Paris’in Kurşuni Çatıları

26 Nisan 2021

Uzun yıllar önce, üniversite yıllarımın ilk günlerinde İstanbul’da bir karma resim sergisi açılmıştı. Zaman içinde sayısız sergi gezmişimdir ama hâlâ hatırladığım birkaç sergi içinde belki 35 yıl önce gezdiğim bu sergi de var.

İstanbul’daki İspanyol elçiliğinin desteğiyle açılan ve çağdaş İspanyol ressamların eserlerinden oluşan bir sergiydi. Sergilenen resimlerin çoğunu hatırlamıyorum ama birini unutmadım, adını hatırlamadığım genç bir ressama aitti ama tablo hâlâ gözümün önünde. Toprak renklerin usta bir ressamın paletine yakışır şekilde tablonun üzerine dağıldığı, dikine çatıların yatay çizgileri ufka kadar mükemmel bir perspektifle resmettiği bir İspanyol ortaçağ kasabası çatılarını anlatan bir tabloydu.

Şehir tarihi bir şehir olabilir ama resmin eski bir duygusu yoktu, tersine, oldukça çağdaş bir resimdi ki bu da ressamın tekniğinden gelen bir beceriydi mutlaka. Çatılara merakım ta 35 küsur yıl önceki bu sergiye kadar uzanıyor, ondan önce vardıysa da ben farkında değilmişim.

Yine resim üzerinden gidersem eğer, Türk ressamların da özellikle şehir hayatını ve sokakları çizdiği resimler dikkatimi hep çekti ta ki bir caz albümü kapağında Paris’in kurşunî çatılarını görene kadar.

Jacky Terrasson’un 2001 tarihli “A Paris” albümü Türkiye’de de çok sevildi. Sanatçı da öyle. Şimdi salgın olduğuna bakmayın. Yarı Amerikalı yarı Fransız bu sanatçının Türkiye’de üç günlük şehirler arası turneler yaptığını da hatırlıyorum, adı cazla sık anılmayan Akdeniz şehirlerinde konserler verdiğini de biliyorum. Romantik ve uyumlu müziği tipik cazsever olmayanları da cezbetmişti. Bu albümle dünya çapında yakaladığı başarıyı belki aynı hızla sürdüremedi ama bu yazımızın konusu o değil. Terrasson’un albüm kapağında bir Paris çatısında elinde şemsiye ile verdiği poz.

Kim düşünmüşse mükemmel bulmuş, fotoğraf olarak da başarılı. Bu fotoğrafı ilk gördüğümde çatılar dikkatimi çekse de kurşunî çatıların Paris’in sembolü olduğunu bilmiyordum. Onu da zamanla öğrendim.

Böyle bir yazı yazdığıma bakmayın, Paris’i görmüş değilim, çatılarına tırmanmadım, İnstagramlık fotoğraflar da çektirmedim ama özel olarak aramasam da ne zaman bir Paris fotoğrafı görsem kurşunî çatılar dikkatimi çeker.

Bir şehri dünya şehri yapan belirgin ve ortak kültürel/yerel mimari özellikleri olmalı. Nasıl İstanbul’un göğe yükselen minareleri emsalsiz ise, nasıl New York’un gökdelenlerden oluşan silueti 20. yüzyıl ve sonrası modernizmini temsil ediyorsa, Paris’in de Eyfel kulesi ile kurşunî çatıları da öyledir. Alt tarafı çinko kaplamadan oluşan bu çatılar nasıl bu kadar estetik bir malzemeye ve görünüme dönüştü peki?

Esasen malzemenin kendisi değil, tüm şehre yayılan ortak kullanımı, görünümü ve Parislilerin bu kurala harfiyen riayet ederek şehirlerine sahip çıkmaları yanında şehrin tüm artistik/kültürel kullanımlarda bu çatılara bir şekilde yer vererek sembole dönüştürmesi esas dikkat edilmesi gereken konudur. Bu bir şehirlilik bilinci demektir. Yoksa, boğazda vapurla giderken Beyoğlu’nun, Cihangir’in çatıları da dikkatinizi çekebilir ama gözünüz o şehir estetiğini pek göremez.

Şüphesiz çinkonun bir şehrin çatılarının sembolüne dönüşmesi dünden bugüne olan bir şey değildir. Çinkonun Paris’e ulaşmasının geçmişi 1746 yılına uzanıyor. Halbuki bu tarihlerde şehre ilk girmesinden çok önce çinko Avrupa, Hindistan ve Çin’de kullanılıyormuş.

Oysa çinko mavimsi soğuk beyaz metal rengi ve kırılgan plâkalar olması nedeniyle çatı kaplamasına uygun malzemeler değildir. Zaman içinde muhtelif alaşımlarla bugünkü halini almış. Reaktif bir element olarak kabul edilen çinko sert hava şartlarına ve neme maruz kaldığında kendini koruyan bir yüzey oluşturuyor ve uzun bir ömrü var.

Bunları öğrendikten sonra bir de üzerine Paris’in çatılarıyla ilgili bir belgesel habere denk gelince iyice merakla izledim.

Meğer Paris’in sertifikalı çatı ustaları varmış. Bu işleri yapanlar geçmişi asırlara ulaşan ailelerin devamı olan çocuklar. Haberde bir yandan çatının tepesinde kaplamalar yaparken bir yandan muhabire cevap yetiştiren çatı ustası kendi çocukları dahil artık bu mesleğe itibar edilmediğinden şikayet ediyordu. Demek dünyanın her yerinde aynı sorun var diye düşündüm. Gençler artık oturduğu yerden para kazanmak istiyor.

Kaplaması kolay gibi görünen işçiliğin sırlarını kendine saklayarak yaşından ve vücudundan beklenmeyecek çeviklikle hoplayıp sıçrayarak anlatıyordu çatı ustası.

Paris’in çinko kaplama çatılarının isim olarak geriye gidişini 19. yüzyılın başlarında Liege’li Jean-Jacques Dony isimli bir din adamına kadar geri götürüyor bilenler. Rahiplik dışındaki zamanını kimya ve çinko merakına harcayan bu ilginç din adamı ilk övgüyü çinko kaplamadan bir banyo yaparak ve bunu Napoleon’a hediye etmeyi başararak dikkat çekmiş.

Napoleon bu fikrin hafifliği ve kullanışlılığını öyle beğenmiş ki kendi ömrü Rusya steplerinde tükense de çinko yaşamaya devam etmiş. Dileyen bu banyoyu Liege’deki Maison de la Metallurgie et de l’Industrie’de hâlâ görebilir.

Din adamı Dony’nin de şansı yaver gitmemiş. 1813 yılında patentini satmak zorunda kalmış ve 1819 yılında yoksulluk içinde ölmüş ama işte geriye bugün Paris’in kurşunî çatılarını miras bırakmış.

Çinkonun Paris çatılarında ne zaman kullanılmaya başlandığı pek bilinmiyor ama 19. yüzyılın ortalarında daha önce Paris’te sık kullanılan arduvaz taşı kullanımı yerini zamanla çinko kaplamalara bırakmış ve bugün artık şehrin çatılarını süslerken bir dünya kültür mirası yaratmayı da başarmış ama öte yandan şehrin kurallar koyarak çatıları mezbeleliğe dönüştürmediğini, su depolarından çirkin güneş panellerine, envai çeşit antenden tuhaf maddelere kadar görsel kirliliğe dönüştürmeye asla müsaade etmediğine de dikkat çekelim ki Paris binaların duvarına tabela asılmasına bile müdahale eden bir şehir olarak bilinir. Bu konuda demokrasi yok, kurallar var. Şehrin ortak estetik kuralları.

Ben bu yazıyı epeydir kafamda evirip çeviriyordum. Fırsat buldukça arayıp tarayıp bilmediğim şeyleri öğrendim. Bunlardan ne faydam olacak değil mi? Paris’i bile görmemiş biriyim ama çatılarını merak etmişim. İşin aslına bakarsanız aslında caz da böyle ters bir meraktır. Yüzyıl önce yaşamış Art Tatum’un stride’larını bugünün gençleriyle niye hâlâ mukayese edeyim ki, kime ne faydası var, öyle değil mi. Ama merak hepimizi buluşturan ortak bir dürtüdür. Çatılar da benim için öyle oldu.

Bu yazıyı yazmaya oturduğumda uzun zamandır Jacky Terrasson’un “A Paris” albümünü dinlemediğimi farkettim. İlk cümleler klavyeden akarken “Plaisir D’Amour”la başlayan albüm şu anda “La Marseillaise” ile sonlanıyor. Belki başka bir yazıda aslında orta Batılı bir siyah Amerikalı olan üstelik Müslüman Ahmad Jamal’in “Marseillaise”i nasıl kaydettiğini de konuşuruz. Bu aylık Caz Bavulu’ndan bu kadar.

Feridun Ertaşkan

Yukarı