İki Kaçış

28 Şubat 2022

Gidivermek diyoruz ya; acaba kaçıvermek mi biraz da bu gitmeler.. Kaçamak yapmak hani! İşte böyle kaçamaklardan, iki farklı rotaya, iki farklı kaçış hikayesi var bu yazıda.

Birincisi!

Kaçmak lazım, arada bir kaçamak yapmak şart… Yani demem o ki; içinde bulunduğumuz karmaşık büyükşehir yaşantısından uzaklaşmak gerekiyor. O kadar yoruluyoruz ki karmaşanın içinde; kaçmaya, uzaklaşmaya ve başka bir yerde uyanıp farklı bir hava solumaya dahi üşeniyoruz.

Biz kaçmayı başardık. Çok uğraştık, karar verdik, vaz geçtik, derken tüm şartlarımızı zorlayıp bir cuma akşamüstü saat 16.30 civarında, sadece üstümüze yedek bir şeyler koyduğumuz sırt çantalarımızla arabamıza bindik ve hiçbir plan yapmadan İstanbul’dan yola koyulduk.

Araba yolculuğu bizi uçak rezervasyonu, bilet bulma gibi ayrıntılarla uğraşmaktan kurtardı. Köprüye doğru mu, Edirne’ye doğru mu gitsek derken cuma akşamı köprü trafiğinden korkup Edirne istikametine yöneldik. Yol akıp giderken Türk sınırından geçince seksen kilometre uzaklıktaki Alexandrapolis geldi aklımıza, ama sınırı geçerken plaka ile ilgili işlemler gerektiği için Çanakkale tarafı daha cazip göründü. Bunları düşünürken Tekirdağ tabelasını görüp köfte yemeden geçilmez buradan dedik ve çok tavsiye edilen bir köfteciye uğradık, meşhur olmanın hakkını veren köftelerimizi yer yemez de yola devam ettik. Seçeneklerimiz arasında Bozcaada ve Assos vardı. Bozcaada’ya en son 19.30’da feribot olduğunu öğrenince otomatik olarak bu seçeneği daha sonraki bir kaçış planına bırakıp, Eceabat’tan saat başı kalkan feribotların avantajını kullanmayı düşünerek Assos’ta karar kıldık. Yolda Ezine’ye uğrayıp peynir aldık, hatta ilk defa gördüğümüz ve duyduğumuz acı biber reçelinden tadıp dostlarımıza da tattırmak üzere bir küçük kavanoz da acı biber reçeli aldık. Yollar çok rahattı ve bir çırpıda hedefimize ulaştık. Behramkale’ye geldiğimizde balıkçı barınağının çevresindeki otellerden birinde ya da biraz daha yol alıp sahildeki otellerden birinde kalma fikri vardı aklımızda. Behram Kale’deki otellerden birinde bizi güler yüzlü bir resepsiyon görevlisi karşıladı. Hatta Mitolojideki Tanrıların isimlerini verdikleri odalardan denize bakan Eros isimli odayı gezdirdi bize, ama aklımızda deniz kenarında bir otel olduğu için samimiyetle önerisini sorduk.  Geceyi kendi yerlerinde geçirmemiz hususunda ısrar etmekle beraber yörenin en güzeli olduğu bilgisini vererek güzel bir otele yönlendirdi bizi.  Bu kadar yol gelmişken üşenmedik on kilometre daha gidip, gecenin o saatinde sadece bekçi ve otelin şefinin bizi karşıladığı otelimize vardık. Oda kapılarının anahtarına resepsiyon görevlisi ile yapılan telefon görüşmesi sonucunda sahip olabildiğimiz maceramızı otelin şöminesi önünde şefin bademli keşkül ikramı ile son buldu. Yediğimiz bu güzel tatlı ertesi gün kahvaltının nasıl olacağı hakkında iyi bir ipucu olmuştu aslında.

Sabah uyandığımızda harika bir deniz manzarası bizi bekliyordu. Önce, kahvaltıyı hak edebilmek için otelin hemen önündeki sahil boyunda güzel bir yürüyüş yaptık. Yürürken çocukluğumuzda denizde sektirebilmek için arayıp zor bulduğumuz yassı taşlardan o kadar çok gördük ki kendimizi eğrile doğrula taş toplamaktan alamadık. Kahvaltı salonuna geldiğimizde muazzam donatılmış bir sofra bizi bekliyordu. Yöreye ait ve tamamen organik lezzetler; sahanda sucuk, yumurta, peynirler, ev yapımı kabak reçeli ve her şey çok güzeldi; ama en çarpıcı lezzet, yörenin  ‘su fasulyesi’ denilen filiz şeklindeki otlarının tane hardallar, zeytinyağı ve çok az sirkeyle harmanlanmış haliydi.

Gezilecek yerler hakkında gerekli tavsiyeleri alıp otelden ayrıldık. Önce Küçükkuyu’dan geçerek gerçek adı Çetmi olan, bugünkü adıyla Yeşilyurt’a gittik. Bir hediyelik eşya dükkanında sabah deniz kıyısından topladığımız taşlar kullanılarak yapılmış çok hoş objeler gördük ve hiç düşünmeden ‘olabilecek en güzel hatıralar’ diyerek birkaç tane satın aldık. Hemen bu dükkânın çaprazında ‘Siz hiç Çetmi tatlısı yediniz mi?’ yazılı tabelası olan küçük bir lokanta vardı, içeri girdik ve oradan çıktığımızda sorunun cevabını artık ‘evet’ olarak verebiliyorduk.

Bir sonraki durağımız Adatepe’deki ‘Zeus Altarı’ idi. İlyada Destanı’nda Troya Savaşının Tanrılar tarafından buradan yönetildiği varsayılan bu tarihi sunak yöre halkının aynı yerde bir Yatır olduğunu varsayması ile kutsal özeliğini bugün de korumakta. Zeus Altarı’na yaklaşık üç dört kilometrelik bir yokuş tırmanılarak gidiliyor. Tırmandık mı tırmandık, ama yukarı vardığımızda karşımıza çıkan Edremit Körfezi manzarası harika idi. Fakat ne yazık ki; yol boyunca ve vardığımızda çevredeki çöpler, Altar’ın içinde dahi gördüğümüz pet şişeler içimizi sızlattı. Büyük tarihi değeri olan böyle bir yer daha iyi bakılmalıydı ve korunmalıydı da; buralara bunca gelen turistik turlar, rehberler  ve turizm sektörünün içindeki  tüm diğer ticari kaygı taşıyan kişiler bununla ilgili hiç bir şey yapıyorlar mıydı acaba diye düşünmeden edemedik . Neyse ki,  Adatepe’ye yukarıdan baktığımızda mimari özelliğini koruyarak sadece taş evlerden oluşan yapılaşmasını sürdürmeyi başarmış olduğunu gördük de biraz olsun rahatladık.

Adatepe sonrasında doğru İzmir’in yolunu tuttuk. Önce Eski Foça’yı güzelce gezdik, bugüne kadar buralara gelmediğimize de çok üzüldük. Ne şirin ne güzel bir yermiş meğer Foça.  Hele insanları… Ege insanının sıcacık saran hali onca yolu gelmeye değer gerçekten.

En sonunda yörenin meşhur bir balıkçısında harika bir balık ziyafeti çektik kendimize. Balıklar harikaydı, ama esas buradaki hikayemiz daha da harikaydı. Arabamızı Emniyet Müdürlüğü’nün arkasına çekmiştik. İndiğimizde birden arabanın uzaktan kumandası çalışmadı. Ve tesadüfen oradan geçen orta yaşlarda bir bey; ‘hep oluyor, sinyalizasyonu bozuyorlar burada güvenlik için’ dedi. ‘Şuradaki balıkçıya sorun, onlar servis çağırırlar, hallolur’ diye de ekledi. Bir anlam verememekle birlikte gittik ve sorduk. Aldığımız cevap daha da ilginçti; ‘bizim de tentenin uzaktan kumandası çalışmıyor, birazdan düzelebilir’ dedi şef garson. Bundan sonraki yaklaşık bir buçuk saat içinde restorandın sahibinin oğlu nerdeyse başında bekleyerek sinyalizasyon geri geldi mi diye kontrol etti ve geri gelir gelmez arabayı başka yere çekerek bizi bu dertten kurtardı. İnanılmaz gibi görünüyor ama oldu, hatta güzel de oldu. ‘Ne yaparız?’ diye endişelenmiştik baştan, ama bu da güzel bir anı oldu ve en güzeli de uğradığımız restorantta harika dostlarımız oldu…

Kaçmak güzel oldu. Kısacık bir süre de olsa kafayı boşaltmak harika geldi.

İkincisi!

Harika geldi ya kaçmak, ikincisi şart oldu tabi. Bu seferki biraz daha planlı ama yörenin özelliklerinden dolayı yine sürprizlerle doluydu. Güzel kaçış noktalarından biri seçildi. Dalaman’a uçuldu, ver elini Kabak Koyu. Ve ilk sürpriz geldi; tesadüfen fark ettik ki kaldığımız otelin arkasında dünyanın en önemli 10 uzun mesafe yürüyüş noktasından biri olan Likya Yolu var. Teke yarımadasındaki patikalardan bir kısmının işaretlenip haritalanması ile oluşturulmuş yürüyüş rotasına verilen isim Likya Yolu. Paralel kırmızı ve beyaz çizgi, yürüyüşçülere yolun yönünü gösteriyor. Girilmemesi gereken patikalara kırmızı çarpı konmuş. Yol boyunca kaya ve ağaçlar üzerinde çok sayıda işaret var, doğru yolda olduğunu gösteren taşlar üst üste konarak yapılan işaretler çok sevimli. Antalya’ya kadar uzanan Likya Yolu’nun birinci bölümünde Uzunyurt (Faralya) Köyü tarafında yürüdük biz. Şehir ve iş stresinden uzaklaşmak, gerçekten kaçmak istiyorsanız mutlaka yapılmalı.  Kate Clow adında bir hanım kazandırmış bu yolu. Tamamı 509 kilometreymiş ve 30 günde tamamlanabiliyormuş en iyi ihtimalle…

İkinci kaçışımızın bir sonraki durağı

Kaş.  ‘Ben kaçış noktamı buldum; ne zaman daraldım, sıkıldım bundan sonra Kaş’a giderim.’ dedirtiyor insana.  Gözümü gönlümü rahatsız eden hiçbir şey görmedim Kaş’ta. Yerlerde tek bir çöp görmeye imkân yok, aksine ağaçlardan dökülmüş tek tük begonvil çiçekleri var sadece.  Her ev, her dükkân, her restoran tek başına kendine has ve özel. Sanki sihirli bir el dokunmuş.  Kim ya da kimler veya herkes bir arada mı göstermiş bu hassasiyeti bilmiyorum ama ortaya çıkan iş mükemmel. Şehrin içinde kalmak çok iyi bir fikir, çünkü her yer çok şirin. Hele yerel lokantalarda yemeklerin tadına doyulmuyor…

Rotada son olarak Dalaman havalimanına gitmeden Göcek’e uğramak var; ama deniz için değil, biraz yukarılara çıkmak ve ‘sana bir tepeden baktım canım Göcek’ demek için. Ve işte bir sürpriz daha! Göcek sırtlarında Gökçe Ovacık’ta bulunan Huzur Vadisi.

Huzur Vadisi müthiş bir yer! Birçok incir ağacının da bulunduğu antik zeytin bahçelerinin arasında dağda konuşlanmış. Cennet gibi, yolunuz düşerse mutlaka buralara uğrayın…

Ama yine de kendi ‘Huzur Vadi’mizi yaratmak elimizde diyorum ben, her nereye kaçtıysak, orada ve o anı yaşayarak…

Not: Siz de kaçın, çok beklemeden hem de. Herkese şiddetle tavsiye olunur…

Selda Güleç

 

Yukarı