüye ulaşan taş döşeli sokaklar daracık; bu sokaklar üzerindeki evler ferforje demir parmaklıklarına rengarenk petunyalar sardırılmış balkonları olan yüzlerce yıllık evler. Arada bir karşınıza, çocukluğunuzdan bildiğiniz fileye doldurduğu ekmekleriyle olabildiğince hızlı evine doğru yürüyen yaşlı bir kadın çıkıyor. Veya hiç beklemediğiniz bir köşede kaldırıma koyduğu iki sandalye ile derme çatma bir kahvehane yaratmış, aslında bal gibi bir bakkal olduğu halde kendini barmen zanneden göbekli bir Veronalı amca… Hele buraya yolunuz hava karardıktan sonra düşer de, köprüden kentin ışıltılı manzarasını seyretmenin ardından bu yolun nihayetindeki Piazza Broilo’da Verona’nın en keyifli restoranlarından birisi olan Antica Torretta’da akşam yemeği molası verirseniz, kent sadece damağınızda değil aklınızda da unutulmaz izler bırakıyor. Mevsim ben gittiğimde olduğu gibi yazsa, bu saatlerde hava serinlemiş oluyor. Kentin bu nispeten uzak meydanında, kalabalıkların ulaşamadığı huzurlu bir sükunet hüküm sürüyor. Meydanı çevreleyen tarihi evlerde yaşam, şehirde olup bitenlerle fazla da ilgilenmeden yüzyıllardır olduğu gibi kendiliğinden akıp giderek devam ediyor. Evlerde yaşayanlar, havanın kararmasıyla yavaş yavaş yanınızdan geçerek az önce evlerine dönmüş oluyorlar. Bir kısmı kanıksamış bakışlarla sizi görmeden geçerken, bir başka bölümü de evlerinin balkonlarından komşuluk çağrıştıran bakışlar fırlatarak sizi seyrediyor. Meydana çıkan sokaklardan bir tanesinin köşesinde mutlaka mahallenin gençlerinden birkaç tanesi, küçük şehirlerde yaşayan gençlerin hep taşıdığı sıkıntıyı birkaç saatliğine de olsa ailelerinden uzaklaşarak, aralarında fısıldaşarak, oturduğunuz yerden baktığınızda bile belli olacak kadar heyecanlı bir şekilde yeni aşklara yelken açarak aşmaya çalışıyor. O sırada yemekte olduğunuz yemeğin eşsiz lezzeti bir yana, yudumladığınız şarap mutlaka iyi bir şarap oluyor ve tadı, tanık olduğunuz bu yaşam kesitinin hoş keyfiyle birleşerek kalıyor aklınızda.
Kentte görülmeye değer bir başka yapıt da, Ortaçağ’dan kalan küçük bir kalecik olan Castelvecchio. O dönem Verona’yı yöneten ailelerden belki de en ünlüsü olan Scaligero’lar tarafından yaptırılmış olan ve şu anda içinde bir müze barındıran bu küçük kalenin asıl ilginç tarafı, uzantısı olan Ponte Scaligero yani Scaligero Köprüsü. Kırmızı tuğladan özgün bir tasarımla yapılmış olan köprünün kemeri 1356’da inşa edildiğinde dünyanın en büyük köprü kemeriymiş. Köprü, o dönem Scaligero hanedanının başında bulunan feodal lord bir isyan olursa kaleden karşı kıyıya kolayca geçerek kaçabilsin diye yapılmış ve söylentiye göre mimarı da, tuğla köprü açılır açılmaz yıkılacak olursa lordun gazabından hızla kaçabilmek için açılış törenine at üstünde katılmış! Kısacası, öyküleri hep kaçmak üzerine bu korunaklı köprünün… Mimar içinse, “özgüveni pek eksikmiş adamcağızın” demek geliyor elden ancak çünkü köprü aslında o kadar sağlammış ki yıkılması için altı yüz yıl sonra, II. Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından bombalanması gerekmiş! Öte yandan, Almanlar savaş sırasında sadece Ponte Scaligero’yu değil, Roma’dan kalan Ponte Pietra’yı da yıkmışlar ve her iki köprü de savaştan sonra, yıkılan orijinallerinden kalan malzemelerle asıllarına son derece sadık bir şekilde yeniden yapılmış.
Verona’da geçmişten ayakta kalan eserler Roma döneminden çok Ortaçağ ve Rönesans’tan. Aslında sözünü ettiğim depremler başta olmak üzere pek çok farklı nedenden gerçekleşmiş olan yıkımlar, kentin Romalı bölümünün yanında Ortaçağa ait binaların da yok olmasına ve onlardan açılan alanda yeni bir yapılaşmanın oluşmasına yol açmış. Ama zaten söz konusu Ortaçağ yapılarının birçoğunun inşası için de zamanında Roma kalıntıları kullanılmış olduğundan, günümüze ulaşmış her hangi bir yapıya baktığınızda aslında bilmeden bir taşla ikiden bile fazla kuş vurup birçok farklı dönemin ruhuna aynı anda ulaşmış oluyorsunuz. Bu durum, kentte pek çok yerde söz konusu; üstelik Ortaçağda veya daha sonra yapılan binaların Roma döneminden esintiler taşımasının tek nedeni inşalarında kullanılan malzemenin kaynağı da değil; yıkılan Roma eserlerinin yerine yapılan binalarda çoğunlukla romanesk bir mimari tarz tercih edilmiş. Böyle kültür katmanları oluşması ve kendiliğinden ortaya çıkan stil sentezleri İtalya ve Türkiye gibi bastığın her taşın birkaç yüzyıl tarihi, gittiğin her yerin binlerce yıl önceye uzanan bir öyküsü mevcut olan ülkelerde sık rastlanan durumlardan. Üstelik Verona 1866’da İtalyan Birliğine katılana dek çevredeki Venedik, Padova, Milano gibi kentlerin lordlarıyla savaştığı ve kalan zamanda da Avusturya ile Napolyon Fransa’sı arasında gidip geldiği için kentteki pek çok yapıda bir “falanca savaşta yıkılmış ama sonra yeniden yapılmış” olma durumu da var. Buna bir de II. Dünya Savaşının tahribatını ekleyince, binlerce yıldır yok edilip yeniden yapılmaya bu kadar güzel kalarak göğüs gerdiği için alnından öpesiniz geliyor kenti. Örneğin Adige’nin sol kıyısındaki tepede yer alan ve kentin belki de en güzel manzaralarından birisine sahip olan Castel San Pietro da bu tür yapılardan. Kentin çok stratejik bir noktasında olduğu için farklı uygarlıkların üst üste kurulmuş olduğu bu alanda Roma döneminden kalan surların üzerine Ortaçağda inşa edilen duvarları Fransızlar yıkınca burayı ele geçiren Avusturyalılar orijinal kalenin yerine bir kışla inşa etmişler! Bugün kale olarak gezilen yer sadece bu Avusturya kışlalarını içeriyor ve hatta kent halkı görünen bu nispeten yeni binaların altında sadece Roma değil, tarih öncesi dönemden kalma bir takım kalıntıların da olduğunu unutmuş bile bulunuyor…
Aslında minicik bir kent olan Verona’da gezilip görülecek tarihi yapıların bu kadar çok olması insanı ürkütmemeli çünkü Verona asla tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş karanlık, iç karartıcı kentlerden değil. Tersine, Akdeniz’in tüm sıcakkanlılığını, İtalyan kültürünün bütün cıvıltısını ve küçük şehirlerin olanca kolaylığını içinde taşıyor. Bu yüzden bu kadar yoğun bir geçmişin izini sürmekten yorgun düşmeden önce mutlaka yapılabilecek başka şeyler de var bu güzel kentte. Örneğin kentin birbirinden güzel meydanlarında mutlaka birer mola verilmeli ve kısacık bir süre de olsa tarihin içinde bir yerde oturarak keyifli bir akşamüstü yaşamanın mutluluğu yudumlanmalı. Bunun için isterseniz ilk olarak Piazza Bra’yı seçelim. Meydana kentin güneyindeki istasyon tarafından gelelim ve bir zamanlar bir Venedik dükünün askerleri için sığınak olarak yapılmış olan Gran Garnia’nın önünde durup bir soluklanalım önce. Şu anda bir sergi ve konferans merkezi olan bu binada yer alan ilginç sergilerden birisine denk düşmemişsek eğer, yürümeye devam edip 1400’lerin sonunda, Ortaçağdan kalma duvarlar üzerine inşa edilen ve günümüzde meydana geçiş kapısı vazifesi gören çift kemerli Portoni Della Bra’den geçebiliriz. İşte bu kapıdan geçince ulaştığımız, ilginç bir biçimde aynı anda hem çok kalabalık hem de terk edilmiş gibi görünebilen meydan, Piazza Bra’dır. Bugün İtalya’nın en büyük kent meydanlarından birisi olan Piazza Bra bir zamanlar bir hayvan pazarıymış. Oysa şu anda tam “tatlarının, kokularının, seslerinin tadına varılacak” kent meydanlarından… Sadece Piazza Bra’da, bir köşede bir süre oturup kitabımızı okuyarak cappucino veya proseca içmek bile tüm kentin tadını damağımızda, nabzını parmağımızda hissetmemiz için yeterli. Düşünsenize, meydanın Liston Yolu denilen kıyısında gönlümüzün istediği kafeyi seçip oturduğumuz zaman seyrettiğimiz manzara, tam karşımızda duran Arena ve etrafımızdan akıp giden, kentin yüzlerce yıldır süren cıvıl cıvıl tempolu yaşamı… Bir köşede kentin belediye binası Palazzo Barbieri, diğer köşede kentin en önemli alışveriş bölgesi Via Mazzini’nin başlangıcı ve yanımızdan yöremizden geçen insanlarda bir Akdeniz kentinin sevimli karmaşası…
Bir sonraki durağımız, kentin “Romalı” bölgesindeki Piazza delle Erbe olabilir isterseniz. Piazza delle Erbe, Verona’nın Ortaçağda oluşmuş bir parçası. Ama Roma İmparatorluğu döneminde kentin forum alanının bulunduğu yerde kurulmuş olduğu için forumu oluşturan taşlardan kalanlarla inşa edilmiş. Ortaçağda kurulan bu meydan, bugün de Verona’nın en canlı noktalarından birisi. Bir kere ismi güzel; “erbe” kelimesi İtalyancada “otlar” anlamına geliyor; bu alışılmadık meydan ismi de insana buranın geçmişte nasıl bir yer olduğuna dair bir sürü farklı hayal kurdurtuyor. Hani kentlerin merkezlerindeki ana meydanlardan çok daha ilginç ve hareketli, çok daha fazla olanakları olan “ikinci” meydanlar vardır ya, Piazza delle Erbe işte onlardan ve doğrusu İtalya’nın çok daha ünlü ve büyük kentlerinde pek çok örneği olan bu tür başka meydanlardan geri kalır hiçbir tarafı yok. Kentin tarihinin farklı dönemlerinden kalmış birbirinden güzel eski binaların çevrelediği, ortasındaki pazar ve kıyısı boyunca dizilmiş restoran ve kafelerle çok keyifli bir yaşam alanı. Roma’da en çok hoşlandığım noktalardan birisi olan Piazza Navona’ya benzettiğim için ben burayı özellikle çok seviyorum. Piazza delle Erbe’de bir kafede oturduğunuz zaman tarihin ortasında oturmuş oluyorsunuz sanki. Meydanı çevreleyen birbirinden ilginç binalardan birisinin karşısında keyifle kahvenizi yudumladığınız kafenin hemen yanındaki sokağın sizi Roma İmparatorluğundan kalan bir öyküye ulaştıracağını bilmek; meydanın en can alıcı noktasında yer alan, 12. yüzyıldan kalmış Lamberti Kulesi’nin 1403’te yıldırım çarptığında yıkılan tepesinin sanki bu yıldırıma inat daha da yüksek olarak yeniden yapıldığını öğrenmek; meydanın ortasında duran Fontana dei Madonna Verona çeşmesini ve biraz ilerisinde üzerinde kanatlı aslan heykeliyle kente Venediklilerin egemen olduğu günlere bir selam gönderen Colonia di San Marco sütununu ve etraflarında dönüp duran baş döndürücü yaşam temposunu şaşırarak izlemek… Doğrusu bunlar hemen, Verona’da kaldığım sürece kente ilk fırsatta geri gelmek için bahane olarak kafama yazdığım bin bir cazibenin arasına katılıyor. Özellikle şu anda son derece düz ve albenisiz bir küçük mermer çardaktan ibaret olan, 1200’lerin başında yapılmış meşhur Berlina’nın her anlatışta farklı olan öyküsü beni çok eğlendiriyor. Berlina kentin tarihi boyunca geçirdiği değişikliklerin mermerden bir tanığı ya da sembolü gibi adeta. Verona’daki pek çok yapı gibi, o da üzerinde birden fazla dönemin yadigarlarını taşıyor. Bir zamanlar kentin yeni göreve gelen yöneticileri şehrin anahtarlarını Berlina’nın içinde duran mermer bir koltukta oturarak kabul ederlermiş. Berlina ayrıca uzun yıllar suçunun kefaretini ödeyecek parası olmayan suçluların bir kenarına zincirlenerek halka teşhir edildiği bir ceza noktası olmuş; hatta bir dönem kente saldırmaya hazırlanırken yakalanıp öldürülen kurtlar bile saldırgan emellerinin cezasını buraya asılarak ödemişler! Herhalde gerçekte meydanın ortasında süregiden alışverişi yüksekçe bir yerden izleyerek kontrol etmek amacıyla yapılmış ve asırlarca kentin türlü çeşit ticari ve siyasi aktivitesi için bir merkez nokta oluşturmuş. Kent tarihinin farklı dönemlerinden kalan farklı türden yazılar ve değişik yapı parçaları taşıyor; ayrıca da üzerinde bir ölçüm noktası olarak da kullanıldığını gösteren, meydanda mal alıp satan tüccarlar için kullanılması gereken gerçek ve dürüst ölçüleri belirleyen işaretler var.
Verona’da mutlaka uğrayıp görmek isteyeceğiniz üçüncü meydan, Piazza delle Erbe’nin bitişiğindeki Piazza dei Signori, yani “lordlar meydanı”. Burası aslında Verona’nın idari ve politik merkezi olarak kabul edilen alan. Bu diğerlerinden daha küçük ve görünüşte daha mütevazi meydana Erbe’den ulaşmak için Arco della Costa’nın altından geçmeniz gerek. Efsaneye göre bu kemerin harcında gizli olan bir balinanın kaburga kemiği, altından geçen ilk dürüst insanın üzerine düşecek ama gel gör ki, yüzyıllardır olduğu yerde kıpırdamadan duruyor! Bu meydan aslında çok büyük olmamasına rağmen çevresinde bulunan yapıların farklı stillerdeki mimari özellikleriyle de ilginç. Örneğin, “Palazzo del Comune” diye de adlandırılan ünlü Ragione binası, bir yüzü Piazza delle Erbe’ye bakan ve aslında avlusuyla ünlü olan kare biçiminde kocaman bir yapı. 1447’de üzerine eklenen “muhasebe binası merdivenleri” kente gelen tüm turistlerin mola verip dinlenirken resim çektirdiği bir yer. Piazza dei Signori’de ayrıca Dante’nin 1865’de yapılmış olan bir heykeli var ki, o günden beri meydanın sembolü olmuş durumda. Meydanda yer alan Antico Cafe Dante ise kentin hem en eski hem de en ünlü kafelerinden. Eğer biraz önce uğradığımız Piazza delle Erbe’de içtiğiniz kahvenin keyfi size yetmediyse, burada soluklanarak Lamberti Kulesi’nin görüntüsüne bir de bu meydandan göz atabilirsiniz. “Bu meydanlarda avarelik ederek gezmemiz bitince yeniden tarihin koynuna dönebiliriz” diyeceğim ama zaten bu kentte avarelik de tarihin koynunda gerçekleşiyor. Romeo ve Juliet’in içinde evlendiği ve Dante’nin “İlahi Komedya”da önündeki çan kulesinden söz ettiği San Zeno Maggiore Bazilikası; Romalı Pietra Köprüsünün yakınındaki Gotik St. Anastasia Kilisesi ve hemen yanı başında içindeki fresklerle ünlü küçük San Giorgetta Şapeli veya 1117 depreminde yıkılan başka bir kilisenin yerinde aynı yüzyılda inşa edilmiş olan Verona Katedrali kentin değişik bölgelerinde avarelik etmek için dolaşırken nasılsa karşınıza çıkacak yapılar. Hepsinin bir öyküsü var; hepsi kendine göre etkileyici. Ama hangi dönemden kalmış ve ne amaçla inşa edilmiş olurlarsa olsunlar, kentteki yapıların gönlüme en hoş gelenleri, yöreye özgü “Verona taşından” yapılmış olanları. Pembemsi renkteki bu taş, tıpkı ülkemizdeki Mardin taşı gibi çok hoş, sımsıcak bir ışık yansıtıyor; insana eski ve sağlam ve güvenilir bir binanın gölgesinde, onun tarihte kim bilir nelere katlanmış bilgeliğine sığınmış olduğu duygusunu veriyor; hele üzerine nereye tutunduğunu anlamanıza imkan olmayan bir sarmaşığın acı yeşili dolanmışsa… Doğrusu, farklı dönemlerden kalan farklı mimarilerde inşa edilip farklı renklere boyanmış onlarca binayla haşır neşir olup hepsini de çok ilginç bulmama rağmen, Verona’dan en fazla aklımda kalan yapılar bu duru ve huzurlu renkteki taştan yapılmış olanlar; hatta Verona nedense gönlümde “pembe taştan yapılmış kent” olarak yer etmiş bile olabilir.
Tarihin insanı sarıp sarmalayan ihtişamına Akdeniz’in renkleri, sıcakkanlılığı, rehaveti ve yaratıcılığı katılınca Verona’da ortaya sımsıcak, çok aşina ve çok da canlı ve yaşayan bir kent çıkmış. Üstelik Shakepeare ile ve hatta edebiyat ve tiyatroyla ilgisi ne düzeyde olursa olsun, Verona’nın çok hareketli bir ticaret merkezi olduğu geçmiş günlerdeki devinimini düşünmeden ve döndüğü her daracık sokakta karşısına çıkacak yepyeni bir Romeo hayal etmeden duramıyor insan. Çünkü tüm diğer özellikleri bir yana, Verona her şeyden önce Romeo ve Juliet’in kenti. Bu yüzden istiyorum ki sizinle birlikte dalalım Verona’nın arka sokaklarına ve Romeo ile Juilet’in kentin kuytu köşelerinde asırlardır yaşayan anısını birlikte canlandıralım; bu masum aşkın hayalini birlikte kuralım. Bu iş zannettiğinizden çok daha eğlenceli olabilir çünkü aslında Shakespeare’in kimliği de dahil, bu konuyla ilintili her şey gayet müphem; anlatılar da anlatan da gerçek mi hayal mi zaten belli değil. Biz istediğimiz gibi kendi öykümüzü yaratabiliriz yani… Üstelik eğer sizin de bencileyin internetsiz ve cep telefonsuz bir dünyanın gencecik bir lise öğrencisi olarak, okuduğunuz kitaplardaki öykülerin yaşandığı uzak yerlere ulaşmanın hayalini bile kuramadan o uzak coğrafyalara aşık olmuşluğunuz varsa, bu macera en azından bu geçmiş eksiği tamamlamaya yarar; yani şimdi bir zamanlar büyük olasılıkla asla görmeyeceğimiz uzak bir dünya olarak kafamıza yazdığımız yerlerden birisine gerçekten ulaşmanın keyfini çıkartmak için çok uygun zamandır. Shakespeare oyunlarını ilk okuduğunuzda ancak bir tiyatro sahnesindeki dekorlar kadar gerçek ve ulaşılabilir görünmüş olan mekanlardan birisinde olduğunuza inanabilmenin o öykünün izini bu gerçek mekanında sürmekten daha uygun bir yolu olabilir mi?
Ama isterseniz kendi öykümüzü yaratmadan önce bilindik hikayeye bir göz atıp anımsayalım: 1590’ların Verona’sında zengin, ünlü, güçlü ve birbirine öldüresiye düşman iki aile: Capuletler ve Montagueler. Montaguelerin oğlu Romeo ve Capuletlerin kızı Juliet; daha çocuk denecek yaştalar, on üç – on dört gibi. Birbirlerine ilk görüşte aşık olup ailelerinin bir arada kalmalarına izin vermeyeceğini anlıyorlar. Ve topu topu bir hafta süren bir ümitsiz aşkın ardından, insanı hayrete düşürecek bir dizi yanlış anlaşmanın sonunda hayatlarına son veriyorlar. Geriye kaybettikleri evlatların acısından ders alıp barışmaya karar veren acılı aileleri kalıyor; bir de yüzyıllardır kavuşamayan aşıkların sembolü haline gelen öyküleri… Aslında aşk hikayesi olarak bugünkü anlayışa göre fazla nahif ve gerçek dışı ama insanların duygularını dikkate almayan düşmanlıkların bir öyküsü olarak zamansız ve mekansız. Evrensel mesajı bugünün kan davası öykülerinden bir türlü kurtulamamış Türkiye’si için de hala geçerli. Verona’da bugün Romeo ve Juliet’in öyküsü olabildiğince bir turistik çekim noktası olarak kullanılıyor doğrusu. Kentte Montegue ailesine ait olduğu için Romeo’nun evi olduğu ileri sürülen bir ev var ama sadece dışından görebiliyorsunuz. Juliet’in evi ise aslında Capuletlerin değil Dall Capello isimli başka bir ailenin. İsim benzerliğinin sağladığı olanak kullanılmış ve bu ev sembolik olarak Capulet ailesinin evi kabul edilip bir müze haline getirilmiş. Yetmiş yıl kadar önce Verona’da müzeler müdürlüğünü üstlenen cesur ve yaratıcı bir yönetici bu evleri ve Juliet’in mezarını sanki orijinalleriymiş gibi düzenletip ziyarete açmış. Bence çok da akıllıca bir şey yapmış çünkü insanların minik mutluluk beklentilerini karşılayarak sevaba giren beyaz yalanlar kategorisinden bir mekan oluşturmuş böylece. Romeo’nun Juliet’e aşkını ilan ettiği balkon olduğu iddia edilen balkonun bile sonradan yapılmış olduğunu daha kente gitmeden öğreniyorsunuz ama yine de o balkona çıktığınızda heyecanlanmaktan kendinizi alamıyorsunuz. Evin avlusu, sunaklarına rengarenk adaklar bırakılan çok canlı çok renkli Uzakdoğu tapınaklarını andırıyor. Kalabalık bir insan topluluğu elini bahçedeki Juliet heykeline sürmeye ve üzerine sevdiklerininkiyle birlikte kendi isimlerini yazdıkları rengarenk asma kilitleri bahçenin duvarına asarak sevgilerinin ölümsüz hale gelmesini garantilemeye çalışıyor. Ama bizim için Verona’da, Romeo ve Juliet’in kentinde olmanın, bu ünlü klişeyi kendimize göre yeniden yorumlamanın büyüsü bu noktadan sonra başlayacak; turistik kalabalıktan hızlı adımlarla uzaklaşıp tenha bir sokakta yankılanan kendi ayak seslerimizin o yıllardan ve gerçek Juliet’ten kalan bir tını olduklarını hayal ederek kentin kıyısındaki karanlık bir sokağa doğru ilerlediğimizde… Çünkü her ne kadar o balkona çıkınca gözlerinizi kapatıp adeta gencecik bir çocuğun “gözüm kovar gönlümü seni görmesin diye, gönlüm ister gözüme pay vermemek yüzünden” diye seslendiğini hayal edebilseniz de, Juliet’in mezarı da, aşıkların evleri de sadece insanın aklında olanları tekrarlatmaya yarıyor. Ama eğer yapma sahnelerden kendinizi kurtarıp şehrin gölgeleri uzamaya başlayan sessiz bir köşesinde kendi kendinizle ve kentin hayaletleriyle baş başa kalmayı başarırsanız, sevgililerin kimse duymadan fısıldaştıklarını da sanki yanı başınızdaymışlar gibi duyabilirsiniz; “senin dudaklarınla, dudaklarım günahtan arındı” der Romeo sizin de duyabileceğiniz bir sesle ve Juliet, Shakespeare’in ağzından dünyanın en güzel şiirlerinden birisiyle yanıtlar onu: “öyleyse şimdi günah dudaklarımda kaldı.” Bu fısıltı bir kez kulağınıza çalındı mı, ılık bir Verona gecesinde Adige nehrine yukarıdan bakan tepede kentin ışıltılı görüntüsüne dalıp yüzlerce yıl öncesinden kalmış ve belki de aslında var olmayan bu öykünün, onu artık bir ömür boyu gönlünüzde taşımak üzere, bir parçası haline gelmeniz işten bile değildir.
Verona’nın alamet-i farikası haline gelmiş olan “Romeo ve Juliet”, yüzyıllarca sevilerek sahnelenip seyredilmesi bir yana, pek çok farklı sanat eserine de ilham kaynağı olmuş. Hem Shakespeare’in oyununu hem de bahtsız gençlerin ölümsüz aşkını canlandıran yüzlerce sanat eseri var. Tablolar, tiyatro eserleri, baleler, operalar, müzikaller, filmler ve her birini bir yerden tanıyıp; “bu da mı Romeo ile Juliet içinmiş?” diyeceğiniz müzik parçaları. Benim en çok sevdiklerim Bernstein’ın ünlü müzikali “West Side Story” (Batı Yakasının Hikayesi) ve Duke Ellington’dan “The Star-Crossed Lovers”. Bu sonuncusunda çifti temsil eden bir tenor ve bir alto saksafonun karşılıklı “sohbeti” söz konusu ve enstrümanların parça içindeki göreli ağırlıkları Juliet’in hiç de sessiz sakin masum bir kız olmadığını, tersine kendinden çok emin ve güçlü bir kadın olduğunu düşündürüyor. Gerçi bu anlattıklarımın tümü kendi başlarına Verona’yı çok “lezzetli” ve sürekli “geri dönülesi” bir kent yapan unsurlar ama yine de hepsinden önemlisi kentin içten içe süren, sabah erken başlayıp gece geç vakte kadar devam eden devinimi. Özellikle Opera Festivali sırasında, yani yazın üç ay boyunca, sadece yayalara açık olan ana cadde Via Mazzini’den günün her saatinde sanki yaşam akıyor. Yalnızca kentin ünlü meydanlarında değil, bu caddeyi kesen minicik ara sokakların hemen her birinde de keşfedilecek bir kafe veya restoran var. Üstelik bir nehir kıyısına yerleşmiş olan tüm kentlerde olduğu gibi, durduğunuz yerde bile havada hissedebileceğiniz özel bir enerjiye sahip Verona. Sanki daha çok ve daha rahat nefes alabiliyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi Adige’nin kıyısına ulaşınca ve doğrusu tepeye çıkıp bu minicik kente ve ortasından akan nehre yukarıdan bakınca, sadece Verona’nın değil, tüm dünyanın sahibiymişsiniz gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Aslında benim tüm bu tür eski zaman surlarında hissettiğim bir şey var ki, Verona’da Castel san Pietro’ya çıkınca da aklıma düşüyor birden… Günümüzde böyle bir mekanı gezerken, son model bir araçla teknolojinin en son olanaklarına göre yapılmış bir yoldan o kadar kısa sürede ve kolayca tırmanıyorsunuz ki bu kalelerin olduğu “uzaklık” ve “yükseklik”lere, bir zamanlar insanların bu duvarları ne kadar ulaşılmaz bulduğunu ve onların ardına ne kadar güvenle sığındığını anımsayınca ister istemez hafifçe gülümsüyorsunuz. Ve sanırım insana o tüm kente ve hatta dünyaya hakim olma duygusunu da işte bu durum veriyor.
Verona böyle… Zengin bir kültür ve beklenmedik hoşluklarla dolu huzurlu bir yer. Bazı geziler gittiği yerin coğrafyasını anlattırır insana, bazıları da orada yaşananları. Verona’dan bana kalan ve sizinle paylaşmak istediğim ise galiba en çok müzik ve tarih. Gerisi, herhangi bir Avrupa kentinin tipik öyküsüne benziyor belki ama sahip olduğu bu iki özellik, tarihin zengin birikimi ve havada uçuşan sanat titreşimleri, bu sıradan öykünün her sayfasında insana, “bu kent beni illa geri çağırıyor” dedirtiyor. Ben kendi hesabıma, bu çağrıya uyacağımı ve bu kente geri geleceğimi biliyorum. Biliyorum ki, bu “bilindik sürprizlerle dolu” kentte bir dahaki sefere bir yandan yeni keşfedeceklerimle ilgilenirken, bir yandan da “iyi tanıdıklarımın” tadını çıkartıyor olacağım. Ama yine de, kenti anlatırken onun hiçbir boyutuna haksızlık etmeme kaygısı taşıyorum nedense ve “Verona’ya dair bir sürü ilginç öyküden daha bahsedebilirim aslında” diye düşünüyorum. Kimisi tarihe ait olur, kimisi doğaya, kimisi de insanlara… Bu yüzden örneğin, Verona’ya en fazla bir saat mesafedeki birbirinden güzel üç kentten Vicenza, Padova ve Bardolino’dan bahsedebilirim size ve oralara kadar gitmişken mutlaka bu kentleri de görün diyebilirim. Ya da tarihteki ünlü Veronlılardan bana en ilginç gelenlerinin, ünlü Romalı şair Catullus ile Mozart’ın düşmanı olarak bellediğimiz besteci Salieri’nin öykülerini anlatabilirim. Veya herhangi bir İtalyan kenti gibi Verona’nın da en ilginç özelliklerinden birisi olan mutfağından söz edebilirim ve örneğin pizzanın buralarda neredeyse hiç popüler olmamasına karşılık, Veronalıların pişirdiği makarnaların enfes olduğunu, bu çok özel kentin aşçılarının aslında en fazla at etinden yaptıkları yemeklerle ünlü olduklarını ve bazı restoranların menüsünde eşek etinden yapılmış spesiyaliteler bile bulunduğunu söyleyebilirim. Hatta pek de adetim olmayan bir şey yapıp “bu tatları tadabilmenin en güzel yolu Romeo’nun evinin yakınlarındaki Il Duca lokantasına gitmektir” bile diyebilirim. Ama galiba en iyisi, sadece kentin yanı başındaki Valpolicella vadisinin üzümlerinden yapılan ünlü şarapları tavsiye ederim size, özellikle de kırmızı olanlarını ve ille de tıpkı antik Yunanlıların yaptığı gibi kuru üzümden yapılanlarını (ki Veronalılara göre, İtalya’nın Chianti’den sonra en makbul şaraplarıdır). Kentle ilgili herhangi başka bir şey anlatmanın yerine, “şarabınızı yudumlarken, kendinizi kentin barındırdığı tarihi katmanlardan keyfinize en uygun olanına ışınlayın” derim. “Ama unutmayın, kulaklarınızda mutlaka bir Verdi operasının melodileri olmalı!”
Güzin Yalın
Bu yazı daha önce cazkolik.com sitesinde yayınlanmıştır