20. yüzyılın ilk yarısına, savaş öncesi yıllara gidebilsek bugünün tersine dünyanın nasıl bir müzikal zenginliğe ve farklılığa sahip olduğunu görürdük. Gitmekten kastım, tek bir şehre ya da ülkeye değil, birkaç günde Güney Amerika’dan Afrika’ya, oradan Uzakdoğu’ya ve daha kim bilir nerelere…
Globalizasyon kulağa masum ve faydalı imiş gibi gelse de dünya üzerindeki renkliliği ve çeşitliliği ‘fast food’ sığlığına mahkum etmekten başka işe yaramıyor. Bugün ancak geçmişe bakarak göreceğimiz müzikal çeşitliliği niye yavaş yavaş terketmeye başladık? Eski ya da modası geçmiş diyerek yakın geçmişi devasa bir çöplüğe çevirdik.
Halbuki, 1900’lerin başı ile iki dünya savaşı ve ardından 1960’lara uzanan yıllar müzik ve sanat tarihinin en yaratıcı yıllarıydı. Hâlâ dahi bu mirasın ürettiği zenginliği tüketmekle meşgulüz. Üzerine teknoloji tabanlı elektronik müzikten başka yeni bir şey katamadık. Ama bugün şikâyet havasında değilim, başka bir şeyden söz etmek istiyorum; Bolero’dan.
Müzikteki değişimlere caz üzerinden bakmaya alıştığım için virtüöz özellikli bazı latin caz müzisyenlerin son yıllarda yüzyıllık geçmişe sahip Bolero müziğine neden yeniden yöneldiklerini ilk başta anlayamadım. Sonra da tam olarak anladığımı söyleyemem ama sıkı bir tahminim var. Anlatacağım…
Tango ve benzer geçmişe sahip Bolero aynı coğrafyanın halk müziği kökenli iki özgün sesi, dahası, yaşam tarzı. Biri Buenos Aires’in, Rio de Plata’nın müziği, diğeri Küba’nın ama ikisi de bataklıkta açan güldür.
Sözleri, bizim 1970 ve 80’lerin arabesk furyasının sözlerini andıran Bolero şarkıları, sevgi dilenen aşıkların, nefrete varan kıskançlıkların, gelecekten ümitli ama bahtsız aşıkların argoya varan sözleriyle muazzam bir yakarış geçidi gibidir.
Beni bırak
Sen neşe ve gençlik dolusun
Geceye yansıyan hayaleti kim ne yapsın
Kim duyar hüzün kokulu şarkıları
Beni bırak, geriye bakmak için bile durma
Olga Buillot’nun “Vete De Mi” şarkısı belki de bu nevi şarkıların en masum sözlere sahip olanı ama bu şarkıları sözleri üzerinden anlasak da onları büyülü yaparak geleceğe taşıyan müzikaliteleri oldu.
Bolero zaten romantik, melodramatik ve melankolik bir müzikti. İki büyük unsuru vardı, ilki muazzam sesler/şarkıcılar, diğeri ise sarhoş edici ritmi ustalıkla dinleyenin ciğerlerine işleyen müzisyenler.
Amerika kıtasının üst yarısında swing kökenli caz salınımı hüküm sürerken, Hispanik coğrafyada Bolero’nun hakimiyeti dinleyicileri adeta sarsıyordu. Aralarında birkaç yüz kilometre farkla bambaşka renkler, bambaşka kültürler. Artık bırakın birkaç yüz kilometreyi dünya üzerindeki bu nevi kültürel farklılıkları çoktan terk ettik ve her şeyi sıradanlaştırdık.
Yine Bolero’ya dönelim…
Geçen sene Küba kökenli caz bestecisi ve orkestra şefi John Daversa “Cuarantena: With Family at Home” isimli bir albüm kaydetti. Gonzalo Rubalcaba, Dafnis Prieto, Sammy Figuero gibi sıradışı yeteneklere sahip müzisyenlerin eşlik ettiği bir aile içi kayıttı görünüşte. Yakın arkadaşlar sanki bir evde toplanmış ve müzik yapalım demişler gibi. Evet, öyle bir havası vardı ama onları buluşturan şey ise tam o sıra herkesi eve tıkan Covid-19 salgını idi. Daversa, bu ıssızlığa mahkum günlerde ne yapacağını kendine sordu ve Bolero’nun duygusal müzikal dokusunu, ailesinden gelen kökleri hatırladı. Salgın nedeniyle ticari müzikal koşturmacanın dışında olmanın verdiği rahatlık yaratıcı bir akışa dönüştü. Bir nevi klasik oda müziği veya cazda quartet müziği yapmak gibiydi. Bolero’ların sözlerini attılar, yapışkan arabesk duyguyu arıttılar ve ortaya saf bir malzeme çıktı. Üzerine her biri inanılmaz virtüöz yeteneklerini de katınca bir anda latin caz coğrafyasının kulaklarını diken bir müzik oluştu.
Bolero adeta yeniden keşfedildi ama yeni bir şekilde.
Elbette bu noktada cazın kimyası devreye giriyor, Bolero’nun alt yapısı doğaçlamaların kalitesiyle mirası başka bir seviyeye taşıyordu.
Elbette her şey Daversa’nın bu albümüyle başladı demiyorum, böyle bir iddia temelden yoksun olur, bilmediğim birçok müzik kuşkusuz vardır ama benzer kökenlere sahip olduklarını sanıyorum. Nitekim, Arturo O’Farrill, Miguel Zenon, Luis Perdomo “El Arte del Bolero” gibi usta müzisyenler de bu arayışa enfes yeni lezzetler kattı.
Ben ise, hem bu yeni müzikleri keşfetmeye, hem eskinin bilmediğim isimlerini merak etmeye başladım. Hikâyeler birbirini kovaladı. Tanımadığım insanların neler yaşadıklarını hayal ettim. Olga Guillot’un alto sesine hapsoldum, Juanito Valderrama’nın meğer Flamenko ile Boleroyu birbirine mahkum etmeye meraklı sesine meftun oldum. Sesindeki vibratonun mağripli Arap şarkıcıları bile aratmadığını fark ettim. Kültürlerin ne denli zengin olduğunu bir kere daha anladım ve onları terk etmedeki acelemiz, sıradanlaşmadaki günahımızdan utandım.
Bu müziklerin bilgisayar başında hit üretmek gibi olmadığını, yaşam tarzlarından süzüldüğünü anlamamız lazım. Onları yok eden artık o hayatların yaşanmıyor olması olabilir ama o kültürlerin nasıl yok olduklarını bilmemiz, unutmamamız lazım.
Bataklığın en güzel gülü Bolero’nun caz müzisyenlerinin elinde yeniden açması ne kadar güzel bir çiçeğe dönüştü.
Feridun Ertaşkan